“… bir kişiyle mi evlenmişti, yoksa bir
kişilikle mi? Bir insanla mı, bir imgeyle mi? ……...’ın o hiç değişmeyen ruh
hali, bu kadar az görebildiği yüzü, onu .............. için neredeyse bir imge
haline getiriyordu: Bir maske, bir ad, saygın bir kişilik ve iki çocuk! Bunlar
bir erkeği oluşturmaya yetmiyordu. Ya heyecanlar tutkular…”
İkibiniki Haziran ayında
yazmaya başladım. Bilinçli olarak deklanşöre bastığım günden bu güne yirmi yedi
yıl geçmiş. Kuzey Ege’de, Balıkesir Havran’da,
dedelerden kalma topraklarda, “Küçük dere Köy”de yaşıyorum; dört yılı
geride bıraktım. Şimdilerde çiftçilikle uğraşmama rağmen fotoğraftan kopmam imkânsız.
İçime işlemiş bir kere; atmak, aldırmamak mümkün değil. Zaten ilk evliliğim
fotoğraf yüzünden bitmemiş miydi?
Bitmişti.
Asla pişman değilim. Neyse bunlar sizleri pek ilgilendirmiyor galiba. O
günlerde yaşadığım yere tekrar dönelim. 976 kişinin yaşadığı, muhtariyetle
yönetilen tipik bir Kuzey Ege köyü. Şimdilik buralarda fotoğraftan para
kazanmam mümkün değil. Bende burada yaşayan herkes gibi geçimimi çiftçilikten
sağlıyorum. İlkokul yılarımda bize Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğu
öğretilmemiş miydi? O günlerden bu günlere ne değişmişti de çiftçilik
şimdilerde açlık sınırı altında yaşayan insanlar topluluğu olmuştu?(toprak
ağaları hariç) AB uğruna mı bu kadar insana kıyıyorlar? Artık ben şuna
inanıyorum Türkiye’nin kurtuluşu tarımdadır.
Zeytin ağaçlarımda(Allah
dedeme gani gani rahmet eğlesin) mahsul çok iyi görünüyor. Bu sene, çiftçi
değişiyle iyi bir yıl geçireceğiz. Ovalarda ekilişler boy göstermiş; domatesler
kızarma arifesinde, fasulyeler toplanmış, barbunyalar pembeleşmiş, patlıcanlar
alabildiğine mor, biberler zümrüt salkımı gibi. Meyve ağaçları dallarını
bükmüş, adeta toplatılmaya davetiye çıkartıyorlar. Yaz aylarının bolluğu işte.
Bizim buralarda avhavi derler, Ağustos böcekleri senfonik kaygı ile
çatlarcasına cırlıyorlar ama hiç rahatsız etmiyorlar. Kaz dağları alabildiğine
yeşil; çamlar, köknarlar, meşeler, dünyada bir başka yerde örneği olmayan kaz
dağı köknarı; alabildiğine oksijen yayıyor. Zeytin ağaçları düz bir hat üzerine
dikilmiş. Öyle ki, sıralanmış ağaçlar arasındaki dar geçitlerin sonu, bana
denize ulaşıyormuş gibi bir his veriyor. Beni deniz düşüncesine sürükleyen bu
aralıklar, İstanbul boğazından uzak oluşumu mu düşündürüyor bilmiyorum?
İstanbul özlemim mi(?) Hayır. Ama İstanbul’un ılık bir yaz akşamında boğaz da
hava almak…
Çok insanın isteyip de yapamadığıdır İstanbul’da.
Benim için şanslı bir gün; çünkü ben bu akşam boğaz kenarında, hem de Rumeli
hisarında, üstelik Ali Baba’da kendimi Orhan Veli’ye komşu hissediyorum. Bir
çay istiyorum ‘tavşankanı’. Bir yandan şekeri karıştırırken derin nefes
alıyorum; hasretle. Denizin o gizemli yosun kokusu, balık kokusu ile birlikte
ciğerlerimi dolduruyor; tıka basa. Ayna yok ama yüzümdeki mutluluk ifadesini
sanki görebiliyorum. Başımı hafifçe kaldırıp sağdan sola doğru baktığımda
tretuvar da bir kadın görüyorum; oturmuş, ayakları denize sarkmış. Denizin
siyah sularından gözlerini alamıyor. Oysa yakamozların parıltısını göz
bebeklerinde hissediyorum. Kim bilir neler düşünüyor; elinde yarım ekmek arası
balığını yerken. Küçük küçük lokmaları yavaş yavaş çiğniyor. Usulca kalkıp ona doğru ilerliyorum. Şimdi balığın
kokusu denizin kokusundan daha baskın; iştahım kabarıyor. Kadının biraz solunda
sahile bağlı küçük balıkçı teknesine doğru ilerliyorum. Tekne hafifçe
sallanmakta; karaya balık servisi yapan delikanlı da tekne ile birlikte aynı
ritimde sallanıyor. Delikanlı o kadar
alışık ki; sanki tekneye bağlı bir parça. Fırtına bile çıksa o istifini hiç
bozmaz. “Bende istiyorum” diyorum. Delikanlı “Ne istiyorsun” der gibi yüzüme
bakıyor. Anlıyorum “Balık ekmek, duble olsun” diyorum. Öyle güzel kokuyor ki,
denizin kokusu ile birlikte derin bir nefes daha alıyorum.
Çok mutluyum, saatin
takvimine bakıyorum; 12 Ağustos; 13 Ağustosa yirmi yedi dakika var. On bir yıl
önce 13 Ağustos; miladım. Göz ucuyla kadına bakıyorum, o hala yakamozlar la
iletişim içerisinde, sanki beyaz, sarı, yeşil, kırmızı, mavi parıltılarla
konuşuyor. Bir an göz göze geliyoruz aynı parıltılar gözlerinde. “soğan ister
misin” diye sesleniyor balıkçının çırağı; genç delikanlı. Gözlerimi kadından
alıp “evet” diyorum. Bakışlarım biraz arkaya kayıyor; mükemmel bir fotoğraf,
ızgaranın başındaki adama kilitleniyorum. Elleri; o kocaman eller, çok etkili.
Ellerinde yılların yıpranmışlığı var. Kalın nasırlar; birer tahta parçası gibi.
Sol elinde ekmek, sağ elinde cımbız. Orhan Veli’nin şiiri geliyor aklıma. ‘Bir
elinde cımbız / Bir elinde ayna / umurunda mı dünya’. O nasırlı eller bir anda
cerrah elleri gibi geliyor bana. Balığın kılçıklarını tek tek cımbızla alıyor;
o kadar çabuk o kadar dikkatli ki; balığın etine bile dokunmuyor. Onlarca
kılçık birer birer cımbızın ucunda kalıyor. O ellerde bu marifet; dedim ya
cerrah eli gibi. ‘Ekmeğin içini alsın mı’ diyor deli kanlı. Hafifçe başımı
sallıyorum ama gözüm yine o kadında. O bu sefer Boğaz Köprüsünü seyrediyor.
Balığımı alıp ona doğru usulca yürüyorum.
—Merhaba.
Diyorum.
-…
—Yanınıza
oturabilir miyim?
-…
Yavaşça oturuyorum.
Gözleri tekrar kapkara boğaz sularında; suların üstündeki yakamozlarda. Tekrar
gözlerine bakıyorum, onlar denizden daha kara şimdi. Yakamozların parıltısı
gözlerinde kaybolmuş. Sanki birer kara delik, anlamsız ama çok derin. Kim
bilir…
—Dayanamıyorum.
Diyor.
-…
—Sevgisizliğe,
bencilliğe, kullanılmaya dayanamıyorum.
-…
Şaşırıyorum. Yüzüne daha
dikkatli bakıyorum. Tahminimden çok daha genç ama o az sayıdaki yılların
yorgunluğu çökmüş, kırışıklıkların derin izleri içerisine.
Ağabey demli çayın,
tavşankanı diyor garson. Başımı kaldırıp kızgınca bakıyorum bırak diyorum.
Tekrar dönüp baktığımda kadın yerinde yok. Deniz daha da karanlık. Yakamozlar
sönüp gitmişler. Sadece balıkçı.
Saatime
bakıyorum 12 Ağustos’u on dört dakika geçmiş, artık 13 ağustos. Akasya
ağacından düşen yaprakla başımı yukarı kaldırdığımda mevsimi değil ama bir tek
Akasya Çiçeği ile göz göze geliyorum. Bu o kadar özel ki, kalkıyorum,
koparıyorum, tatlı bir tebessümle Günay’a veriyorum.
Hazarcan’ın yarım yamalak
konuşmasıyla kendime geliyorum.
—Baba mama hazıy, annem çayıyo…
Bildiğim tek gerçek
İstanbul’dan uzaktayım. Ama bundan hiç mi hiç rahatsızlık duymuyorum. Sadece
arada sırada İstanbul’u hayal ediyorum. İyice alıştım buralara, böyle yaşamaya.
Seçtiğim bu yaşam tarzı tüm tanıdıklarım tarafından radikal bir karar olarak
tanımlandı. Bence o kadar da radikal değil. Çünkü insan bu dünyada yaşamak
istediği gibi yaşamalıdır. Ben bunu başarmak üzereyim ve de başara cağım.
İstanbul’da yaşadığım süreçte, vermiş olduğum mücadele hep para kazanma
çabasıydı. Bu çirkinlikten ve iki yüzlülükten uzaklaştığım için çok ama çok
mutluyum. Her halde “var olmanın dayanılmaz hafifliği” bu olsa gerek. Yine para
kazanma çabam devam ediyor ama İstanbul’daki gibi değil; çirkin değil. Üç
kuruşa mutlu olmanın reçetesi buralarda yazılı. Parasız kaldığımız günlerde
bile yarının kaygısını taşımıyorum. Neden(?) diye soracak olursanız, buralarda
olmanız, en azından beni yaşadığım köyde ziyaret etmelisiniz. Hep
düşünmüşümdür, yüz yıl önce yaşasaydım! Keşke öyle olsaydı, daha mükemmel
olurdu, diye düşünüyorum. Bu yaşam iki yüz yıl önce olsaydı daha da mükemmel
olurdu. Belki de fotoğrafı ben
keşfederdim. Ne kadar iddialı değimli? Böylesine iddialı olmak yaşam biçimimden
kaynaklanıyor.
“Bütün mutlu aileler
Birbirine benzer.
Bunun tam tersine,
Her mutsuz ailenin
Mutsuzluğu
Kendine göredir.”
L.
TOLSTOY
”Çok iyi şeyler düşünüyorum. Tüm
yaşadıklarımızı Unutturacak şeyler”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder