5 Mayıs 2016 Perşembe

ALAYBEY KAROĞLIU

KUTUP YILDIZI GİBİYDİ; TÜM PUSULALAR ONU GÖSTERİYORDU.
                                                                                                               Ö.L.B.





Bu sayımızdaki sanat sayfalarımızdan birine S.Ü. Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim İş Öğretmenliği ABD öğretim üyesi Doç. Dr. Alaybey Karoğlu’nu konuk ettik. Alaybey’in adını hep duyardım, ondan sürekli söz edilirdi. Söyleşimiz sırasında anladım ki anlatılanlar boşa değilmiş. Gerçektende o, nev-i şahsına münhasır biri.

Hocam, kendinizi anlatır mısınız bize?
Her şeyden önce böyle sıcak ve güzel bir günde hem bana ve sanata zaman ayırdığınız için hem de nazik teşrifleriniz için, hoş geldiniz demek istiyorum. Sayfalarınızda sanata yer verdiğiniz için başta şahsınıza, Konkort Dergisine, derginiz çalışanlarına ve tüm emeği geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum. Sizinle tanışmaktan, mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum. Bu sohbet sadece sizinle aramızdaki bir paylaşım olarak değil, derginizin farklı yerlere ulaşması nedeniyle dergi okurları arasında bir iletişim şeklinde de değerlendirilmeli. 
Ben, kendinden bahsetmeyi seven ve bundan hoşlanan birisi değilim. Sanatçıyı zaman, toplum ve tarih layık olduğu yere getirir. Ancak, gerektiğinde maziye, kırık dökükte olsa çocukluk anılarınıza ya da gençlik döneminize geri gitmeniz gerekebilir. Belki bu şekilde, bir gezinti bağlamında bir şeylerden söz edebilirim.
1961 yılında Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdum. Çaykara; dağlar arasına sıkışmış, iki ayrı koldan gelen derelerin birleştiği, yeşilin her tonunun görülebileceği şirin bir Karadeniz ilçesi. Solaklı Deresi’nin böldüğü derin vadinin iki yamacında yer alan kestane, palamut, çam ormanları ve yanı sıra fındık bahçeleri içerisindeki gelinlik giymiş erik ağaçları, çocukluk görsel hafızamda kalanlar…
 O yıllarda resim derslerini hava uygunsa yani yağmur yağmıyorsa okul bahçesinde yapardık. Şüphesiz doğayı gözlemek, algılamak ve o görüntüleri resme aktarmak, biçimsel özelliklerin içleştirilmiş bir duyguya dönüşmesine ve yaşanmasına olanak sağlıyordu. Bu yüzden müthiş keyif verici bir şeydi bizim için. Sanıyorum o yoğun duygu seli,  estetik doğa unsurları, daha sonraki ortaokul ve lise yıllarında da etkilerini sürdürdü. Şüphesiz sanata, estetiğe ve doğaya karşı ilk yönelmemin o dönemde olduğunu söyleyebilirim. Resim, o zamanlarda da önemliydi benim için. Sınıf arkadaşlarımın hemen hemen hepsinin resim defterlerinin ilk sayfalarına resim yapardım.
İlkokul dördüncü sınıftaydık, resim dersinde bahçeye çıkmıştık. Karşımızda üç, dört tane kızılağaç, arkada da dere ve evler vardı. Resim konumuz buydu. Hiç unutmuyorum, ikinci sınıfların öğretmeni olan İsmet Konan geldi, çizdiğim resmi koparıp aldı ve bunu müdüre gösterdi. O da resmimi okul panosuna asmıştı. Müthiş bir şeydi benim için. Normalde panoda beşinci sınıf öğrencilerinin resimleriyle yazıları yer alıyordu. Henüz dördüncü sınıftaki birisinin resminin panoda yer alması, benim için çok gurur vericiydi.
Ortaokuldayken resim hocamız yoktu. Son sınıfa geldiğimizde resim dersimizi yürütmek üzere bir ilkokul öğretmeni görevlendirildi. Bize ambalaj kâğıdına resim çizdirdi. Yeni bir şeydi bizim için. Resim defterinin dışında bir malzeme tanımıyorduk çünkü. Modelden desen çalışması yapıyorduk. Modelin duruşuna göre ve aldığı hareketi, vücudun parça bütün ilişkisini ve adale yapısından söz etti. Dikkatlerimizin doğrultusunda bir desen çizdik. Aradan bir hafta geçti. Hocamız bir önceki resimleri değerlendirmek adına geçen hafta çizdiğimiz resimleri aldı ve benim resmimi tahtaya astı. Anatomik özellikler, duruş, kâğıda yerleştirmek gibi parça ve bütünlük konusundan bahsettikten sonrada “Bu arkadaşımız ressam olur.” dedi. Oysa o zamana kadar bütün derslerim çok iyiydi. Hep aklımdan iyi bir mühendis olmayı geçiriyordum. O ders bitmek bilmedi. Zil çaldı nihayetinde ve hoca çıkar çıkmaz hemen peşinden gittim. Hocam, siz benim için “Arkadaşınız ressam olur.” dediniz… Ben ressam olmak istiyorum. Ne gerekiyorsa söyleyin hepsini yapmaya hazırım dedim.



O zamana kadar ressam olmakla ilgili bir düşünceniz yok muydu?
Nasıl ressam olunur ya da olunur mu bilmiyorduk. O, Kaf Dağı’nın arkasında bir şeydi bizim için. İsmet Konan’ın resmimi alıp asmasından öte konu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Tabii ki resim yapıyordum. Hem de defterlerce... Evin penceresine asıyordum onları. Değirmene gidenler resimlere bakarak; “Bunları kim yaptı?” diye soruyorlardı. Köylülerin takdirine sunuyordum resimlerimi. Ama onun haricinde profesyonel düzeyde ilgi gösteren yoktu.



Yani ressam olmak gibi bir hayaliniz yoktu.
Olsa bile içinizde kalıyordu. Yani aşk, tutku, sevgi içinizde, ama onu paylaşacak kimse yok. Resim aşkı da böyle bir şey. Biz, lisedeyken resim hocası ile tanıştık. Kendisi üniversite yıllarında atölye hocam olacak olan Mustafa Ayaz’ın öğrencisiydi. Bize yağlı boya tekniğini ve değişik teknikler gösterdi.
 1978 yılında Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nün sınavını kazandım.1983 yılında muzun oldum. Üniversite bittikten sonra hem bir dergide sanat üzerine yazılar yazmaya hem de yüksek lisans programına başladım. Aynı yıl Tunceli Pertek Pınarlar Ortaokulu’na stajyer resim öğretmeni olarak tayinim çıktı. Haritada bile yerini bulamadığım bu beldede bir yıl öğretmenlik yaptım.
1985 yılında Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Ağrı Eğitim Yüksekokulu’nda (burası sınıf öğretmeni yetiştiren bir kurumdu) resim ve iş teknik hocası olarak çalıştım. 1988 yılında daha önce öğrencisi olduğum Gazi Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak döndüm.
1990 yılında Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Öğretmenliği Bölümü’nün kurucusu ve ilk Bölüm Başkanı olarak Konya’da göreve başladım.
Artık oturmuş bir kurum olarak bölümümüz, sadece Konya’mızın değil ülkemizin ve toplumumuzun aydınlanmasına ışık tutmaya devam ediyor. Mezunlarımız, Anadolu’nun her bir köşesinde sanat eğitimi konusunda yeni kuşakların yetişmesinde katkıda bulunarak, fedakârca çalışmalarını sürdürüyor. O günden bu yana da Selçuk Üniversitesi’ndeki görevime devam ediyorum. Ama bu sadece üniversitemiz ve Konya’mız bağlamında düşünülecek bir şey değil; aynı zamanda ülkemizin çeşitli merkezleri ve dünya ile entegre olmuş bir şekilde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Sanatla haşır neşir olmaya başladığım, çizgiyi ve rengi kullandığım günden bu yana dünyam, hayallerim, sevdalarım çok değişti, ama bu topluma ve bu doğaya karşı olan sevdam hiç değişmedi, sadece artarak devam ediyor. İşimi, toplumumuzu, mensup olduğum milletimi ve bu coğrafyayı çok sevdiğimi vurgulamak istiyorum. Sanatımdaki bitmeyen tutku ve enerji, sanırım bu temel anlayışımdan kaynaklanıyor.



Hocam sizinle biraz geç tanıştık, ama isminizi sürekli duyuyordum. Sanatçı dostlarımızla, arkadaşlarımızla sohbetlerimizde hep sizin adınız geçiyor, “Bu dergide Alaybey mutlaka olmalı, onsuz olmaz.” diyorlardı. Siz ne yaptınız da Alaybey’siz olmuyor, onu merak ettim.
Aslında hiçbir şey yapmadım. Konya’da üniversal düzlemde sanat eğitimi veren ilk kurumu kurarak, eğitim ve öğretimin başlatılmasında bir şekilde emeğim geçtiği için öyle söylüyorlar herhalde. Konya’da sanat eğitimi alanında görev alan ilk mezunlarımız yeni kuşaklar yetiştirdiler. Belki bu gelenekte yirmi yıllık mesleki süreç içerisinde benimde tuzum olduğu içindir. Ama kurumumuzdan mezun olan öğrencilerimin bu süreci sevgi ve saygı çerçevesinde takdirleri ile değerlendirdiklerini düşünüyorum ve onların bu sıcak yaklaşımlarını saygıyla karşıladığımı ifade etmek istiyorum.
 Ama bir de gönül bağı var hocam. Bu kadarda mütevazı olmanın gerekli olmadığını düşünüyorum.
Şunu söyleyebilirim, kimseden takdir ve teşekkür almak için bu yola çıkmadım. Kararlı ve inançlı olduğum bir hissiyatım vardı ve bu da Türk milleti ve Türkiye’nin geleceğiydi. Özellikle içinde bulunduğumuz dönem, sanata ve eğitime karşı olumsuz tavırların egemen olduğu, sanatın çok net ve sert bir şekilde toplumdan uzaklaştırılmak istendiği hatta dışlandığı bir ortam. Oysa biz yirmi yıl önce, gelecek çağı kuşatacak, sanat alanında anlamlı ve onurlu adımlar atmanın gururunu yaşıyorduk. Bu durum geçmiş ile bugünün muhasebesi ve karşılaştırılması bağlamında ele alındığında, bugün sanatın diz çökmüş ve dışlanmış hali karşısında bizim neleri planladığımızı ve gerçekleştirdiğimizi daha net görebiliyoruz. Yoğun emek ve gayret sonucu ortaya konan bu olumlu çağdaş gelişmeler yanında, giderek sanatın zayıflatıldığını, müfredatlardan sanat eğitimi derslerinin yarıya indirilerek seçmeli ders haline getirildiğini, yayınlar, sergiler, yarışmalar ve müzeler konusunda sınıfta kalındığını, kimi sanatçıların ülkeyi terk etme durumunda bırakıldıklarını üzülerek ifade etmek istiyorum. Bütün bunlara rağmen herkes şunu iyi bilsin ki; bu milli eğitim ve kültür anlayışı yanı sıra sanata karşı her türlü ilkel yaklaşımı ortaya koyanlar, sanatın birleştirici, aydınlatıcı ve diriltici gücü karşısında yok olmaya mahkûmdurlar. Güneşin doğması yakındır. Türkiye bu karanlığa daha fazla gömülmeyecek tir.



Ben bunu manifesto olarak kabul ediyorum hocam.
Bunu her yerde söylüyorum, önemli ve yeni bir şey değil. Ben, inandığını her yerde ve her zaman çekinmeden ve en yüksek perdeden ifade etmeyi, bilim ve sanat adamının gereken doğal tavrı olarak görüyorum.
Peki, akademik kariyeriniz nasıl devam etti? Neler yaptınız?
1986’da tamamlamıştım yüksek lisansımı. Zorlu geçti. Çok ciddi hocalardan ders aldım. O dönemde Bedrettin CÖMERT ve onun danışmanlığını yaptığı Esin YARAR DAL hocalarımın çalışmaları vardı. Sanat eleştirisi üzerine çalışıyorlardı. Sanat eleştirisi, özelliklede resim eleştirisi alanında Türkiye’de üçüncü tezi ben hazırladım. Şimdi onlarca gencin sanatın değişik alanlarında önemli araştırma ve inceleme yaptıklarını mutlulukla takip ediyoruz.
O dönemde bilgisayar yoktu. Bunların dışında kaynaklara erişme imkânımız zordu. Şu anki gibi internette bilgi arama motorumuz yoktu. Bir yaz boyunca güneş yüzü görmeden kütüphanede arşiv taraması yaptım. Çok zamanımı aldı bu yüksek lisans çalışması. Ama iyi bir deneyim oldu. Daha sonra, Gazi Üniversitesi’nden sanatta yeterlik aldım ve ayrıca Selçuk Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde bir daha doktora yaptım. Yani hem resim hem de sanat tarihi alanında doktora yapma imkânım oldu. 1990 yılında yardımcı doçent, 2006 yılında doçent oldum.



Hocam şu dikkatimi çekti, sizin seksenli yıllarda yaptığınız tez araştırması inanılmaz bir boyutta gerçekleşiyor.
Evet, zordu o dönemde. Türkiye’de sanat eğitimi veren yüksek öğretim kurumları büyük kentlerimizle sınırlıydı. Şimdi ise Türkiye’nin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kutsal Anadolu topraklarını inci gibi süsleyen kentlerimizde, inci gibi parlayan güzel sanat fakülteleri ve güzel sanat bölümleri var. Bunların hepsinin geliştiğini görüyoruz. Yüzlerce genç sanatçının ve araştırmacının sanatın her dalında yaptıkları araştırma ve incelemelerini ve projelerini gördükçe büyük mutluluk duyuyorum. Bunlar genç ve önleri açık. Dolayısıyla bu gençler sanat alanındaki eksiklikleri giderecek olan potansiyel bilim ve sanat adamları. Türkiye’de sanat alanında iyi bir potansiyel var diyebilirim.



Çizgi ve renkten bahsettiniz. Resimlerinizde özel bir tat, özel bir çizgi olduğu söylendi bana, dışarıda gördüklerim gibi.
Çok teşekkür ediyorum. Çizgi resim için önemlidir, bir anlamda temelidir. Çizgi, teknikle ilgili bir kavramdır. Teknik ile ilgili kavramlar ise evrenseldir. Yani Picasso’nun kullandığı bir renk, Matisse’in ele aldığı bir çizgi, Klimpt’in ele aldığı bir motif belli bir kimseye ait olamaz. Ancak, bu teknik içerikle beraber ele alındığında yeni bir kimlik ortaya koyar. Yani özü ya da bir biçimi nasıl olursa olsun kendi kimliğinizle ele almazsanız o zaman siz yoksunuz demektir. Bir bireyin var olabilmesi için kendine has bir üslup, bir dil ortaya koyması gerekir. Bu edebiyatta da, sinema ve müzikte de böyledir.
Bu nedenle bir kimlik ortaya koymanın gerek olduğunu, rengi de çizgiyi de biçimin bir parçası olarak ortaya koyduğumu dile getireyim. Resimlerime baktığınızda her birisi başka başka. Ben aynı yerde hiç durmadım.  Resimler arasındaki farkı onları bir araya koyduğumuz zaman görürüz. Belki özdeki tat, özdeki estetik, coşku, vurgu benzer olmakla birlikte değişen birçok şey olduğunu görüyorum. Belki bilimsel araştırmalara bağlı verileri elde ederek ve bu verilere de çağın getirdiği duyusal yönü katarak yoğurduğum için ortaya farklı bir şeyler çıkıyor. Konuyu çok fazla uzatmadan ve dağıtmadan özetlemem gerekirse, sanatçının öncelikle ben kimim sorusuna yanıt bulması gerekir. Ben kimim sorusuna verilecek yanıt tamamen sübjektiftir ve kendine aittir, ama o kimliğinin bir parçasıdır ve o tarihi süreçle kültürel varlıkla da çelişmeyen bir ifade olmalı.
Benim sevdam ve aşkım, bir Fransız sevdasına, aşkına benzemez. Benimkinin formatı farklıdır ve bu format sınırlı bir alan değildir. Ortak bir kültürel anlayışın, kabullerin ve bunun içerisinde maddi-manevi tüm değerlerin ortak bileşkesi olarak bütününün bir kimlik oluşturduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu şekilde baktığımız zaman Türk tarihi ve Türk kültürü içerisindeki sanat ürünlerinin hepsinin ortak dili bizim çizgimizi oluşturur. Çünkü kendimizi tanımlarken hem Türk kimliğini hem de İslam kimliğini bir arada tutuyoruz, ama bununla beraber biz bu çağı da yaşıyoruz. Dünyada üretilmiş evrensel bağlamda ne varsa aynı zamanda bizimde varlığımızın bir parçasıdır.



Hocam çerçeveyi güzelce koydunuz, ama bu çerçeve içerisinde temalarınızı belirlerken ne yapıyorsunuz.
Tema sanat için belirleyici değildir. Her şeye sevgi ile bakıyorum. Bir şeyi, algılanan maddi bir varlığın ötesinde sevgiyle yaklaşılması gereken bir varlık olarak algılıyorum. Dış dünyayı taklit edecek kadar kendimi inkâr edemem. Ben sonsuzluğu, mekânsızlığı seviyorum. İzleyiciyi şartlandırmadan her türlü özgürlüğe açık bir biçim ortaya koyuyorum. Ancak, bizim sevdamızı ve yüreğimizi ortaya koyabilen bir konuyu henüz keşfetmedim.  
Yurt dışında kalıp yurda döndükten sonra açtığınız serginizdeki resimlerin yirmi sene önceki resimlerden çok daha farklı olduğunu düşünüyorum, bunu nasıl açıklarsınız?
Sanatçı duyarlılıkları açık olan bir insandır. Dünyanın birçok yerinde yaşanan felaketler, sıkıntılar ve bunların ötesinde insan hakları ihlalleri sanatçıları etkiler. Dünyada ve ülkemizde bu kadar sıkıntı varken, yüreğim yanarken, sevgiliye serenat yazma hakkını kendimde göremedim.
 Kazakistan coğrafyasındaki resimlerde bir dinginlik, bir rahatlık vardır. Bu benim bilinçli bir tercihim değildi; coğrafyanın, insanların, gördüklerinizin etkisiydi. Yani reel, gerçeği kavrama biçimi ile ortaya çıkan sonuçlar bunlar. Giderek renklenen bu resimler; benim sevdamın resimleri, beynimin, yüreğimin resimleri.  Göz merceğinden yakalayıp, gönül süzgecinden geçirdiğimin resimler… Ama bunlar benim olduğu kadar ülkemin, insanların ve insanlığın resimleri.
Sizi farklı yapanda zaten bu.
Sanat yaparken duygularınızı, düşüncelerinizi, kimliğinizi ortaya koyuyorsunuz.  Belki insan sevgisini ortaya koyuyorsunuz. Biçimin optik görüntüsüne takılmayanlar için söylüyorum bunu. Eğer bir biçime bağlı olarak üretenler varsa ben onları sanatçı olarak görmüyorum. Yani resim; göz ve el işi değil, beyin, yürek, bilgi işidir. Ressam, bir adım ötesini bilmeyen, hangi sürprizlerle karşılaşacağını önceden kestiremeyen kişidir. Zaten ne gibi bir sürpriz çıkacağını, ne gibi bir güzellikle karşılaşacağını önceden biliyorsa, yaptığı işin anlamı ve önemi yoktur. İnsanoğlu düşündüğü, ürettiği sürece vardır.
Eğitimci bir kimliğe sahipsiniz, öğrencileri nasıl görüyorsunuz?
Bu günkü gençlik; idealleri, ütopyaları, beklentileri ve sorunlarıyla farklı bir gençlik. Genç sanat eğitimcisi öğrencilerimizin hem ülkeyi hem toplumu çok iyi tanıdıklarını, dünyayı yakından takip ettiklerini, gittikleri okulları aydınlattıklarını söyleyebilirim. Onlar yeni bin yılın Türkiye’sini yaratacaktır. Bu gençliğin gelecekte sadece Anadolu yani Türkiye coğrafyasına değil, dünyaya şekil verecek bir gençlik olacağını da düşünüyorum.



Birazda kendi projelerinizden bahseder misiniz?
Üreten ve çalışan birisiyim. Yeni eserler, sergiler gelecektir, ama sanıyorum tema olarak bir takım değişiklikler de olacaktır. Yani doğadan figüre, figürden yeniden soyuta, soyuttan yeniden biçime doğru gidip gelen, med cezirleri olan tematik birtakım değişikler olabilir.
En son söylemek istediğiniz nedir hocam?
Türk kültür ve sanatı hemen her alanında en şansız ve talihsiz dönemini yaşıyor. Bu durumun en kısa süre içerisinde giderilmesi gerekmektedir. Başta eğitim kurumlarımızdaki müfredatların gözden geçirilmesi, ders saatlerinin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaştırılması, müzik ve resim alanındaki öğretmenlerin derhal ve ivedi olarak istihdam edilmesi gerekmektedir.
Büyük kentlerimizde modern sanat müzelerinin kurulması,  uluslararası etkinliklerin gerçekleştirilmesi ve başta TRT olmak üzere tüm medya kuruluşlarının sanata gereken önemi vererek adam gibi bir sanat programı yapabilecek niteliğe kavuşturulmasını bekliyor ve istiyoruz.
         Konya çok önemli bir kenttir. Sadece Selçuklunun başkenti değil, karşılıklı sevginin ve hoş görünün de başkentidir. Bu güzel duyguların filizlendiği, gök kubbenin altında dünyaya biçim verebilecek anlamlı ve önemli bir yerdir Konya. Gelişmiş sanayisinin yanı sıra, tarihi ve kültürel yönden bağrında barındırdığı sayısız tarihi eserleri ile açık hava müzesi niteliği taşımaktadır. Konya’nın çağdaş dünyada hak ettiği yeri alabilmesi için, bu görkemli değerlerine paralel olarak sanatın icra edileceği salon ve galeri gibi yeni mekânlara kavuşması gerekmektedir. Böylece, düzenlenecek uluslararası etkinlikler ile kültür başkenti olma niteliğini devam ettirmelidir.
Teşekkürler Hocam, yüreğinize, dilinize sağlık.
Ben de çok teşekkür ediyorum.









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder