“Nasıl yaşıyorsunuz bu
şartlarda?” diye sorduğumda “İnsan her şeye alışıyor” diye cevap verdi Aslı.
Birazdan size anlatacaklarımın da özetiydi bu cevap.
Burası Konya’nın Cihanbeyli ilçesine bağlı Sağlık
köyü. Konya’ya 94, Tuz Gölü’ne 10
km . uzaklıkta. İnsanların geçimlerini tarımla
sağlamalarına rağmen, ikamet edenlerinin genelinin lüks denebilecek hayat
sürdükleri bir köy. Benim köyüm… Size anlatacağım hikâyenin kahramanları ise,
yazları çalışmak için bu köye gelen ve çadırlarda yaşayan tarım işçileridir.
Neredeyse tamamı Urfa’dan gelen bu insanların çoğu Arap asıllı ve aralarında
Kürtler de var. Ve bu işçilerin birçoğu Türkçe bilmiyor. Yazları köye gelen bu
işçiler çapa yapar, kimyon toplarlar. Sonra diğer bölgelere örneğin Karadeniz’e
gidip fındık toplayarak hayatlarını kazanırlar. Okulların açılmasına yakın bir
zamanda da evlerine yani Urfa’ya dönerler.
Aslı, bu mevsimlik işlerle hayat çabası veren
ailelerden birinin çocuğu ve henüz dokuz yaşında. Sırtında taşıdığı onca yükün
ağırlığı yüzüne yansıyor. Her zaman beni karşıladığı o buruk tebessümünde,
televizyonlarda ve filmlerde gördüğü o ihtişamlı hayatların yarısı için bile
derin bir kanaat ediş görüyorum. “Yoruldum, sıkıldım, sevilip değer verilmek,
çocukluğumu yaşamak istiyorum!”der gibi bir bakıştı bu ve ona her bakışımda
içimi acıtan… Öte yandan, erken yaşta gerçek hayatla tanışmış ve kısa zamanda
büyümüş olmasının verdiği o biraz da mağrur bakışı, tanıdığım akranlarından
daha özel yapıyordu onu. Şanslı olduğunu düşünüyordum…
Aslı’nın annesi, babası ve ağabeyleri tarlada pek de
insani olmayan koşullarda çapa yaparken, Aslı kardeşlerine bakıyor, yemek
yapıyor, kaldıkları çadırı temizliyor ve çamaşır yıkıyordu. Onunla aynı yaşta
olan kuzenim, yaz tatilini çocukluğuna yakışan şeyler yaparak geçirirken,
Aslı’nın bedeni hayat kavgasında yoruluyordu. O insanları görmem bir kez daha
hayatın herkese eşit davranmadığını düşünmeme neden oldu.
Bir tek bakışları insanın içini ısıtmaya yetiyordu
Aslı ve onun gibi çadırda yaşayan daha birçok çocuğun… Oyunlarını oynarken çoğu
zaman içim dolu dolu izliyorum onları. Her şeye rağmen öyle mutluydular ki…
Benim için her sabah gün ışığı ile birlikte, odama sızan kahkahalarıyla güne
merhaba demek dünyanın en büyük keyiflerinden biriydi. İlk işim penceremden
onlara bakmak olurdu. Şen şakrak seslerini duyduğum o küçük, büyük insanların
yüzlerini görmeye çalışırdım. Sonra uzanır gözlerimi kapar ve yine onları
düşünürdüm. Onu, şanslı olduğunu düşünüyorum… Beni uzaklara götürürdü hep…
Bütün bunların yanında, taş gibi sertleşmiş bir dilim
salçalı ekmek için kavga ettiklerini de gördüm. Doktorunun çalışma demesine
rağmen, çalışması için üzerinde baskı kurulan bir hamile kadının ailesini de
tanıdım. Duyduklarım ve gördüklerim, bazı insanların gözünde diğer insanların
hayatlarının ne kadar ucuz ve önemsiz olabileceğinin gözler önündeki en yalın
haliydi. Kaç koyunluk değeri vardı o kadının ve bebeğinin bilmiyorum. Kadındı,
aynı zamanda karnındaki bebeği ile ırgattı. Güzel yurdumun hor görülen,
sömürülen kadınlarından sadece biriydi o…
Bana “Her şeye rağmen.” dedirttikleri de oldu bu
insanların. Bütün gün kızgın güneşin altında sersefil çalışıp didindikten
sonra, eve döndüklerinde gönüllerince eğlenmeyi de bildiler. Bizim evde
şarjlarını doldurdukları cep telefonlarıyla müzik dinlemeyi, dinledikleri
müzikler eşliğinde de dans etmeyi ihmal etmediler. Bundan dolayı duydukları
mutluluğu anlık da olsa görüp mutlu olmamak elde değildi.
Evet, burası dünyaydı ve onlar da birçok insan gibi
karanlıklar içindeydiler. Ama içlerindeki ümidi yitirmedikleri ve etraflarını
kaplayan o büyük boşluğa teslim olmadıkları sürece onlara da başka kapılar
açılacağına eminim.
Yaşamları insanın içini acıtan bu insanların daha
mutlu daha huzurlu ve sağlıklı yaşamayı, kısacası insanca yaşamayı hak
ettikleri kanaatindeyim. “Yaşamayı hak ediyor.” dedirten bu çocukların, bu
insanların bir bir kaybolmaması dileğiyle…
Fatoş
KOYUNCUER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder