19 Mayıs 2016 Perşembe

"BİR YERLERDE OLMAK"





“… bir kişiyle mi evlenmişti, yoksa bir kişilikle mi? Bir insanla mı, bir imgeyle mi? ……...’ın o hiç değişmeyen ruh hali, bu kadar az görebildiği yüzü, onu .............. için neredeyse bir imge haline getiriyordu: Bir maske, bir ad, saygın bir kişilik ve iki çocuk! Bunlar bir erkeği oluşturmaya yetmiyordu. Ya heyecanlar tutkular…

                      İkibiniki Haziran ayında yazmaya başladım. Bilinçli olarak deklanşöre bastığım günden bu güne yirmi yedi yıl geçmiş. Kuzey Ege’de, Balıkesir Havran’da,  dedelerden kalma topraklarda, “Küçük dere Köy”de yaşıyorum; dört yılı geride bıraktım. Şimdilerde çiftçilikle uğraşmama rağmen fotoğraftan kopmam imkânsız. İçime işlemiş bir kere; atmak, aldırmamak mümkün değil. Zaten ilk evliliğim fotoğraf yüzünden bitmemiş miydi?

                      Bitmişti. Asla pişman değilim. Neyse bunlar sizleri pek ilgilendirmiyor galiba. O günlerde yaşadığım yere tekrar dönelim. 976 kişinin yaşadığı, muhtariyetle yönetilen tipik bir Kuzey Ege köyü. Şimdilik buralarda fotoğraftan para kazanmam mümkün değil. Bende burada yaşayan herkes gibi geçimimi çiftçilikten sağlıyorum. İlkokul yılarımda bize Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğu öğretilmemiş miydi? O günlerden bu günlere ne değişmişti de çiftçilik şimdilerde açlık sınırı altında yaşayan insanlar topluluğu olmuştu?(toprak ağaları hariç) AB uğruna mı bu kadar insana kıyıyorlar? Artık ben şuna inanıyorum Türkiye’nin kurtuluşu tarımdadır.




                      Zeytin ağaçlarımda(Allah dedeme gani gani rahmet eğlesin) mahsul çok iyi görünüyor. Bu sene, çiftçi değişiyle iyi bir yıl geçireceğiz. Ovalarda ekilişler boy göstermiş; domatesler kızarma arifesinde, fasulyeler toplanmış, barbunyalar pembeleşmiş, patlıcanlar alabildiğine mor, biberler zümrüt salkımı gibi. Meyve ağaçları dallarını bükmüş, adeta toplatılmaya davetiye çıkartıyorlar. Yaz aylarının bolluğu işte. Bizim buralarda avhavi derler, Ağustos böcekleri senfonik kaygı ile çatlarcasına cırlıyorlar ama hiç rahatsız etmiyorlar. Kaz dağları alabildiğine yeşil; çamlar, köknarlar, meşeler, dünyada bir başka yerde örneği olmayan kaz dağı köknarı; alabildiğine oksijen yayıyor. Zeytin ağaçları düz bir hat üzerine dikilmiş. Öyle ki, sıralanmış ağaçlar arasındaki dar geçitlerin sonu, bana denize ulaşıyormuş gibi bir his veriyor. Beni deniz düşüncesine sürükleyen bu aralıklar, İstanbul boğazından uzak oluşumu mu düşündürüyor bilmiyorum? İstanbul özlemim mi(?) Hayır. Ama İstanbul’un ılık bir yaz akşamında boğaz da hava almak…
                       Çok insanın isteyip de yapamadığıdır İstanbul’da. Benim için şanslı bir gün; çünkü ben bu akşam boğaz kenarında, hem de Rumeli hisarında, üstelik Ali Baba’da kendimi Orhan Veli’ye komşu hissediyorum. Bir çay istiyorum ‘tavşankanı’. Bir yandan şekeri karıştırırken derin nefes alıyorum; hasretle. Denizin o gizemli yosun kokusu, balık kokusu ile birlikte ciğerlerimi dolduruyor; tıka basa. Ayna yok ama yüzümdeki mutluluk ifadesini sanki görebiliyorum. Başımı hafifçe kaldırıp sağdan sola doğru baktığımda tretuvar da bir kadın görüyorum; oturmuş, ayakları denize sarkmış. Denizin siyah sularından gözlerini alamıyor. Oysa yakamozların parıltısını göz bebeklerinde hissediyorum. Kim bilir neler düşünüyor; elinde yarım ekmek arası balığını yerken. Küçük küçük lokmaları yavaş yavaş çiğniyor.  Usulca kalkıp ona doğru ilerliyorum. Şimdi balığın kokusu denizin kokusundan daha baskın; iştahım kabarıyor. Kadının biraz solunda sahile bağlı küçük balıkçı teknesine doğru ilerliyorum. Tekne hafifçe sallanmakta; karaya balık servisi yapan delikanlı da tekne ile birlikte aynı ritimde sallanıyor.  Delikanlı o kadar alışık ki; sanki tekneye bağlı bir parça. Fırtına bile çıksa o istifini hiç bozmaz. “Bende istiyorum” diyorum. Delikanlı “Ne istiyorsun” der gibi yüzüme bakıyor. Anlıyorum “Balık ekmek, duble olsun” diyorum. Öyle güzel kokuyor ki, denizin kokusu ile birlikte derin bir nefes daha alıyorum.
                      Çok mutluyum, saatin takvimine bakıyorum; 12 Ağustos; 13 Ağustosa yirmi yedi dakika var. On bir yıl önce 13 Ağustos; miladım. Göz ucuyla kadına bakıyorum, o hala yakamozlar la iletişim içerisinde, sanki beyaz, sarı, yeşil, kırmızı, mavi parıltılarla konuşuyor. Bir an göz göze geliyoruz aynı parıltılar gözlerinde. “soğan ister misin” diye sesleniyor balıkçının çırağı; genç delikanlı. Gözlerimi kadından alıp “evet” diyorum. Bakışlarım biraz arkaya kayıyor; mükemmel bir fotoğraf, ızgaranın başındaki adama kilitleniyorum. Elleri; o kocaman eller, çok etkili. Ellerinde yılların yıpranmışlığı var. Kalın nasırlar; birer tahta parçası gibi. Sol elinde ekmek, sağ elinde cımbız. Orhan Veli’nin şiiri geliyor aklıma. ‘Bir elinde cımbız / Bir elinde ayna / umurunda mı dünya’. O nasırlı eller bir anda cerrah elleri gibi geliyor bana. Balığın kılçıklarını tek tek cımbızla alıyor; o kadar çabuk o kadar dikkatli ki; balığın etine bile dokunmuyor. Onlarca kılçık birer birer cımbızın ucunda kalıyor. O ellerde bu marifet; dedim ya cerrah eli gibi. ‘Ekmeğin içini alsın mı’ diyor deli kanlı. Hafifçe başımı sallıyorum ama gözüm yine o kadında. O bu sefer Boğaz Köprüsünü seyrediyor. Balığımı alıp ona doğru usulca yürüyorum.




—Merhaba. Diyorum.
-…
—Yanınıza oturabilir miyim?
-…

                      Yavaşça oturuyorum. Gözleri tekrar kapkara boğaz sularında; suların üstündeki yakamozlarda. Tekrar gözlerine bakıyorum, onlar denizden daha kara şimdi. Yakamozların parıltısı gözlerinde kaybolmuş. Sanki birer kara delik, anlamsız ama çok derin. Kim bilir…

—Dayanamıyorum. Diyor.
-…
—Sevgisizliğe, bencilliğe, kullanılmaya dayanamıyorum.
-…

                      Şaşırıyorum. Yüzüne daha dikkatli bakıyorum. Tahminimden çok daha genç ama o az sayıdaki yılların yorgunluğu çökmüş, kırışıklıkların derin izleri içerisine.
                      Ağabey demli çayın, tavşankanı diyor garson. Başımı kaldırıp kızgınca bakıyorum bırak diyorum. Tekrar dönüp baktığımda kadın yerinde yok. Deniz daha da karanlık. Yakamozlar sönüp gitmişler. Sadece balıkçı.
Saatime bakıyorum 12 Ağustos’u on dört dakika geçmiş, artık 13 ağustos. Akasya ağacından düşen yaprakla başımı yukarı kaldırdığımda mevsimi değil ama bir tek Akasya Çiçeği ile göz göze geliyorum. Bu o kadar özel ki, kalkıyorum, koparıyorum, tatlı bir tebessümle Günay’a veriyorum.
                      Hazarcan’ın yarım yamalak konuşmasıyla kendime geliyorum.

—Baba mama hazıy, annem çayıyo…

                      Bildiğim tek gerçek İstanbul’dan uzaktayım. Ama bundan hiç mi hiç rahatsızlık duymuyorum. Sadece arada sırada İstanbul’u hayal ediyorum. İyice alıştım buralara, böyle yaşamaya. Seçtiğim bu yaşam tarzı tüm tanıdıklarım tarafından radikal bir karar olarak tanımlandı. Bence o kadar da radikal değil. Çünkü insan bu dünyada yaşamak istediği gibi yaşamalıdır. Ben bunu başarmak üzereyim ve de başara cağım. İstanbul’da yaşadığım süreçte, vermiş olduğum mücadele hep para kazanma çabasıydı. Bu çirkinlikten ve iki yüzlülükten uzaklaştığım için çok ama çok mutluyum. Her halde “var olmanın dayanılmaz hafifliği” bu olsa gerek. Yine para kazanma çabam devam ediyor ama İstanbul’daki gibi değil; çirkin değil. Üç kuruşa mutlu olmanın reçetesi buralarda yazılı. Parasız kaldığımız günlerde bile yarının kaygısını taşımıyorum. Neden(?) diye soracak olursanız, buralarda olmanız, en azından beni yaşadığım köyde ziyaret etmelisiniz. Hep düşünmüşümdür, yüz yıl önce yaşasaydım! Keşke öyle olsaydı, daha mükemmel olurdu, diye düşünüyorum. Bu yaşam iki yüz yıl önce olsaydı daha da mükemmel olurdu. Belki de fotoğrafı ben keşfederdim. Ne kadar iddialı değimli? Böylesine iddialı olmak yaşam biçimimden kaynaklanıyor.





“Bütün mutlu aileler
Birbirine benzer.
Bunun tam tersine,
Her mutsuz ailenin
Mutsuzluğu
Kendine göredir.”

L. TOLSTOY




”Çok iyi şeyler düşünüyorum. Tüm yaşadıklarımızı Unutturacak şeyler”





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder