KUTUP
YILDIZI GİBİYDİ; TÜM PUSULALAR ONU GÖSTERİYORDU.
Ö.L.B.
Bu sayımızdaki sanat sayfalarımızdan birine S.Ü. Güzel
Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim İş Öğretmenliği ABD öğretim üyesi Doç. Dr.
Alaybey Karoğlu’nu konuk ettik. Alaybey’in adını hep duyardım, ondan sürekli
söz edilirdi. Söyleşimiz sırasında anladım ki anlatılanlar boşa değilmiş.
Gerçektende o, nev-i şahsına münhasır biri.
Hocam,
kendinizi anlatır mısınız bize?
Her şeyden önce böyle sıcak ve güzel bir günde hem bana ve
sanata zaman ayırdığınız için hem de nazik teşrifleriniz için, hoş geldiniz
demek istiyorum. Sayfalarınızda sanata yer verdiğiniz için başta şahsınıza,
Konkort Dergisine, derginiz çalışanlarına ve tüm emeği geçenlere teşekkürlerimi
sunuyorum. Sizinle tanışmaktan, mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum. Bu
sohbet sadece sizinle aramızdaki bir paylaşım olarak değil, derginizin farklı
yerlere ulaşması nedeniyle dergi okurları arasında bir iletişim şeklinde de
değerlendirilmeli.
Ben, kendinden bahsetmeyi seven ve bundan hoşlanan birisi
değilim. Sanatçıyı zaman, toplum ve tarih layık olduğu yere getirir. Ancak, gerektiğinde
maziye, kırık dökükte olsa çocukluk anılarınıza ya da gençlik döneminize geri
gitmeniz gerekebilir. Belki bu şekilde, bir gezinti bağlamında bir şeylerden
söz edebilirim.
1961 yılında Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdum. Çaykara;
dağlar arasına sıkışmış, iki ayrı koldan gelen derelerin birleştiği, yeşilin
her tonunun görülebileceği şirin bir Karadeniz ilçesi. Solaklı Deresi’nin böldüğü
derin vadinin iki yamacında yer alan kestane, palamut, çam ormanları ve yanı
sıra fındık bahçeleri içerisindeki gelinlik giymiş erik ağaçları, çocukluk
görsel hafızamda kalanlar…
O yıllarda resim
derslerini hava uygunsa yani yağmur yağmıyorsa okul bahçesinde yapardık.
Şüphesiz doğayı gözlemek, algılamak ve o görüntüleri resme aktarmak, biçimsel
özelliklerin içleştirilmiş bir duyguya dönüşmesine ve yaşanmasına olanak
sağlıyordu. Bu yüzden müthiş keyif verici bir şeydi bizim için. Sanıyorum o
yoğun duygu seli, estetik doğa unsurları,
daha sonraki ortaokul ve lise yıllarında da etkilerini sürdürdü. Şüphesiz
sanata, estetiğe ve doğaya karşı ilk yönelmemin o dönemde olduğunu
söyleyebilirim. Resim, o zamanlarda da önemliydi benim için. Sınıf arkadaşlarımın
hemen hemen hepsinin resim defterlerinin ilk sayfalarına resim yapardım.
İlkokul dördüncü sınıftaydık, resim dersinde bahçeye
çıkmıştık. Karşımızda üç, dört tane kızılağaç, arkada da dere ve evler vardı. Resim
konumuz buydu. Hiç unutmuyorum, ikinci sınıfların öğretmeni olan İsmet Konan
geldi, çizdiğim resmi koparıp aldı ve bunu müdüre gösterdi. O da resmimi okul panosuna
asmıştı. Müthiş bir şeydi benim için. Normalde panoda beşinci sınıf
öğrencilerinin resimleriyle yazıları yer alıyordu. Henüz dördüncü sınıftaki
birisinin resminin panoda yer alması, benim için çok gurur vericiydi.
Ortaokuldayken resim hocamız yoktu. Son sınıfa geldiğimizde resim
dersimizi yürütmek üzere bir ilkokul öğretmeni görevlendirildi. Bize ambalaj kâğıdına
resim çizdirdi. Yeni bir şeydi bizim için. Resim defterinin dışında bir malzeme
tanımıyorduk çünkü. Modelden desen çalışması yapıyorduk. Modelin duruşuna göre
ve aldığı hareketi, vücudun parça bütün ilişkisini ve adale yapısından söz etti.
Dikkatlerimizin doğrultusunda bir desen çizdik. Aradan bir hafta geçti. Hocamız
bir önceki resimleri değerlendirmek adına geçen hafta çizdiğimiz resimleri aldı
ve benim resmimi tahtaya astı. Anatomik özellikler, duruş, kâğıda yerleştirmek
gibi parça ve bütünlük konusundan bahsettikten sonrada “Bu arkadaşımız ressam
olur.” dedi. Oysa o zamana kadar bütün derslerim çok iyiydi. Hep aklımdan iyi
bir mühendis olmayı geçiriyordum. O ders bitmek bilmedi. Zil çaldı nihayetinde
ve hoca çıkar çıkmaz hemen peşinden gittim. Hocam, siz benim için “Arkadaşınız
ressam olur.” dediniz… Ben ressam olmak istiyorum. Ne gerekiyorsa söyleyin
hepsini yapmaya hazırım dedim.
O zamana
kadar ressam olmakla ilgili bir düşünceniz yok muydu?
Nasıl ressam olunur ya da olunur mu bilmiyorduk. O, Kaf Dağı’nın
arkasında bir şeydi bizim için. İsmet Konan’ın resmimi alıp asmasından öte konu
hakkında hiçbir bilgim yoktu. Tabii ki resim yapıyordum. Hem de defterlerce... Evin
penceresine asıyordum onları. Değirmene gidenler resimlere bakarak; “Bunları
kim yaptı?” diye soruyorlardı. Köylülerin takdirine sunuyordum resimlerimi. Ama
onun haricinde profesyonel düzeyde ilgi gösteren yoktu.
Yani ressam
olmak gibi bir hayaliniz yoktu.
Olsa bile içinizde kalıyordu. Yani aşk, tutku, sevgi
içinizde, ama onu paylaşacak kimse yok. Resim aşkı da böyle bir şey. Biz, lisedeyken
resim hocası ile tanıştık. Kendisi üniversite yıllarında atölye hocam olacak
olan Mustafa Ayaz’ın öğrencisiydi. Bize yağlı boya tekniğini ve değişik
teknikler gösterdi.
1978 yılında Gazi Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nün sınavını kazandım.1983 yılında muzun oldum. Üniversite
bittikten sonra hem bir dergide sanat üzerine yazılar yazmaya hem de yüksek
lisans programına başladım. Aynı yıl Tunceli Pertek Pınarlar Ortaokulu’na
stajyer resim öğretmeni olarak tayinim çıktı. Haritada bile yerini bulamadığım
bu beldede bir yıl öğretmenlik yaptım.
1985 yılında Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim
Fakültesi Ağrı Eğitim Yüksekokulu’nda (burası sınıf öğretmeni yetiştiren bir kurumdu)
resim ve iş teknik hocası olarak çalıştım. 1988 yılında daha önce öğrencisi
olduğum Gazi Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak döndüm.
1990 yılında Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Öğretmenliği
Bölümü’nün kurucusu ve ilk Bölüm Başkanı olarak Konya’da göreve başladım.
Artık oturmuş bir kurum olarak bölümümüz, sadece Konya’mızın
değil ülkemizin ve toplumumuzun aydınlanmasına ışık tutmaya devam ediyor. Mezunlarımız,
Anadolu’nun her bir köşesinde sanat eğitimi konusunda yeni kuşakların
yetişmesinde katkıda bulunarak, fedakârca çalışmalarını sürdürüyor. O günden bu
yana da Selçuk Üniversitesi’ndeki görevime devam ediyorum. Ama bu sadece
üniversitemiz ve Konya’mız bağlamında düşünülecek bir şey değil; aynı zamanda
ülkemizin çeşitli merkezleri ve dünya ile entegre olmuş bir şekilde
çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Sanatla haşır neşir olmaya başladığım, çizgiyi ve
rengi kullandığım günden bu yana dünyam, hayallerim, sevdalarım çok değişti,
ama bu topluma ve bu doğaya karşı olan sevdam hiç değişmedi, sadece artarak
devam ediyor. İşimi, toplumumuzu, mensup olduğum milletimi ve bu coğrafyayı çok
sevdiğimi vurgulamak istiyorum. Sanatımdaki bitmeyen tutku ve enerji, sanırım bu
temel anlayışımdan kaynaklanıyor.
Hocam
sizinle biraz geç tanıştık, ama isminizi sürekli duyuyordum. Sanatçı
dostlarımızla, arkadaşlarımızla sohbetlerimizde hep sizin adınız geçiyor, “Bu
dergide Alaybey mutlaka olmalı, onsuz olmaz.” diyorlardı. Siz ne yaptınız da
Alaybey’siz olmuyor, onu merak ettim.
Aslında hiçbir şey yapmadım. Konya’da üniversal düzlemde
sanat eğitimi veren ilk kurumu kurarak, eğitim ve öğretimin başlatılmasında bir
şekilde emeğim geçtiği için öyle söylüyorlar herhalde. Konya’da sanat eğitimi
alanında görev alan ilk mezunlarımız yeni kuşaklar yetiştirdiler. Belki bu
gelenekte yirmi yıllık mesleki süreç içerisinde benimde tuzum olduğu içindir.
Ama kurumumuzdan mezun olan öğrencilerimin bu süreci sevgi ve saygı
çerçevesinde takdirleri ile değerlendirdiklerini düşünüyorum ve onların bu
sıcak yaklaşımlarını saygıyla karşıladığımı ifade etmek istiyorum.
Ama bir de gönül bağı var hocam. Bu kadarda mütevazı olmanın gerekli
olmadığını düşünüyorum.
Şunu söyleyebilirim, kimseden takdir ve teşekkür almak için
bu yola çıkmadım. Kararlı ve inançlı olduğum bir hissiyatım vardı ve bu da Türk
milleti ve Türkiye’nin geleceğiydi. Özellikle içinde bulunduğumuz dönem, sanata
ve eğitime karşı olumsuz tavırların egemen olduğu, sanatın çok net ve sert bir
şekilde toplumdan uzaklaştırılmak istendiği hatta dışlandığı bir ortam. Oysa
biz yirmi yıl önce, gelecek çağı kuşatacak, sanat alanında anlamlı ve onurlu adımlar
atmanın gururunu yaşıyorduk. Bu durum geçmiş ile bugünün muhasebesi ve
karşılaştırılması bağlamında ele alındığında, bugün sanatın diz çökmüş ve dışlanmış
hali karşısında bizim neleri planladığımızı ve gerçekleştirdiğimizi daha net
görebiliyoruz. Yoğun emek ve gayret sonucu ortaya konan bu olumlu çağdaş
gelişmeler yanında, giderek sanatın zayıflatıldığını, müfredatlardan sanat
eğitimi derslerinin yarıya indirilerek seçmeli ders haline getirildiğini,
yayınlar, sergiler, yarışmalar ve müzeler konusunda sınıfta kalındığını, kimi
sanatçıların ülkeyi terk etme durumunda bırakıldıklarını üzülerek ifade etmek
istiyorum. Bütün bunlara rağmen herkes şunu iyi bilsin ki; bu milli eğitim ve
kültür anlayışı yanı sıra sanata karşı her türlü ilkel yaklaşımı ortaya
koyanlar, sanatın birleştirici, aydınlatıcı ve diriltici gücü karşısında yok
olmaya mahkûmdurlar. Güneşin doğması yakındır. Türkiye bu karanlığa daha fazla gömülmeyecek tir.
Ben bunu
manifesto olarak kabul ediyorum hocam.
Bunu her yerde söylüyorum, önemli ve yeni bir şey değil. Ben,
inandığını her yerde ve her zaman çekinmeden ve en yüksek perdeden ifade etmeyi,
bilim ve sanat adamının gereken doğal tavrı olarak görüyorum.
Peki,
akademik kariyeriniz nasıl devam etti? Neler yaptınız?
1986’da tamamlamıştım yüksek lisansımı. Zorlu geçti. Çok
ciddi hocalardan ders aldım. O dönemde Bedrettin CÖMERT ve onun danışmanlığını
yaptığı Esin YARAR DAL hocalarımın çalışmaları vardı. Sanat eleştirisi üzerine
çalışıyorlardı. Sanat eleştirisi, özelliklede resim eleştirisi alanında
Türkiye’de üçüncü tezi ben hazırladım. Şimdi onlarca gencin sanatın değişik
alanlarında önemli araştırma ve inceleme yaptıklarını mutlulukla takip
ediyoruz.
O dönemde bilgisayar yoktu. Bunların dışında kaynaklara
erişme imkânımız zordu. Şu anki gibi internette bilgi arama motorumuz yoktu. Bir
yaz boyunca güneş yüzü görmeden kütüphanede arşiv taraması yaptım. Çok zamanımı
aldı bu yüksek lisans çalışması. Ama iyi bir deneyim oldu. Daha sonra, Gazi
Üniversitesi’nden sanatta yeterlik aldım ve ayrıca Selçuk Üniversitesi Sanat Tarihi
bölümünde bir daha doktora yaptım. Yani hem resim hem de sanat tarihi alanında
doktora yapma imkânım oldu. 1990 yılında yardımcı doçent, 2006 yılında doçent
oldum.
Hocam şu
dikkatimi çekti, sizin seksenli yıllarda yaptığınız tez araştırması inanılmaz
bir boyutta gerçekleşiyor.
Evet, zordu o dönemde. Türkiye’de sanat eğitimi veren yüksek
öğretim kurumları büyük kentlerimizle sınırlıydı. Şimdi ise Türkiye’nin doğusundan
batısına, kuzeyinden güneyine kutsal Anadolu topraklarını inci gibi süsleyen
kentlerimizde, inci gibi parlayan güzel sanat fakülteleri ve güzel sanat bölümleri
var. Bunların hepsinin geliştiğini görüyoruz. Yüzlerce genç sanatçının ve
araştırmacının sanatın her dalında yaptıkları araştırma ve incelemelerini ve
projelerini gördükçe büyük mutluluk duyuyorum. Bunlar genç ve önleri açık.
Dolayısıyla bu gençler sanat alanındaki eksiklikleri giderecek olan potansiyel
bilim ve sanat adamları. Türkiye’de sanat alanında iyi bir potansiyel var
diyebilirim.
Çizgi ve
renkten bahsettiniz. Resimlerinizde özel bir tat, özel bir çizgi olduğu
söylendi bana, dışarıda gördüklerim gibi.
Çok teşekkür ediyorum. Çizgi resim için önemlidir, bir
anlamda temelidir. Çizgi, teknikle ilgili bir kavramdır. Teknik ile ilgili
kavramlar ise evrenseldir. Yani Picasso’nun kullandığı bir renk, Matisse’in ele
aldığı bir çizgi, Klimpt’in ele aldığı bir motif belli bir kimseye ait olamaz.
Ancak, bu teknik içerikle beraber ele alındığında yeni bir kimlik ortaya koyar.
Yani özü ya da bir biçimi nasıl olursa olsun kendi kimliğinizle ele almazsanız
o zaman siz yoksunuz demektir. Bir bireyin var olabilmesi için kendine has bir
üslup, bir dil ortaya koyması gerekir. Bu edebiyatta da, sinema ve müzikte de
böyledir.
Bu nedenle bir kimlik ortaya koymanın gerek olduğunu, rengi de
çizgiyi de biçimin bir parçası olarak ortaya koyduğumu dile getireyim. Resimlerime
baktığınızda her birisi başka başka. Ben aynı yerde hiç durmadım. Resimler arasındaki farkı onları bir araya
koyduğumuz zaman görürüz. Belki özdeki tat, özdeki estetik, coşku, vurgu benzer
olmakla birlikte değişen birçok şey olduğunu görüyorum. Belki bilimsel
araştırmalara bağlı verileri elde ederek ve bu verilere de çağın getirdiği
duyusal yönü katarak yoğurduğum için ortaya farklı bir şeyler çıkıyor. Konuyu
çok fazla uzatmadan ve dağıtmadan özetlemem gerekirse, sanatçının öncelikle ben
kimim sorusuna yanıt bulması gerekir. Ben kimim sorusuna verilecek yanıt
tamamen sübjektiftir ve kendine aittir, ama o kimliğinin bir parçasıdır ve o
tarihi süreçle kültürel varlıkla da çelişmeyen bir ifade olmalı.
Benim sevdam ve aşkım, bir Fransız sevdasına, aşkına benzemez.
Benimkinin formatı farklıdır ve bu format sınırlı bir alan değildir. Ortak bir
kültürel anlayışın, kabullerin ve bunun içerisinde maddi-manevi tüm değerlerin
ortak bileşkesi olarak bütününün bir kimlik oluşturduğuna inanıyorum.
Dolayısıyla bu şekilde baktığımız zaman Türk tarihi ve Türk kültürü içerisindeki
sanat ürünlerinin hepsinin ortak dili bizim çizgimizi oluşturur. Çünkü
kendimizi tanımlarken hem Türk kimliğini hem de İslam kimliğini bir arada
tutuyoruz, ama bununla beraber biz bu çağı da yaşıyoruz. Dünyada üretilmiş
evrensel bağlamda ne varsa aynı zamanda bizimde varlığımızın bir parçasıdır.
Hocam
çerçeveyi güzelce koydunuz, ama bu çerçeve içerisinde temalarınızı belirlerken
ne yapıyorsunuz.
Tema sanat için belirleyici değildir. Her şeye sevgi ile
bakıyorum. Bir şeyi, algılanan maddi bir varlığın ötesinde sevgiyle yaklaşılması
gereken bir varlık olarak algılıyorum. Dış dünyayı taklit edecek kadar kendimi inkâr
edemem. Ben sonsuzluğu, mekânsızlığı seviyorum. İzleyiciyi şartlandırmadan her
türlü özgürlüğe açık bir biçim ortaya koyuyorum. Ancak, bizim sevdamızı ve
yüreğimizi ortaya koyabilen bir konuyu henüz keşfetmedim.
Yurt dışında
kalıp yurda döndükten sonra açtığınız serginizdeki resimlerin yirmi sene önceki
resimlerden çok daha farklı olduğunu düşünüyorum, bunu nasıl açıklarsınız?
Sanatçı duyarlılıkları açık olan bir insandır. Dünyanın birçok
yerinde yaşanan felaketler, sıkıntılar ve bunların ötesinde insan hakları
ihlalleri sanatçıları etkiler. Dünyada ve ülkemizde bu kadar sıkıntı varken, yüreğim
yanarken, sevgiliye serenat yazma hakkını kendimde göremedim.
Kazakistan
coğrafyasındaki resimlerde bir dinginlik, bir rahatlık vardır. Bu benim bilinçli
bir tercihim değildi; coğrafyanın, insanların, gördüklerinizin etkisiydi. Yani reel,
gerçeği kavrama biçimi ile ortaya çıkan sonuçlar bunlar. Giderek renklenen bu
resimler; benim sevdamın resimleri, beynimin, yüreğimin resimleri. Göz merceğinden yakalayıp, gönül süzgecinden
geçirdiğimin resimler… Ama bunlar benim olduğu kadar ülkemin, insanların ve
insanlığın resimleri.
Sizi farklı
yapanda zaten bu.
Sanat yaparken duygularınızı, düşüncelerinizi, kimliğinizi
ortaya koyuyorsunuz. Belki insan
sevgisini ortaya koyuyorsunuz. Biçimin optik görüntüsüne takılmayanlar için
söylüyorum bunu. Eğer bir biçime bağlı olarak üretenler varsa ben onları
sanatçı olarak görmüyorum. Yani resim; göz ve el işi değil, beyin, yürek, bilgi
işidir. Ressam, bir adım ötesini bilmeyen, hangi sürprizlerle karşılaşacağını önceden
kestiremeyen kişidir. Zaten ne gibi bir sürpriz çıkacağını, ne gibi bir
güzellikle karşılaşacağını önceden biliyorsa, yaptığı işin anlamı ve önemi
yoktur. İnsanoğlu düşündüğü, ürettiği sürece vardır.
Eğitimci
bir kimliğe sahipsiniz, öğrencileri nasıl görüyorsunuz?
Bu günkü gençlik; idealleri, ütopyaları, beklentileri ve
sorunlarıyla farklı bir gençlik. Genç sanat eğitimcisi öğrencilerimizin hem
ülkeyi hem toplumu çok iyi tanıdıklarını, dünyayı yakından takip ettiklerini,
gittikleri okulları aydınlattıklarını söyleyebilirim. Onlar yeni bin yılın
Türkiye’sini yaratacaktır. Bu gençliğin gelecekte sadece Anadolu yani Türkiye
coğrafyasına değil, dünyaya şekil verecek bir gençlik olacağını da düşünüyorum.
Birazda kendi
projelerinizden bahseder misiniz?
Üreten ve çalışan birisiyim. Yeni eserler, sergiler gelecektir,
ama sanıyorum tema olarak bir takım değişiklikler de olacaktır. Yani doğadan
figüre, figürden yeniden soyuta, soyuttan yeniden biçime doğru gidip gelen, med
cezirleri olan tematik birtakım değişikler olabilir.
En son
söylemek istediğiniz nedir hocam?
Türk kültür ve sanatı hemen her alanında en şansız ve
talihsiz dönemini yaşıyor. Bu durumun en kısa süre içerisinde giderilmesi
gerekmektedir. Başta eğitim kurumlarımızdaki müfredatların gözden geçirilmesi,
ders saatlerinin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaştırılması, müzik ve resim
alanındaki öğretmenlerin derhal ve ivedi olarak istihdam edilmesi
gerekmektedir.
Büyük kentlerimizde modern sanat müzelerinin kurulması, uluslararası etkinliklerin gerçekleştirilmesi
ve başta TRT olmak üzere tüm medya kuruluşlarının sanata gereken önemi vererek adam
gibi bir sanat programı yapabilecek niteliğe kavuşturulmasını bekliyor ve
istiyoruz.
Konya çok önemli bir kenttir. Sadece Selçuklunun
başkenti değil, karşılıklı sevginin ve hoş görünün de başkentidir. Bu güzel
duyguların filizlendiği, gök kubbenin altında dünyaya biçim verebilecek anlamlı
ve önemli bir yerdir Konya. Gelişmiş sanayisinin yanı sıra, tarihi ve kültürel
yönden bağrında barındırdığı sayısız tarihi eserleri ile açık hava müzesi niteliği
taşımaktadır. Konya’nın çağdaş dünyada hak ettiği yeri alabilmesi için, bu
görkemli değerlerine paralel olarak sanatın icra edileceği salon ve galeri gibi
yeni mekânlara kavuşması gerekmektedir. Böylece, düzenlenecek uluslararası
etkinlikler ile kültür başkenti olma niteliğini devam ettirmelidir.
Teşekkürler
Hocam, yüreğinize, dilinize sağlık.
Ben de çok teşekkür ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder