4 Mayıs 2016 Çarşamba

TELKÂRİ: İbrahim ŞAHİNİ





             Takı… Kişinin kendini güzel hissetmek ya da güzel göstermek istemesinin dışında, onu taşıyanı kem gözlerden korumak için tasarlanmış bir nesnedir. Bir tür ilişki kurma biçimidir. Takının tarihi, insanlığın kültür tarihi kadar eskidir. Arkeolojik ve antropolojik bulgular ilk sanat ürünlerinin dans, müzik, takı ve beden süsleme olduğunu göstermektedir.
             İnsanoğlunun yerleşik düzene geçmesiyle birlikte (M.Ö.7000-M.Ö.5000), taş, hayvan dişleri-tırnakları, kemik, deniz kabukları gibi doğada bulunan her şey takı olarak tasarlanmış ve yaşamda yerini almıştır. Tasarlanan bu ilk takılar dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Takı ve vücuda yapılan diğer süslemelerin bir fonksiyonu da toplum içindeki sınıfsal farklılıkları belirtmekti.



Değerli madenlerden takı üretiminin başlaması ise M.Ö.4000’lere dayanmaktadır. İnsanoğlunun ilk altın ve gümüş madenlerini bulduğu bu dönem, aynı zamanda kuyumculuğun da başlangıcı olmuştur. Erken Bronz Çağı’nda (M.Ö.3000’nin başları) metalürjide sağlanan teknik gelişmeler ile altın ve gümüşün ideal işleme olanakları birleşince, kuyumculuk Mezopotamya ve Mısır’da bir sanat-zanaat dalı halini alır. Altın ve gümüşün diğer sert madenlere göre daha rahat işlenmesi ise, filigre (telkâri), repousse (kakma), granülasyon (damlatma) ve kalem işi oymacılığı gibi kuyumculuk tekniklerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tüm el sanatlarında olduğu gibi söz konusu kuyumculuk tekniklerinde de duyusal birikim, göz, parmaklar, alet ve işlenen malzeme birlikteliğinin uyum içerisinde çalışması çok önemlidir. Eğer alet ile insanın ruhsal ve ergonomik uyumu sağlanmışsa, o teknik yüzyıllar boyu kullanılır ve kolay kolayda değiştirilemez.
Geleneksel el sanatlarından biri olan ve ilk örneklerine M.Ö.3000’nin başında Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının takılarında rastlanan telkâri bu tekniklerden biridir. Telkâri, Farsça bir kelimedir. Telkâri adı; üretimde kullanılan ‘tel‘ ve Farsçada örme anlamına gelen ‘kâri‘ kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Kısaca tel işleme sanatı anlamına gelen telkâri, ince tel halinde dökülen gümüş veya altının kıvrılması, sarılması ya da örülmesiyle oluşturulan desenlerin bir araya getirilmesi olarak tanınır. Zarif görünümlü, dantele benzeyen bir kafes işidir ve tümüyle el işçiliğine dayalı bir sanattır. Telkâri sanatı ile yaygın olarak aynalar, tepsiler, kemerler, küpeler, kolyeler, düğmeler ve yüzükler yapılabilmektedir.



                Telkâri sanatının Anadolu’daki en eski ve en önemli merkezleri Trabzon, Gaziantep ve Diyarbakır’dı. 17. yy sonları ile 20. yy başları arasında kalan dönemde, gerek ekonomik sıkıntılar gerekse savaşların yarattığı kargaşalar nedeniyle ne yazık ki kaybolmaya başladı. Saç teli inceliğindeki altın ve gümüşün yüzyıllardır dantel dantel işlendiği telkâri sanatı, diğer el sanatları gibi ayakta kalmaya çalışıyor. Kuyumculuk sektöründeki endüstrileşmeyle yaşam alanı daralan sanatın ustaları, telkâri işlemeciliğini günümüze kadar taşımayı başardılar. Bugün Mardin Midyat, Ankara Beypazarı ve Trabzon, telkâri sanatının yaşatıldığı önemli merkezler arasında yer alıyorlar.



                “Kumaşın ve altının sihirbazı derler Süryani’ler için. Oysaki ben Mardin’de telkâriyim. En eski kelebek kanadı, yiğitlerin asası… Benim göz zevkim, el emeğim, maharetle nakış olur gümüş üzerinde dansla. Ben Mardin’im. En güzel gümüş işlemeciliğinin yurdu yani. Mezopotamya ilhamım, medeniyetler benim desen kaynağım. Ben, tel halindeki gümüşü diriltir, altını şahlandırırım. Basit bir el çekiciyle ve ayak körüğüyle sevda yakısını gümüşe yansıtırım. Ben en güzel kol düğmesiyim. Taşlara nakşetmiş atalarımla, gümüşü yonttum. Ben bir zevk tüneliyim. Bir çocuğun gelecek düşü, Mardin’de bir sevgi motifiyim. Ben telkâriyim, dünden bugüne incecik zevkleri bulutlara işleyen, çiçeklere kazıyan…”. Böyle demişler Mardinli telkâri ustaları. Böyle tanımlamışlar köklü sanatlarını. Biraz da Mardin’e mal ederek! Geçmişi 5000 yıl öncesine uzanan altın ve gümüş, kuyum ustalarının ellerinde hayat buluyor. Deyim yerindeyse, saç teli inceliğindeki altın ve gümüş tellerle yapılan, usta ellerde şekilden şekle giren takılardaki zarafet ve incelik, insanı adeta bir sanat yolculuğuna çıkarıyor.
                İbrahim Şahini… İncecik, dantelvari işlemecilik sanatının, telkârinin ustalarından birisi. İbrahim Şahini Kosova Przienli ve İzmir’de yaşıyor. Bu sanatın ölmemesi için yeni nesile öğretilmesi ve sevdirilmesi gerektiğini söylüyor. Savaş ve ekonomideki bozulmalar nedeniyle 1992 yılında Bergama’ya yerleşerek ilk atölyesini açan İbrahim Şahini, telkâri tekniğini Kosova Przien’de kuyumcular kooperatifinde, çoğunluğu Katolik olan ustalardan öğrenmiş.
                 Bundan sonrasını İbrahim ustanın kendi ağzından aktarıyoruz:




                1965 yılında Kosova’da doğdum. Bu meslek bana babamdan kaldı. Daha doğrusu babamı eğiten usta aynı zamanda benim de ustamdı. Babam matematik öğretmeniydi ve üç çocuk sahibi olduğu için ek gelire ihtiyaç duydu. Dolayısıyla telkâri sanatı ile uğraşmaya başladı. Doğduğum yerde, yani Kosova Przien’de ve Yugoslavya’da halkın hemen hemen yarısı telkâri sanatı ile geçimini sağlıyor. Üretime ilk defa evde babam ile başladım. Liseyi ve askerliği bitirdikten sonra babam okumamı istedi ancak ben sevdiğim mesleği yapmak ve hayata hemen atılıp para kazanmak için okumak istemedim. Benim ülkem komünist bir ülke olduğu için kooperatif vardı. Yani sanat dallarındaki ustalar birleşirler ve her sene 40-50 adet çırak alıp eğitirlerdi. Eğitimden sonra çıraklara belge verilir ve kalmak isteyen çırak yine kalıp işini yapardı. Ben orada altı sene çalıştım. 1990 yılında çıkan savaştan sonra Türkiye’ye geldim. Bergama’da 12 sene telkâri ile geçimimi sağladım. İzmir’de atölyemde çalışıyordum ancak daha sonra Bergama’ya taşındım. Meslek özgeçmişim bunlardan ibaret.

Ömer L. Bakan: Savaş yıllarında ülken nasıldı peki?



İbrahim Şahini: Savaşı ben görmedim ki. Slovenya ve Hırvatistan savaşa yeni başlamışlar, Bosna’ya geçmemişlerdi. 1994-1995 yılları arasında Kosova dolaylarında kıyamet koptu. Yani bizim kaldığımız bölge savaştan değil de krizden daha fazla zarar gördü diyebilirim. Diğer bölgeler daha büyük sıkıntılar çektiler.
Ömer L. Bakan: Peki, senin Türkiye’ye adapte olman kolay oldu mu?
İbrahim Şahini: Hem kolay hem de zor oldu diyebilirim. Komünist bir ülkeden kapitalist bir ülkeye geçiş yaptım. Bazı şeyleri kavram olarak kafamda canlandıramadım ve anlamak 8-10 yılımı aldı. Kolaylığı ise işimi yapıp bir gelire sahip olabilmemdi. Her sektörde olduğu gibi kuyumculuk sektöründe de ticari ahlak yok. Ticari ahlaktan kastım da verilen sözlerin tutulmamasıyla alakalı. Bu biraz sıkıntı yaratıyor. Yani adam geliyor toptan alacağım, bana indirim yap diyor. Ancak ortada bir emek var. Satılık iki fotoğrafımız var diyelim. Birincisi pahalı ve güzel, diğeri ise ucuz ve kötü. Alıcı kaliteliyi almıyor da ucuz olduğu için kötü olanı satın alıyor. Bugün bir arkadaşla konuştum mesela. “Ağabey telkâri neden alınmıyor? Diyor. Kararıyor mu kararıyor, parlatılır mı parlatılmıyor. Neden alsın ki adam? Nereden bilinsin ki telkârinin kararmış olanı daha değerlidir. Zevkler ve renkler tartışılmıyor. Zevkin standardı olmayınca o iş sarpa sarıyor. Bu resimde, heykelde bütün sektörlerde aynı. Adam emek vermiş olsa ne olur, vermese ne olur. Piyasada bu tarz sıkıntılar var ve biz de adapte olmaya mecburuz.
Ömer L. Bakan: Kasabanızda telkâri mesleği devam ediyor mu?
İbrahim Şahini: Eskisi gibi olmasa da bu sanatı devam ettiren insanlar var ancak kooperatif sistemi kalktı. Çünkü oraya da kapitalist sistem geldi. Bu iyi mi oldu kötü mü oldu tartışılır ancak köklü bir değişim olduğu için insanların yeni sisteme adapte olmaları zor oldu gerçekten. Dünyaya açılıyorsun ama dünya ticaretini bilmiyorsun. Bir şeyi emek sarf ederek üretiyorsun ama bunu dışarıda kaça satacağını bilmiyorsun. Bu bir problemdir. Bu yüzden de insanlar dışarıya açılamıyorlar.



Ömer L. Bakan: Müşterilerinle aranda köprü olan insanlar seninle pazarlık ettikleri zaman emeğinden çalıyorlar değil mi?
İbrahim Şahini: Evet öyle, çünkü altının ve gümüşün gram ücreti sabit. Bir çark tur atsın işlerimiz biz buna da razıyız.
Ömer L. Bakan: Bu sektörde zorlandığın şey nedir peki?
İbrahim Şahini: İzmir çok kısır, ticaret yok. Burada gördüğünüz bütün kuyum esnafları İstanbul ile çalışıyorlar. Üretici de İstanbul’da çalışıyor. İstanbul’da köşe başında toptancılar var ve gerçekten de iyi paralar kazanıyorlar. Bizim gibi üreticiler olduğu kadar arada çantacılar da var ancak ticaret esnasında hepimiz aynı kefeye koyuluyoruz. Paranın çoğunu onlar kazanıyorlar tamam gözümüz yok ama “hep ben” dememek gerekiyor diye düşünüyorum. Özellikle ayaklarına gittiğimiz zaman daha büyük problemler yaşıyoruz.
Ömer L. Bakan: Şimdi 45 yaşındasın, 27 yaşında Türkiye’ye geldin. Peki, Yugoslavya’da Türk olmak nasıl bir şeydi?
İbrahim Şahini: Benim babam Arnavut, annem ise Türk. Yani ben ne Türk olabildim ne de Arnavut. Türkiye’yi biraz da bu yüzden seviyorum, kimse ırk ayrımı yapmıyor. Bizde bu yok mesela. Türkiye’de Ermeni, Rus ya da Hıristiyan olmak problem teşkil etmiyor. Orada çevrem çok kısıtlıydı. Babam Arnavut olduğu için Türklerle çok samimi olamıyordum aynı zamanda annem Türk olduğu için de Arnavutlarla çok samimi olamıyordum. Bu çok bariz değildi ancak işin içine girince rahatsız oluyordum. Siyasi konular ister istemez gerginliğe yol açıyordu. Sonuçta annemin Türk, babamın Arnavut olması benim suçum değildi ve ayrımcılığı hak etmiyordum. İzmir’de insanlarla her şey hakkında sohbet edebiliyorsun. Orada hiçbir zaman buradaki ortama sahip olamadım. Baba tarafına gittiğim zaman: “Haa şu annesi gelme olan kadının oğlu musun?” diyorlardı. Anne tarafına gittiğim zaman da: “Sen babası Arnavut olan çocuk musun?” diyorlardı. İster istemez rahatsız oluyordum. Türkiye’de bu yok, daha çok insanlığa önem veriyorlar.
Ömer L. Bakan: Vatanından ayrılmadan önce ne düşündün ve neden Türkiye’yi tercih ettin?
İbrahim Şahini: Avrupa’da yabancı uyruklu insanlara 2. sınıf insan muamelesi yapıyorlar. Hele Kosova’dan, güneyden geldiğinizi duydukları zaman daha da kötü muamele görüyorsunuz. Kendimi sınıflandırılmış bir ülkede düşünemediğim için Türkiye’yi tercih ettim. Ben Kosovalı bir Türk değil İbrahim’im! Yaptığım işte çok mu para kazanıyorum, hayır. Biriyle konuştuğum zaman önyargıyla karşılaşır mıyım? diye bir düşüncem yok, bu nedenle da kafam rahat.




Ömer L. Bakan: Yugoslavya’da bunun sıkıntısını çektin. Buraya geldin, evlendin ve pırlanta gibi bir eşe ve çocuğa sahipsin. Peki, çocuğun senin Yugoslavya’da yaşadığın problemleri Türkiye’de yaşıyor mu?
İbrahim Şahini: Hayır, kesinlikle öyle bir kavram yok. Biz burada ırk çatışması yaşamadığımız için çocuğumuz da bu tarz şeyler hissetmiyor. Her ülkenin kendince iyi-kötü yanları var. Türkiye’yi seviyorum ancak burada güzelliklerin yanı sıra eksik olan şeyler de var. Ben uzun süre bu tarz problemler yaşadım ancak çocuğum yaşamıyor. Bergama taşra sayılabilecek kadar küçük bir yer, buna rağmen milliyetçilik adına kötü bir olayla karşılaşmadım. Adana, Ankara ve Trabzon’da bulundum. Karadeniz’in daha farklı bir boyutu var ancak o sancıyı hissetmiyorsunuz. Türkiye’ye gelme sebeplerimden biri de bu. Türkiye’ye gelmeseydim ya Kanada’ya gidecektim ya da Yeni Zelanda’ya. Uzak olan bu ülkeler hakkında pek fazla bilgiye sahip değildim. Türkiye’yi üç aşağı beş yukarı tanıyordum. Sonuçta burada dostunu düşmanını biliyorsun ve ona göre bir tutum sergiliyorsun. Türkiye’nin bilmediğim tek yanı ticari boyutuydu. Ancak ticari farklılıklara ayak uydurmak zorundayız. Yapamadığımız takdirde de ülkemize dönmek daha mantıklıydı. Biz de bir seçim yaptık ve kolay olmasa da adapte olduk. Eksikleri tamamlama gibi bir işlevim yok ama burada kendi ülkemde olduğumdan daha mutluyum. Kazanç açısından orası mı burası mı diye bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Türkiye derim. Ancak orada olduğum dönemlerde finansal tatmin olanakları daha fazlaydı.
Ömer L. Bakan: Peki oradaki telkâri ustaları dağıldılar mı?
İbrahim Şahini: Hayır, dağılmadılar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ancak savaş döneminde ve sonrasındaki üç-beş yıl içerisinde sektörde durgunluk yaşandı. Eskiden esnaflar belli bir sistem çerçevesinde çalışıyorlardı, tabiri caizse bildikleri sularda yüzüyorlardı. Yine müşterileri onları tanıyor ve geliyorlar ancak kapitalist geçişe ayak uydurmakta zorlandılar. Ayak uydurabilenler devam ediyorlar.



Ömer L. Bakan: Peki Bergama’da ne tür çalışmalar yaptın?
İbrahim Şahini: Bir turistik tesiste hem üretici hem de satıcı olarak çalıştım. Takı üzerine çalışan bir firmada takı uzmanlığı yaptım. İşverenle anlaşmamız sonucunda bana bir atölye açıldı. Önce telkâride büyük parçalar üzerinde çalıştım; vazo, kahve fincan takımı, şekerlik, mücevher-sigara kutusu vb. Bunların satımı revaçtaydı ancak müşteri portfolyosu değişince ilgi de azaldı. Satış yapabilecek kadar yabacı dile sahip olduğum için para kazanabiliyordum. Sonra eş durumuyla İzmir’e taşındım ve gidip gelmek problem teşkil ettiği için istifa ettim. O işverenimin sayesinde çalışma ve oturma izni aldım. Oturma izni almamda evliliğimin de katkısı var ancak iyi bir yerde çalışmak da önem taşıyor. Böylece 12 yıl kadar Bergama’da çalışmış oldum.
Ömer L. Bakan: Peki gelecekte ne yapmayı düşünüyorsun?
İbrahim Şahini: Gözlerim elverdiğince yine telkâri ile uğraşacağım çünkü başka maceralara açık değilim. Bu işi yapmak kolay değil ama kendimi garantiye alana kadar bu iş üzerinde çalışmayı düşünüyorum. Benim işim bu sonuçta.
Ömer L. Bakan: Peki, özel projeler yapıyor musun?
İbrahim Şahini: Özel projeler için hiç vaktim yok.
Ömer L. Bakan: Özel siparişlere zaman ayırabiliyor musun?
İbrahim Şahini: Elimden geldiğince zaman ayırmaya çalışıyorum. Mesela en son Yunanistan’daki bir kilisenin maketini yaptım. Birkaç tane daha projem var ama ancak zamanım yok. Kadro olduktan sonra Süleymaniye Cami’sini yapmayı düşünüyorum. Daha sonra da İzmir’de bulunan saat kulesini üç boyutlu olarak yapmak istiyorum. Ancak bütün bunları yeterli bir kadroya ve maddi ferahlığa sahip olduktan sonra yapabilirim. Bütün bunları pazarlama amacıyla değil de sanatımı ortaya koymak için yapacağım.



Ömer L. Bakan: Mesela sen saat kulesini, Mevlana’yı, Süleymaniye’yi yaptın diyelim. Bu eserleri sergiler misin ya da böyle bir şansın var mı?
İbrahim Şahini: Yapabilirim, ancak sergi açabilmem için eser olması lazım. Bu projelerim henüz taslak halinde. Tek başıma gerçekleştirmem de oldukça güç çünkü tek başıma çalıştığım kilise maketini 9-10 ayda bitirdim. 6,5 kg. ağırlığında olan büyük bir parçaydı. Süleymaniye Cami’si de 8-10 kg.lık bir eser olacak. Bir insan bir ayda 1 kg. telkâri üretebilir. Bu eserin tamamlanması da yaklaşık 12 ay kadar sürer. Gerçekleştirmek istediğim projem bu ama daha önce de belirttiğim gibi zamana ve maddi güce ihtiyacım var.
Ömer L. Bakan: Peki, bazı değerli taşları telkâri sanatında kullanabiliyor musun?
İbrahim Şahini: Evet, müşterilerden gelen talep üzerine yapıyorum. Taş ve maden ağırlığı oranını onlar belirliyorlar.
Ömer L. Bakan: Mesela birisi sana gelip: “Ben şöyle bir takı istiyorum ve kimsede olmasını istemiyorum.” dediği zaman bu tip taleplere cevap verebiliyor musun?
İbrahim Şahini: Evet, elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum ancak kadroda eksiklik olduğu için bu tip işler çok zaman kaybına sebep oluyor. Tek parçalar için çoğunlukla uğraşmıyorum. Bir ay kadar zaman alacak işleri kabul ediyorum böylece kadrom da bu işe yoğunlaşmış oluyor. Ama hatırını kıramadığım insanlar da oluyor tabii. Onlar için birkaç günümü feda edebiliyorum. Mesela bir müşterim benden kanun anahtarı istedi, bir hafta on gün üzerinde çalıştıktan sonra teslim ettim. Ancak şu an böyle bir lükse sahip değilim. Özel sipariş üzerine yapılan eserlere bilindiği üzere sadece bir kişi sahip oluyor. Benim yapmak istediğim şey de bu ancak bunu yapabilmem için sağlam bir ekonomik altyapıya, zamana ve tasarı için ilhama ihtiyacım var. Çarkım dönecek ki sergi açabileyim. O günün bugün olmadığını biliyorum, belki ilerde… Bu projemi gerçekleştirebilirsem daha rahat uyuyacağım gibime geliyor.
 Ömer L. Bakan: Peki telkâri sanatını başkalarına öğretiyor musun?
İbrahim Şahini: Evet, buna mecburum. Sevilay diye bir arkadaşım var ona öğretiyorum. Bir de Esra var. O da yeni başladı, çok istekli ve bu sanatı öğrenmek için Bergama’ya taşındı. Telkâri üretimi hiçbir zaman yok olmayacak ama zaman zaman duraklamalar yaşıyor. Ortaya tekrar çıktığında ise daha farklı şekilde vücuda geliyor. Ancak bir sanatı icra edebilmek için onun eski tekniklerini de iyi bilmek gerekiyor. Bunun için bildiklerimi paylaşıyorum. Ben yanımda çalışan insanlara telkârinin kurallarını öğretmek istiyorum. Mesela geçenlerde Aliağa Belediyesi’nden teklif geldi. Meslek edindirme kursları kapsamında telkâriyi öğretmemi istediler ancak üç ay gibi kısa bir dönemde telkârinin inceliklerini (kaynak nasıl yapılır, nasıl törpülenir?) nasıl öğretebilirim ki? İnsanlar evde sıkılıyorlar ve belli bir yaşı geçtikten sonra: “Gideyim telkâri öğreneyim.” diyorlar. Bunu düşüneceklerine resim sanatı ile uğraşmaları daha mantıklı. Resim sanatını küçümsediğimi düşünmeyin sakın. Böyle söylüyorum çünkü telkâri yapabilmek için el kırıklığı gerekiyor ayrıca da madenle,  ateşle çalışmak gerekiyor. Bu işin zanaatı önemli. Önce zanaatı öğreneceksin, ondan sonra sanat yapacaksın. Zanaat öğrenmek de uzun bir süreç gerektiriyor, sabır istiyor. Her gün bir element öğrenerek bir yılda üç yüz element öğreneceksin ve bu da telkârinin sadece abc’sidir. Kısa bir zaman diliminde insanlara öğreteceklerim yarım yamalak kalır, baştan anlatmaya kalksam bu da çok zaman alır. Öğretmiş olsam paramı alırım ancak hak etmiş olmam. Çünkü insanlara gereken bilgiyi ve zamanı ayırmamış olurum. Bu işi yapabilmek için sabır ve zaman gerekiyor.
Ömer L. Bakan: Telkâri gramla mı satılıyor yoksa verilen emeğe göre mi fiyat belirliyorsun?
İbrahim Şahini: Türkiye’de gramla satılıyor. Madenin değeri belli ama emeğin değeri zamanla ölçülüyor. Benim kazanmam gereken sabit bir para var, bunu koruyabildiğim sürece ayakta kalabilirim. Bir iş üzerinde kaç saat çalıştıysam ona göre bir fiyat biçiyorum.
Ömer L. Bakan: Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı İbrahim?

İbrahim Şahini: Hocam sizi tekrar gördüğüm için çok mutlu oldum. Bu benim için büyük bir sürprizdi. Umarım dostluğumuz sonsuza kadar sürer. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder