Takı… Kişinin kendini güzel
hissetmek ya da güzel göstermek istemesinin dışında, onu taşıyanı kem gözlerden
korumak için tasarlanmış bir nesnedir. Bir tür ilişki kurma biçimidir. Takının
tarihi, insanlığın kültür tarihi kadar eskidir. Arkeolojik ve antropolojik
bulgular ilk sanat ürünlerinin dans, müzik, takı ve beden süsleme olduğunu
göstermektedir.
İnsanoğlunun yerleşik düzene
geçmesiyle birlikte (M.Ö.7000-M.Ö.5000), taş, hayvan dişleri-tırnakları, kemik,
deniz kabukları gibi doğada bulunan her şey takı olarak tasarlanmış ve yaşamda
yerini almıştır. Tasarlanan bu ilk takılar dinsel ve büyüsel anlamlar
taşıyordu. Takı ve vücuda yapılan diğer süslemelerin bir fonksiyonu da toplum
içindeki sınıfsal farklılıkları belirtmekti.
Değerli madenlerden
takı üretiminin başlaması ise M.Ö.4000’lere dayanmaktadır. İnsanoğlunun ilk
altın ve gümüş madenlerini bulduğu bu dönem, aynı zamanda kuyumculuğun da
başlangıcı olmuştur. Erken Bronz Çağı’nda (M.Ö.3000’nin başları) metalürjide
sağlanan teknik gelişmeler ile altın ve gümüşün ideal işleme olanakları
birleşince, kuyumculuk Mezopotamya ve Mısır’da bir sanat-zanaat dalı halini
alır. Altın ve gümüşün diğer sert madenlere göre daha rahat işlenmesi ise,
filigre (telkâri), repousse (kakma), granülasyon (damlatma) ve kalem işi
oymacılığı gibi kuyumculuk tekniklerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tüm el
sanatlarında olduğu gibi söz konusu kuyumculuk tekniklerinde de duyusal
birikim, göz, parmaklar, alet ve işlenen malzeme birlikteliğinin uyum
içerisinde çalışması çok önemlidir. Eğer alet ile insanın ruhsal ve ergonomik
uyumu sağlanmışsa, o teknik yüzyıllar boyu kullanılır ve kolay kolayda
değiştirilemez.
Geleneksel el
sanatlarından biri olan ve ilk örneklerine M.Ö.3000’nin başında Mezopotamya ve
Mısır uygarlıklarının takılarında rastlanan telkâri bu tekniklerden biridir.
Telkâri, Farsça bir kelimedir. Telkâri adı; üretimde kullanılan ‘tel‘ ve
Farsçada örme anlamına gelen ‘kâri‘ kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur.
Kısaca tel işleme sanatı anlamına gelen telkâri, ince tel halinde dökülen gümüş
veya altının kıvrılması, sarılması ya da örülmesiyle oluşturulan desenlerin bir
araya getirilmesi olarak tanınır. Zarif görünümlü, dantele benzeyen bir kafes
işidir ve tümüyle el işçiliğine dayalı bir sanattır. Telkâri sanatı ile yaygın
olarak aynalar, tepsiler, kemerler, küpeler, kolyeler, düğmeler ve yüzükler
yapılabilmektedir.
Telkâri sanatının Anadolu’daki
en eski ve en önemli merkezleri Trabzon, Gaziantep ve Diyarbakır’dı. 17. yy
sonları ile 20. yy başları arasında kalan dönemde, gerek ekonomik sıkıntılar
gerekse savaşların yarattığı kargaşalar nedeniyle ne yazık ki kaybolmaya
başladı. Saç teli inceliğindeki altın ve gümüşün yüzyıllardır dantel dantel
işlendiği telkâri sanatı, diğer el sanatları gibi ayakta kalmaya çalışıyor.
Kuyumculuk sektöründeki endüstrileşmeyle yaşam alanı daralan sanatın ustaları,
telkâri işlemeciliğini günümüze kadar taşımayı başardılar. Bugün Mardin Midyat,
Ankara Beypazarı ve Trabzon, telkâri sanatının yaşatıldığı önemli merkezler
arasında yer alıyorlar.
“Kumaşın ve altının sihirbazı
derler Süryani’ler için. Oysaki ben Mardin’de telkâriyim. En eski kelebek
kanadı, yiğitlerin asası… Benim göz zevkim, el emeğim, maharetle nakış olur
gümüş üzerinde dansla. Ben Mardin’im. En güzel gümüş işlemeciliğinin yurdu
yani. Mezopotamya ilhamım, medeniyetler benim desen kaynağım. Ben, tel
halindeki gümüşü diriltir, altını şahlandırırım. Basit bir el çekiciyle ve ayak
körüğüyle sevda yakısını gümüşe yansıtırım. Ben en güzel kol düğmesiyim.
Taşlara nakşetmiş atalarımla, gümüşü yonttum. Ben bir zevk tüneliyim. Bir
çocuğun gelecek düşü, Mardin’de bir sevgi motifiyim. Ben telkâriyim, dünden
bugüne incecik zevkleri bulutlara işleyen, çiçeklere kazıyan…”. Böyle demişler
Mardinli telkâri ustaları. Böyle tanımlamışlar köklü sanatlarını. Biraz da
Mardin’e mal ederek! Geçmişi 5000 yıl öncesine uzanan altın ve gümüş, kuyum
ustalarının ellerinde hayat buluyor. Deyim yerindeyse, saç teli inceliğindeki
altın ve gümüş tellerle yapılan, usta ellerde şekilden şekle giren takılardaki
zarafet ve incelik, insanı adeta bir sanat yolculuğuna çıkarıyor.
İbrahim Şahini… İncecik,
dantelvari işlemecilik sanatının, telkârinin ustalarından birisi. İbrahim
Şahini Kosova Przienli ve İzmir’de yaşıyor. Bu sanatın ölmemesi için yeni
nesile öğretilmesi ve sevdirilmesi gerektiğini söylüyor. Savaş ve ekonomideki
bozulmalar nedeniyle 1992 yılında Bergama’ya yerleşerek ilk atölyesini açan
İbrahim Şahini, telkâri tekniğini Kosova Przien’de kuyumcular kooperatifinde,
çoğunluğu Katolik olan ustalardan öğrenmiş.
Bundan sonrasını İbrahim ustanın
kendi ağzından aktarıyoruz:
1965
yılında Kosova’da doğdum. Bu meslek bana babamdan kaldı. Daha doğrusu babamı
eğiten usta aynı zamanda benim de ustamdı. Babam matematik öğretmeniydi ve üç
çocuk sahibi olduğu için ek gelire ihtiyaç duydu. Dolayısıyla telkâri sanatı
ile uğraşmaya başladı. Doğduğum yerde, yani Kosova Przien’de ve Yugoslavya’da
halkın hemen hemen yarısı telkâri sanatı ile geçimini sağlıyor. Üretime ilk
defa evde babam ile başladım. Liseyi ve askerliği bitirdikten sonra babam
okumamı istedi ancak ben sevdiğim mesleği yapmak ve hayata hemen atılıp para
kazanmak için okumak istemedim. Benim ülkem komünist bir ülke olduğu için
kooperatif vardı. Yani sanat dallarındaki ustalar birleşirler ve her sene 40-50
adet çırak alıp eğitirlerdi. Eğitimden sonra çıraklara belge verilir ve kalmak
isteyen çırak yine kalıp işini yapardı. Ben orada altı sene çalıştım. 1990
yılında çıkan savaştan sonra Türkiye’ye geldim. Bergama’da 12 sene telkâri ile
geçimimi sağladım. İzmir’de atölyemde çalışıyordum ancak daha sonra Bergama’ya
taşındım. Meslek özgeçmişim bunlardan ibaret.
Ömer
L. Bakan:
Savaş yıllarında ülken nasıldı peki?
İbrahim
Şahini:
Savaşı ben görmedim ki. Slovenya ve Hırvatistan savaşa yeni başlamışlar,
Bosna’ya geçmemişlerdi. 1994-1995 yılları arasında Kosova dolaylarında kıyamet
koptu. Yani bizim kaldığımız bölge savaştan değil de krizden daha fazla zarar
gördü diyebilirim. Diğer bölgeler daha büyük sıkıntılar çektiler.
Ömer
L. Bakan:
Peki, senin Türkiye’ye adapte olman kolay oldu mu?
İbrahim
Şahini: Hem
kolay hem de zor oldu diyebilirim. Komünist bir ülkeden kapitalist bir ülkeye
geçiş yaptım. Bazı şeyleri kavram olarak kafamda canlandıramadım ve anlamak
8-10 yılımı aldı. Kolaylığı ise işimi yapıp bir gelire sahip olabilmemdi. Her
sektörde olduğu gibi kuyumculuk sektöründe de ticari ahlak yok. Ticari ahlaktan
kastım da verilen sözlerin tutulmamasıyla alakalı. Bu biraz sıkıntı yaratıyor.
Yani adam geliyor toptan alacağım, bana indirim yap diyor. Ancak ortada bir
emek var. Satılık iki fotoğrafımız var diyelim. Birincisi pahalı ve güzel,
diğeri ise ucuz ve kötü. Alıcı kaliteliyi almıyor da ucuz olduğu için kötü
olanı satın alıyor. Bugün bir arkadaşla konuştum mesela. “Ağabey telkâri neden
alınmıyor? Diyor. Kararıyor mu kararıyor, parlatılır mı parlatılmıyor. Neden
alsın ki adam? Nereden bilinsin ki telkârinin kararmış olanı daha değerlidir.
Zevkler ve renkler tartışılmıyor. Zevkin standardı olmayınca o iş sarpa
sarıyor. Bu resimde, heykelde bütün sektörlerde aynı. Adam emek vermiş olsa ne
olur, vermese ne olur. Piyasada bu tarz sıkıntılar var ve biz de adapte olmaya
mecburuz.
Ömer
L. Bakan: Kasabanızda
telkâri mesleği devam ediyor mu?
İbrahim
Şahini: Eskisi
gibi olmasa da bu sanatı devam ettiren insanlar var ancak kooperatif sistemi
kalktı. Çünkü oraya da kapitalist sistem geldi. Bu iyi mi oldu kötü mü oldu
tartışılır ancak köklü bir değişim olduğu için insanların yeni sisteme adapte
olmaları zor oldu gerçekten. Dünyaya açılıyorsun ama dünya ticaretini
bilmiyorsun. Bir şeyi emek sarf ederek üretiyorsun ama bunu dışarıda kaça
satacağını bilmiyorsun. Bu bir problemdir. Bu yüzden de insanlar dışarıya
açılamıyorlar.
Ömer
L. Bakan: Müşterilerinle
aranda köprü olan insanlar seninle pazarlık ettikleri zaman emeğinden
çalıyorlar değil mi?
İbrahim
Şahini: Evet
öyle, çünkü altının ve gümüşün gram ücreti sabit. Bir çark tur atsın işlerimiz
biz buna da razıyız.
Ömer
L. Bakan: Bu
sektörde zorlandığın şey nedir peki?
İbrahim
Şahini: İzmir
çok kısır, ticaret yok. Burada gördüğünüz bütün kuyum esnafları İstanbul ile
çalışıyorlar. Üretici de İstanbul’da çalışıyor. İstanbul’da köşe başında
toptancılar var ve gerçekten de iyi paralar kazanıyorlar. Bizim gibi üreticiler
olduğu kadar arada çantacılar da var ancak ticaret esnasında hepimiz aynı
kefeye koyuluyoruz. Paranın çoğunu onlar kazanıyorlar tamam gözümüz yok ama
“hep ben” dememek gerekiyor diye düşünüyorum. Özellikle ayaklarına gittiğimiz
zaman daha büyük problemler yaşıyoruz.
Ömer
L. Bakan: Şimdi
45 yaşındasın, 27 yaşında Türkiye’ye geldin. Peki, Yugoslavya’da Türk olmak
nasıl bir şeydi?
İbrahim
Şahini: Benim
babam Arnavut, annem ise Türk. Yani ben ne Türk olabildim ne de Arnavut.
Türkiye’yi biraz da bu yüzden seviyorum, kimse ırk ayrımı yapmıyor. Bizde bu
yok mesela. Türkiye’de Ermeni, Rus ya da Hıristiyan olmak problem teşkil
etmiyor. Orada çevrem çok kısıtlıydı. Babam Arnavut olduğu için Türklerle çok
samimi olamıyordum aynı zamanda annem Türk olduğu için de Arnavutlarla çok
samimi olamıyordum. Bu çok bariz değildi ancak işin içine girince rahatsız
oluyordum. Siyasi konular ister istemez gerginliğe yol açıyordu. Sonuçta
annemin Türk, babamın Arnavut olması benim suçum değildi ve ayrımcılığı hak
etmiyordum. İzmir’de insanlarla her şey hakkında sohbet edebiliyorsun. Orada
hiçbir zaman buradaki ortama sahip olamadım. Baba tarafına gittiğim zaman: “Haa
şu annesi gelme olan kadının oğlu musun?” diyorlardı. Anne tarafına gittiğim
zaman da: “Sen babası Arnavut olan çocuk musun?” diyorlardı. İster istemez
rahatsız oluyordum. Türkiye’de bu yok, daha çok insanlığa önem veriyorlar.
Ömer
L. Bakan: Vatanından
ayrılmadan önce ne düşündün ve neden Türkiye’yi tercih ettin?
İbrahim
Şahini: Avrupa’da
yabancı uyruklu insanlara 2. sınıf insan muamelesi yapıyorlar. Hele Kosova’dan,
güneyden geldiğinizi duydukları zaman daha da kötü muamele görüyorsunuz.
Kendimi sınıflandırılmış bir ülkede düşünemediğim için Türkiye’yi tercih ettim.
Ben Kosovalı bir Türk değil İbrahim’im! Yaptığım işte çok mu para kazanıyorum,
hayır. Biriyle konuştuğum zaman önyargıyla karşılaşır mıyım? diye bir düşüncem
yok, bu nedenle da kafam rahat.
Ömer
L. Bakan: Yugoslavya’da
bunun sıkıntısını çektin. Buraya geldin, evlendin ve pırlanta gibi bir eşe ve
çocuğa sahipsin. Peki, çocuğun senin Yugoslavya’da yaşadığın problemleri
Türkiye’de yaşıyor mu?
İbrahim
Şahini: Hayır,
kesinlikle öyle bir kavram yok. Biz burada ırk çatışması yaşamadığımız için
çocuğumuz da bu tarz şeyler hissetmiyor. Her ülkenin kendince iyi-kötü yanları
var. Türkiye’yi seviyorum ancak burada güzelliklerin yanı sıra eksik olan
şeyler de var. Ben uzun süre bu tarz problemler yaşadım ancak çocuğum
yaşamıyor. Bergama taşra sayılabilecek kadar küçük bir yer, buna rağmen
milliyetçilik adına kötü bir olayla karşılaşmadım. Adana, Ankara ve Trabzon’da
bulundum. Karadeniz’in daha farklı bir boyutu var ancak o sancıyı
hissetmiyorsunuz. Türkiye’ye gelme sebeplerimden biri de bu. Türkiye’ye
gelmeseydim ya Kanada’ya gidecektim ya da Yeni Zelanda’ya. Uzak olan bu ülkeler
hakkında pek fazla bilgiye sahip değildim. Türkiye’yi üç aşağı beş yukarı
tanıyordum. Sonuçta burada dostunu düşmanını biliyorsun ve ona göre bir tutum
sergiliyorsun. Türkiye’nin bilmediğim tek yanı ticari boyutuydu. Ancak ticari
farklılıklara ayak uydurmak zorundayız. Yapamadığımız takdirde de ülkemize
dönmek daha mantıklıydı. Biz de bir seçim yaptık ve kolay olmasa da adapte
olduk. Eksikleri tamamlama gibi bir işlevim yok ama burada kendi ülkemde
olduğumdan daha mutluyum. Kazanç açısından orası mı burası mı diye bir
karşılaştırma yapmak gerekirse, Türkiye derim. Ancak orada olduğum dönemlerde
finansal tatmin olanakları daha fazlaydı.
Ömer
L. Bakan: Peki
oradaki telkâri ustaları dağıldılar mı?
İbrahim
Şahini: Hayır,
dağılmadılar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ancak savaş döneminde ve
sonrasındaki üç-beş yıl içerisinde sektörde durgunluk yaşandı. Eskiden esnaflar
belli bir sistem çerçevesinde çalışıyorlardı, tabiri caizse bildikleri sularda
yüzüyorlardı. Yine müşterileri onları tanıyor ve geliyorlar ancak kapitalist
geçişe ayak uydurmakta zorlandılar. Ayak uydurabilenler devam ediyorlar.
Ömer
L. Bakan: Peki
Bergama’da ne tür çalışmalar yaptın?
İbrahim
Şahini: Bir
turistik tesiste hem üretici hem de satıcı olarak çalıştım. Takı üzerine
çalışan bir firmada takı uzmanlığı yaptım. İşverenle anlaşmamız sonucunda bana
bir atölye açıldı. Önce telkâride büyük parçalar üzerinde çalıştım; vazo, kahve
fincan takımı, şekerlik, mücevher-sigara kutusu vb. Bunların satımı revaçtaydı
ancak müşteri portfolyosu değişince ilgi de azaldı. Satış yapabilecek kadar
yabacı dile sahip olduğum için para kazanabiliyordum. Sonra eş durumuyla
İzmir’e taşındım ve gidip gelmek problem teşkil ettiği için istifa ettim. O
işverenimin sayesinde çalışma ve oturma izni aldım. Oturma izni almamda
evliliğimin de katkısı var ancak iyi bir yerde çalışmak da önem taşıyor.
Böylece 12 yıl kadar Bergama’da çalışmış oldum.
Ömer
L. Bakan: Peki
gelecekte ne yapmayı düşünüyorsun?
İbrahim
Şahini: Gözlerim
elverdiğince yine telkâri ile uğraşacağım çünkü başka maceralara açık değilim.
Bu işi yapmak kolay değil ama kendimi garantiye alana kadar bu iş üzerinde
çalışmayı düşünüyorum. Benim işim bu sonuçta.
Ömer
L. Bakan: Peki,
özel projeler yapıyor musun?
İbrahim
Şahini: Özel
projeler için hiç vaktim yok.
Ömer
L. Bakan: Özel
siparişlere zaman ayırabiliyor musun?
İbrahim
Şahini: Elimden
geldiğince zaman ayırmaya çalışıyorum. Mesela en son Yunanistan’daki bir
kilisenin maketini yaptım. Birkaç tane daha projem var ama ancak zamanım yok.
Kadro olduktan sonra Süleymaniye Cami’sini yapmayı düşünüyorum. Daha sonra da
İzmir’de bulunan saat kulesini üç boyutlu olarak yapmak istiyorum. Ancak bütün
bunları yeterli bir kadroya ve maddi ferahlığa sahip olduktan sonra
yapabilirim. Bütün bunları pazarlama amacıyla değil de sanatımı ortaya koymak
için yapacağım.
Ömer
L. Bakan: Mesela
sen saat kulesini, Mevlana’yı, Süleymaniye’yi yaptın diyelim. Bu eserleri
sergiler misin ya da böyle bir şansın var mı?
İbrahim
Şahini: Yapabilirim,
ancak sergi açabilmem için eser olması lazım. Bu projelerim henüz taslak
halinde. Tek başıma gerçekleştirmem de oldukça güç çünkü tek başıma çalıştığım
kilise maketini 9-10 ayda bitirdim. 6,5 kg . ağırlığında olan büyük bir parçaydı.
Süleymaniye Cami’si de 8-10 kg .lık
bir eser olacak. Bir insan bir ayda 1 kg . telkâri üretebilir. Bu eserin
tamamlanması da yaklaşık 12 ay kadar sürer. Gerçekleştirmek istediğim projem bu
ama daha önce de belirttiğim gibi zamana ve maddi güce ihtiyacım var.
Ömer
L. Bakan: Peki,
bazı değerli taşları telkâri sanatında kullanabiliyor musun?
İbrahim
Şahini: Evet,
müşterilerden gelen talep üzerine yapıyorum. Taş ve maden ağırlığı oranını
onlar belirliyorlar.
Ömer
L. Bakan: Mesela
birisi sana gelip: “Ben şöyle bir takı istiyorum ve kimsede olmasını
istemiyorum.” dediği zaman bu tip taleplere cevap verebiliyor musun?
İbrahim
Şahini: Evet,
elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum ancak kadroda eksiklik olduğu için bu
tip işler çok zaman kaybına sebep oluyor. Tek parçalar için çoğunlukla
uğraşmıyorum. Bir ay kadar zaman alacak işleri kabul ediyorum böylece kadrom da
bu işe yoğunlaşmış oluyor. Ama hatırını kıramadığım insanlar da oluyor tabii.
Onlar için birkaç günümü feda edebiliyorum. Mesela bir müşterim benden kanun
anahtarı istedi, bir hafta on gün üzerinde çalıştıktan sonra teslim ettim.
Ancak şu an böyle bir lükse sahip değilim. Özel sipariş üzerine yapılan
eserlere bilindiği üzere sadece bir kişi sahip oluyor. Benim yapmak istediğim
şey de bu ancak bunu yapabilmem için sağlam bir ekonomik altyapıya, zamana ve
tasarı için ilhama ihtiyacım var. Çarkım dönecek ki sergi açabileyim. O günün
bugün olmadığını biliyorum, belki ilerde… Bu projemi gerçekleştirebilirsem daha
rahat uyuyacağım gibime geliyor.
Ömer L.
Bakan: Peki telkâri sanatını başkalarına öğretiyor musun?
İbrahim
Şahini: Evet,
buna mecburum. Sevilay diye bir arkadaşım var ona öğretiyorum. Bir de Esra var.
O da yeni başladı, çok istekli ve bu sanatı öğrenmek için Bergama’ya taşındı.
Telkâri üretimi hiçbir zaman yok olmayacak ama zaman zaman duraklamalar
yaşıyor. Ortaya tekrar çıktığında ise daha farklı şekilde vücuda geliyor. Ancak
bir sanatı icra edebilmek için onun eski tekniklerini de iyi bilmek gerekiyor.
Bunun için bildiklerimi paylaşıyorum. Ben yanımda çalışan insanlara telkârinin
kurallarını öğretmek istiyorum. Mesela geçenlerde Aliağa Belediyesi’nden teklif
geldi. Meslek edindirme kursları kapsamında telkâriyi öğretmemi istediler ancak
üç ay gibi kısa bir dönemde telkârinin inceliklerini (kaynak nasıl yapılır,
nasıl törpülenir?) nasıl öğretebilirim ki? İnsanlar evde sıkılıyorlar ve belli
bir yaşı geçtikten sonra: “Gideyim telkâri öğreneyim.” diyorlar. Bunu
düşüneceklerine resim sanatı ile uğraşmaları daha mantıklı. Resim sanatını
küçümsediğimi düşünmeyin sakın. Böyle söylüyorum çünkü telkâri yapabilmek için
el kırıklığı gerekiyor ayrıca da madenle,
ateşle çalışmak gerekiyor. Bu işin zanaatı önemli. Önce zanaatı
öğreneceksin, ondan sonra sanat yapacaksın. Zanaat öğrenmek de uzun bir süreç
gerektiriyor, sabır istiyor. Her gün bir element öğrenerek bir yılda üç yüz
element öğreneceksin ve bu da telkârinin sadece abc’sidir. Kısa bir zaman
diliminde insanlara öğreteceklerim yarım yamalak kalır, baştan anlatmaya
kalksam bu da çok zaman alır. Öğretmiş olsam paramı alırım ancak hak etmiş
olmam. Çünkü insanlara gereken bilgiyi ve zamanı ayırmamış olurum. Bu işi
yapabilmek için sabır ve zaman gerekiyor.
Ömer
L. Bakan: Telkâri
gramla mı satılıyor yoksa verilen emeğe göre mi fiyat belirliyorsun?
İbrahim
Şahini: Türkiye’de
gramla satılıyor. Madenin değeri belli ama emeğin değeri zamanla ölçülüyor.
Benim kazanmam gereken sabit bir para var, bunu koruyabildiğim sürece ayakta
kalabilirim. Bir iş üzerinde kaç saat çalıştıysam ona göre bir fiyat biçiyorum.
Ömer
L. Bakan: Son
olarak söylemek istediğin bir şey var mı İbrahim?
İbrahim
Şahini: Hocam
sizi tekrar gördüğüm için çok mutlu oldum. Bu benim için büyük bir sürprizdi.
Umarım dostluğumuz sonsuza kadar sürer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder