23 Mayıs 2016 Pazartesi

GERÇEK HAYAT (Fatoş KOYUNCUER)

“Nasıl yaşıyorsunuz bu şartlarda?” diye sorduğumda “İnsan her şeye alışıyor” diye cevap verdi Aslı. Birazdan size anlatacaklarımın da özetiydi bu cevap.




                Burası Konya’nın Cihanbeyli ilçesine bağlı Sağlık köyü. Konya’ya 94, Tuz Gölü’ne 10 km. uzaklıkta. İnsanların geçimlerini tarımla sağlamalarına rağmen, ikamet edenlerinin genelinin lüks denebilecek hayat sürdükleri bir köy. Benim köyüm… Size anlatacağım hikâyenin kahramanları ise, yazları çalışmak için bu köye gelen ve çadırlarda yaşayan tarım işçileridir. Neredeyse tamamı Urfa’dan gelen bu insanların çoğu Arap asıllı ve aralarında Kürtler de var. Ve bu işçilerin birçoğu Türkçe bilmiyor. Yazları köye gelen bu işçiler çapa yapar, kimyon toplarlar. Sonra diğer bölgelere örneğin Karadeniz’e gidip fındık toplayarak hayatlarını kazanırlar. Okulların açılmasına yakın bir zamanda da evlerine yani Urfa’ya dönerler.




                Aslı, bu mevsimlik işlerle hayat çabası veren ailelerden birinin çocuğu ve henüz dokuz yaşında. Sırtında taşıdığı onca yükün ağırlığı yüzüne yansıyor. Her zaman beni karşıladığı o buruk tebessümünde, televizyonlarda ve filmlerde gördüğü o ihtişamlı hayatların yarısı için bile derin bir kanaat ediş görüyorum. “Yoruldum, sıkıldım, sevilip değer verilmek, çocukluğumu yaşamak istiyorum!”der gibi bir bakıştı bu ve ona her bakışımda içimi acıtan… Öte yandan, erken yaşta gerçek hayatla tanışmış ve kısa zamanda büyümüş olmasının verdiği o biraz da mağrur bakışı, tanıdığım akranlarından daha özel yapıyordu onu. Şanslı olduğunu düşünüyordum…




                Aslı’nın annesi, babası ve ağabeyleri tarlada pek de insani olmayan koşullarda çapa yaparken, Aslı kardeşlerine bakıyor, yemek yapıyor, kaldıkları çadırı temizliyor ve çamaşır yıkıyordu. Onunla aynı yaşta olan kuzenim, yaz tatilini çocukluğuna yakışan şeyler yaparak geçirirken, Aslı’nın bedeni hayat kavgasında yoruluyordu. O insanları görmem bir kez daha hayatın herkese eşit davranmadığını düşünmeme neden oldu.




                Bir tek bakışları insanın içini ısıtmaya yetiyordu Aslı ve onun gibi çadırda yaşayan daha birçok çocuğun… Oyunlarını oynarken çoğu zaman içim dolu dolu izliyorum onları. Her şeye rağmen öyle mutluydular ki… Benim için her sabah gün ışığı ile birlikte, odama sızan kahkahalarıyla güne merhaba demek dünyanın en büyük keyiflerinden biriydi. İlk işim penceremden onlara bakmak olurdu. Şen şakrak seslerini duyduğum o küçük, büyük insanların yüzlerini görmeye çalışırdım. Sonra uzanır gözlerimi kapar ve yine onları düşünürdüm. Onu, şanslı olduğunu düşünüyorum… Beni uzaklara götürürdü hep…




                Bütün bunların yanında, taş gibi sertleşmiş bir dilim salçalı ekmek için kavga ettiklerini de gördüm. Doktorunun çalışma demesine rağmen, çalışması için üzerinde baskı kurulan bir hamile kadının ailesini de tanıdım. Duyduklarım ve gördüklerim, bazı insanların gözünde diğer insanların hayatlarının ne kadar ucuz ve önemsiz olabileceğinin gözler önündeki en yalın haliydi. Kaç koyunluk değeri vardı o kadının ve bebeğinin bilmiyorum. Kadındı, aynı zamanda karnındaki bebeği ile ırgattı. Güzel yurdumun hor görülen, sömürülen kadınlarından sadece biriydi o…




                Bana “Her şeye rağmen.” dedirttikleri de oldu bu insanların. Bütün gün kızgın güneşin altında sersefil çalışıp didindikten sonra, eve döndüklerinde gönüllerince eğlenmeyi de bildiler. Bizim evde şarjlarını doldurdukları cep telefonlarıyla müzik dinlemeyi, dinledikleri müzikler eşliğinde de dans etmeyi ihmal etmediler. Bundan dolayı duydukları mutluluğu anlık da olsa görüp mutlu olmamak elde değildi.
                Evet, burası dünyaydı ve onlar da birçok insan gibi karanlıklar içindeydiler. Ama içlerindeki ümidi yitirmedikleri ve etraflarını kaplayan o büyük boşluğa teslim olmadıkları sürece onlara da başka kapılar açılacağına eminim.

                Yaşamları insanın içini acıtan bu insanların daha mutlu daha huzurlu ve sağlıklı yaşamayı, kısacası insanca yaşamayı hak ettikleri kanaatindeyim. “Yaşamayı hak ediyor.” dedirten bu çocukların, bu insanların bir bir kaybolmaması dileğiyle…



 Fatoş KOYUNCUER

19 Mayıs 2016 Perşembe

"BİR YERLERDE OLMAK"





“… bir kişiyle mi evlenmişti, yoksa bir kişilikle mi? Bir insanla mı, bir imgeyle mi? ……...’ın o hiç değişmeyen ruh hali, bu kadar az görebildiği yüzü, onu .............. için neredeyse bir imge haline getiriyordu: Bir maske, bir ad, saygın bir kişilik ve iki çocuk! Bunlar bir erkeği oluşturmaya yetmiyordu. Ya heyecanlar tutkular…

                      İkibiniki Haziran ayında yazmaya başladım. Bilinçli olarak deklanşöre bastığım günden bu güne yirmi yedi yıl geçmiş. Kuzey Ege’de, Balıkesir Havran’da,  dedelerden kalma topraklarda, “Küçük dere Köy”de yaşıyorum; dört yılı geride bıraktım. Şimdilerde çiftçilikle uğraşmama rağmen fotoğraftan kopmam imkânsız. İçime işlemiş bir kere; atmak, aldırmamak mümkün değil. Zaten ilk evliliğim fotoğraf yüzünden bitmemiş miydi?

                      Bitmişti. Asla pişman değilim. Neyse bunlar sizleri pek ilgilendirmiyor galiba. O günlerde yaşadığım yere tekrar dönelim. 976 kişinin yaşadığı, muhtariyetle yönetilen tipik bir Kuzey Ege köyü. Şimdilik buralarda fotoğraftan para kazanmam mümkün değil. Bende burada yaşayan herkes gibi geçimimi çiftçilikten sağlıyorum. İlkokul yılarımda bize Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğu öğretilmemiş miydi? O günlerden bu günlere ne değişmişti de çiftçilik şimdilerde açlık sınırı altında yaşayan insanlar topluluğu olmuştu?(toprak ağaları hariç) AB uğruna mı bu kadar insana kıyıyorlar? Artık ben şuna inanıyorum Türkiye’nin kurtuluşu tarımdadır.




                      Zeytin ağaçlarımda(Allah dedeme gani gani rahmet eğlesin) mahsul çok iyi görünüyor. Bu sene, çiftçi değişiyle iyi bir yıl geçireceğiz. Ovalarda ekilişler boy göstermiş; domatesler kızarma arifesinde, fasulyeler toplanmış, barbunyalar pembeleşmiş, patlıcanlar alabildiğine mor, biberler zümrüt salkımı gibi. Meyve ağaçları dallarını bükmüş, adeta toplatılmaya davetiye çıkartıyorlar. Yaz aylarının bolluğu işte. Bizim buralarda avhavi derler, Ağustos böcekleri senfonik kaygı ile çatlarcasına cırlıyorlar ama hiç rahatsız etmiyorlar. Kaz dağları alabildiğine yeşil; çamlar, köknarlar, meşeler, dünyada bir başka yerde örneği olmayan kaz dağı köknarı; alabildiğine oksijen yayıyor. Zeytin ağaçları düz bir hat üzerine dikilmiş. Öyle ki, sıralanmış ağaçlar arasındaki dar geçitlerin sonu, bana denize ulaşıyormuş gibi bir his veriyor. Beni deniz düşüncesine sürükleyen bu aralıklar, İstanbul boğazından uzak oluşumu mu düşündürüyor bilmiyorum? İstanbul özlemim mi(?) Hayır. Ama İstanbul’un ılık bir yaz akşamında boğaz da hava almak…
                       Çok insanın isteyip de yapamadığıdır İstanbul’da. Benim için şanslı bir gün; çünkü ben bu akşam boğaz kenarında, hem de Rumeli hisarında, üstelik Ali Baba’da kendimi Orhan Veli’ye komşu hissediyorum. Bir çay istiyorum ‘tavşankanı’. Bir yandan şekeri karıştırırken derin nefes alıyorum; hasretle. Denizin o gizemli yosun kokusu, balık kokusu ile birlikte ciğerlerimi dolduruyor; tıka basa. Ayna yok ama yüzümdeki mutluluk ifadesini sanki görebiliyorum. Başımı hafifçe kaldırıp sağdan sola doğru baktığımda tretuvar da bir kadın görüyorum; oturmuş, ayakları denize sarkmış. Denizin siyah sularından gözlerini alamıyor. Oysa yakamozların parıltısını göz bebeklerinde hissediyorum. Kim bilir neler düşünüyor; elinde yarım ekmek arası balığını yerken. Küçük küçük lokmaları yavaş yavaş çiğniyor.  Usulca kalkıp ona doğru ilerliyorum. Şimdi balığın kokusu denizin kokusundan daha baskın; iştahım kabarıyor. Kadının biraz solunda sahile bağlı küçük balıkçı teknesine doğru ilerliyorum. Tekne hafifçe sallanmakta; karaya balık servisi yapan delikanlı da tekne ile birlikte aynı ritimde sallanıyor.  Delikanlı o kadar alışık ki; sanki tekneye bağlı bir parça. Fırtına bile çıksa o istifini hiç bozmaz. “Bende istiyorum” diyorum. Delikanlı “Ne istiyorsun” der gibi yüzüme bakıyor. Anlıyorum “Balık ekmek, duble olsun” diyorum. Öyle güzel kokuyor ki, denizin kokusu ile birlikte derin bir nefes daha alıyorum.
                      Çok mutluyum, saatin takvimine bakıyorum; 12 Ağustos; 13 Ağustosa yirmi yedi dakika var. On bir yıl önce 13 Ağustos; miladım. Göz ucuyla kadına bakıyorum, o hala yakamozlar la iletişim içerisinde, sanki beyaz, sarı, yeşil, kırmızı, mavi parıltılarla konuşuyor. Bir an göz göze geliyoruz aynı parıltılar gözlerinde. “soğan ister misin” diye sesleniyor balıkçının çırağı; genç delikanlı. Gözlerimi kadından alıp “evet” diyorum. Bakışlarım biraz arkaya kayıyor; mükemmel bir fotoğraf, ızgaranın başındaki adama kilitleniyorum. Elleri; o kocaman eller, çok etkili. Ellerinde yılların yıpranmışlığı var. Kalın nasırlar; birer tahta parçası gibi. Sol elinde ekmek, sağ elinde cımbız. Orhan Veli’nin şiiri geliyor aklıma. ‘Bir elinde cımbız / Bir elinde ayna / umurunda mı dünya’. O nasırlı eller bir anda cerrah elleri gibi geliyor bana. Balığın kılçıklarını tek tek cımbızla alıyor; o kadar çabuk o kadar dikkatli ki; balığın etine bile dokunmuyor. Onlarca kılçık birer birer cımbızın ucunda kalıyor. O ellerde bu marifet; dedim ya cerrah eli gibi. ‘Ekmeğin içini alsın mı’ diyor deli kanlı. Hafifçe başımı sallıyorum ama gözüm yine o kadında. O bu sefer Boğaz Köprüsünü seyrediyor. Balığımı alıp ona doğru usulca yürüyorum.




—Merhaba. Diyorum.
-…
—Yanınıza oturabilir miyim?
-…

                      Yavaşça oturuyorum. Gözleri tekrar kapkara boğaz sularında; suların üstündeki yakamozlarda. Tekrar gözlerine bakıyorum, onlar denizden daha kara şimdi. Yakamozların parıltısı gözlerinde kaybolmuş. Sanki birer kara delik, anlamsız ama çok derin. Kim bilir…

—Dayanamıyorum. Diyor.
-…
—Sevgisizliğe, bencilliğe, kullanılmaya dayanamıyorum.
-…

                      Şaşırıyorum. Yüzüne daha dikkatli bakıyorum. Tahminimden çok daha genç ama o az sayıdaki yılların yorgunluğu çökmüş, kırışıklıkların derin izleri içerisine.
                      Ağabey demli çayın, tavşankanı diyor garson. Başımı kaldırıp kızgınca bakıyorum bırak diyorum. Tekrar dönüp baktığımda kadın yerinde yok. Deniz daha da karanlık. Yakamozlar sönüp gitmişler. Sadece balıkçı.
Saatime bakıyorum 12 Ağustos’u on dört dakika geçmiş, artık 13 ağustos. Akasya ağacından düşen yaprakla başımı yukarı kaldırdığımda mevsimi değil ama bir tek Akasya Çiçeği ile göz göze geliyorum. Bu o kadar özel ki, kalkıyorum, koparıyorum, tatlı bir tebessümle Günay’a veriyorum.
                      Hazarcan’ın yarım yamalak konuşmasıyla kendime geliyorum.

—Baba mama hazıy, annem çayıyo…

                      Bildiğim tek gerçek İstanbul’dan uzaktayım. Ama bundan hiç mi hiç rahatsızlık duymuyorum. Sadece arada sırada İstanbul’u hayal ediyorum. İyice alıştım buralara, böyle yaşamaya. Seçtiğim bu yaşam tarzı tüm tanıdıklarım tarafından radikal bir karar olarak tanımlandı. Bence o kadar da radikal değil. Çünkü insan bu dünyada yaşamak istediği gibi yaşamalıdır. Ben bunu başarmak üzereyim ve de başara cağım. İstanbul’da yaşadığım süreçte, vermiş olduğum mücadele hep para kazanma çabasıydı. Bu çirkinlikten ve iki yüzlülükten uzaklaştığım için çok ama çok mutluyum. Her halde “var olmanın dayanılmaz hafifliği” bu olsa gerek. Yine para kazanma çabam devam ediyor ama İstanbul’daki gibi değil; çirkin değil. Üç kuruşa mutlu olmanın reçetesi buralarda yazılı. Parasız kaldığımız günlerde bile yarının kaygısını taşımıyorum. Neden(?) diye soracak olursanız, buralarda olmanız, en azından beni yaşadığım köyde ziyaret etmelisiniz. Hep düşünmüşümdür, yüz yıl önce yaşasaydım! Keşke öyle olsaydı, daha mükemmel olurdu, diye düşünüyorum. Bu yaşam iki yüz yıl önce olsaydı daha da mükemmel olurdu. Belki de fotoğrafı ben keşfederdim. Ne kadar iddialı değimli? Böylesine iddialı olmak yaşam biçimimden kaynaklanıyor.





“Bütün mutlu aileler
Birbirine benzer.
Bunun tam tersine,
Her mutsuz ailenin
Mutsuzluğu
Kendine göredir.”

L. TOLSTOY




”Çok iyi şeyler düşünüyorum. Tüm yaşadıklarımızı Unutturacak şeyler”





10 Mayıs 2016 Salı

Alberto Giacometti (1901-1966)




Heykeltıraş-ressam Alberto Giacometti, 10 Ekim 1901’de İsviçre’nin İtalya sınırı yakınlarındaki Grisons kantonunda dünyaya geldi. Babası İsviçre’nin ilk yeni-izlenimci ressamlarındandır. Ailenin dört çocuğundan en büyüğü olan Giacometti’nin çocukluğu Stampa’da geçer. Sanatçı bir aileden gelen ve sanata ilgisi küçük yaşlarda başlayan Alberto; ilk resmi “Elmalar”ı 1913’de, ilk heykeli kardeşi Diego’nun büstünü de 1914’de yapar. Küçük kardeşi Diego ile hayatının her döneminde çok yakın olmuş, annesini ve kardeşlerini model olarak kullanmıştır. Onu en çok etkileyen sanatçılar ise Dürer, Rembrandt ve Van Eyck olmuştur.



1915 yılında Grisons’daki Schiers Koleji’nde öğrenime başlamış, edebiyat, doğa bilimleri, tarih ve özelliklede 1917 Rus devrimi en çok ilgilendiği konular olmuştur. Edebiyatta ağırlıklı olarak Alman Romantikleri, Goethe ve Hölderlin ile ilgilenmiştir.



1919 yılında Cenevre Güzel Sanatlar Okulu’nun heykelcilik bölümüne giren Giacometti, 1920 yılında İtalya’ya giderek sanat eğitimine orada devam eder. İtalya’ya yaptığı bu ilk yolculukta Tintoret, Saint Marco mozaikleri, Bellini ve Padova’da gördüğü Giotto’lardan büyük ölçüde etkilenir. 1920-1921 yılları arasında İtalya’ya yaptığı ikinci yolculukta Floransa’da gördüğü bir büstle Mısır sanatıyla tanışır ve Vatikan’daki Mısır koleksiyonunu görmek için Roma’ya gider. Roma’da geçmiş çağların bütün yapıtlarıyla ilgilenirken Barok sanat ve Bizans mozaikleri üzerine daha çok yoğunlaşır. Giacometti bir yandan bu çalışmalarını sürdürürken öte yandan diğer sanatsal etkinliklere de katılarak konserlere ve operalara gider.



Sanat eğitimini devam ettirmek için 1 Ocak 1922’de Paris’e giden Alberto Giacometti, burada ilk olarak sanatçı Archipenko’nun stüdyosunda çalışır. 1925 yılına kadarki süreçte ise heykeltıraş Auguste Rodin’in çalışma arkadaşı Antoine Bourdelle’in Grande Chaumiere’de verdiği derslere katılarak atölye asistanlığını yapar. Buradaki çalışmaları sırasında aslına uygun resim ve heykel yapmakta karşılaştığı güçlükler onda saplantı haline gelir.
1925 yılında Froidevaux Sokağı’nda ilk atölyesini açar. Gördüğü şeylerin heykel ve resimlerini yapamadığını düşünerek bir süre sonra gerçeklikten kopar ve modelle çalışmaktan vazgeçer. Daha sonra Çağdaş  (Laurens, Arp, Lipchitz) ve Egzotik (Meksika, Afrika, Okyanusya) sanatla ilgilenir. Artık modelle değil de akıldan çalışmaya başlayan Giacometti, Kaşık Kadın benzeri düz heykeller yapmaya başlar. 1926-27-28’de Tuileries sergilerine katılır. 1927 yılında Hippolite Maindron Sokağı 46 numaradaki küçük atölyeye yerleşir ve burası hayatının vazgeçilmezi haline gelir. Paris’in işgali sırasında bir ara atölyesini terk etmek zorunda kalsa da bir süre sonra yeniden döner ve ölünceye kadar burada yaşar. Bu arada Masson, Leiris, Queneau, Limbour, Prevert, Bataille, Calder ve Miro’yla tanışır.



1929’da Pierre Loeb’le bir yıllık anlaşma imzalayan Giacometti, bu galeride nesne-heykellerini sergiler. 1930’da ise, maddi sıkıntı çekmeden yaşayabilmek için kardeşi Diego ile birlikte farklı çalışmalar yapar. Bunlardan biri dekoratör Michel Franck adına kullanıma yönelik tasarladığı nesne ve mobilyalar, diğeri ise Elisa Scirapelli için tasarladığı takılardır. Yine bu dönemde Aragon, Breton ve Dali’yle tanışarak Gerçeküstücülere katılır ve akımın tüm etkinliklerinde yer alır.
1932’de Pierre Colle galerisindeki ilk kişisel sergisinin ardından 1934’de New York Julien Levy galerisinde bir kişisel sergi daha açar. Yaşamının bu döneminde çok şiddetli huzursuzluk yaşayan ve duyma krizleri geçiren sanatçı, tarzını değiştirerek polikrom heykeller, erotik kinetik nesneler gibi yapıtlarıyla soyut heykel aşamasında gerçek imgesel yaratıya dayanan yeni denemelere girişir. Bu denemeler arasında Kafes, Asılı Top, Artık Oynamıyoruz, Saat 4 Sarayı, 1+1=3 ve Görünmeyen Nesne gibi yapıtları bulunmaktadır.
On yıl aradan sonra 1935 yılında stilini yeniden değiştirerek heykellerinde model kullanmaya başlar ve Gerçeküstücü Akım’dan ayrılır. Fakat yaptığı heykellerin boyutu gittikçe küçülmeye başlar, o kadar ki heykeller neredeyse heykel olma niteliğini kaybeder. 1938’den 1940’a kadar her gün, sabahları kardeşi Diego’nun öğleden sonra ise Rita’nın modellik yaptığı heykellerinin konusu insan büstüne dönüşür. Bu dönemde Balthus,Grüber, Tal Coat’la dostluk kurar ve  yapıtlarına büyük ilgi duyduğu Andre Derain’le sık sık görüşür. 1935’den 47’ye kadar hiçbir yapıtını sergilemez.



Giacometti 1940’da modelle çalışmaktan tekrar vazgeçerek, akıldan, her defasında yeniden başladığı bir çıplak kadın yapar ve bu denemeleri 1945’e kadar sürer. 1942’ye kadar Picasso’yla sıkça görüşürken, Sartre ve Aimone de Beauvoir’le dost olur. II. Dünya Savaşı başladıktan sonra 1942’de ülkesi İsviçre’ye giderek 1945’e kadar Cenevre’de yaşar. Annette Arm’la evliliği yine bu dönemde gerçekleşir.
1945’de Paris’e döndüğünde, kardeşi Diego’nun sayesinde atölyesini bıraktığı gibi bulur. Fakat bu kez de heykelleri incelip uzayarak yok olmaya başlar. Bunun sonucunda 1946’da yeniden model kullanmaya karar vererek annesinin, Diego’nun, Yanaihara’nın ve Caroline’in portrelerini yapar. 1946-1961 yılları arasında pek çok sergi açan Giacometti, 1949’dan 1951’e kadar hareketli ve hareketsiz figürlere çalışır. 1953’de Beckett’in Godot’u Beklerken adlı oyununun tek dekoru olan ağacı çizer. 1959 yılında New York’daki Chase Manhattan Bank’ın plazası için tasarladığı heykel kabul görmez.



1961’de ABD’de Pittsbourgh International Heykelcilik Birincilik Ödülü’ne, 1962 Venedik Bienali’nde ise Heykelcilik Büyük Ödülü’ne layık görülür. 1964’de ise bu kez resim dalında Guggenheim International Ödülü’nü alır. Yine aynı yıl Fransa’nın güneyindeki Saint Paul de Vence’da, müzeye çevrilen Maeght Vakfı’nın açılışına katılır. Heykelleri burada sergilenen Giacometti, Miro’yla birlikte bu açılışın baş davetlisi olarak yer alır.
Aldığı ödüllerle birlikte uluslararası üne sahip olan Giacometti’nin eserleri pek çok Avrupa şehrinde yine bu yıllarda sergilendi. Sağlığı çok iyi olmamasına rağmen 1965’de Atlantik’i geçti ve New York Museum of Modern Art’daki sergisinden başlayarak ABD’nin diğer büyük şehirlerinde eserleri için açılan sergilere katıldı. Kazandığı uluslararası ün ve eserlerinin sanat piyasasında çok talep görmesi Giacometti’yi pek etkilememişti, çünkü yaptığı heykelleri hemen bitirmiyor tekrar tekrar geri dönerek değiştiriyor ve hatta tahrip edip atıyordu. Bu arada eserlerinin baskılarının kopyalarını 30 adetle sınırlı olmak üzere yayınlamaya başladı.
 Giacometti 11 Ocak 1966’da İsviçre’nin Chur şehrindeki Coire Hastanesi’nde hayatını kaybetti ve doğduğu köy olan Borgonovo’daki aile mezarlığına gömüldü. Giacometti Gerçeküstücü Akım’a ciddi anlamda katkıda bulunmasına rağmen eserlerinin sınıflandırılıp değerlendirilmesi oldukça zordur. Kimi kritikler bu eserleri formalist olarak değerlendirirken kimileride ekspresyonist ve hatta hisler bloğunu ifade eden eserler olarak değerlendirmektedir. Gerçeküstücü Akım’dan ayrıldıktan sonra her ne kadar modele dayalı heykeller yapsa da, ortaya çıkan eserleri doğayı yansıtmaktan uzaktır. Bu eserler daha çok Giacometti’nin duygularını ifade eden birer nesne olmuş ve tüm duyularıyla modelini nasıl gördüğünü ifade etmiştir.
Amerikalı felsefeci William Barrett bir kitabında “Giacometti’nin figürleri 20. yüzyıldaki modernizm ve ekzistantiyalizme göre modern hayatın giderek daha anlamsız ve boş olduğunu yansıtıyor. Günümüzün bütün heykelleri, geçmişteki bütün heykeller gibi parçalanıp, yok olacaklardır. Bunun için kişinin eserini en küçük köşeye girebilecek şekilde yapması ve cismin her zerresini hayatla doldurması gerekmektedir.” demektedir.







6 Mayıs 2016 Cuma

OĞUZ KOÇ VE KEÇE

                                                           



Yün-su-sabun ve yüreğinizi koyarak başladığımız vazgeçilmez bir yolculuğun adıdır “keçe”. Binlerce yıl o denli yaygın olarak kullanılmış ki ilk kez nerede ve ne amaçla yapıldığını bilmiyoruz. Tıpkı sağlam ve uzun dostlukların nerede ve ne zaman başladığının bilinmemesi gibi. Orta Asya Türklerinin konar-göçer yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olan keçe, başlık olmuş soğukta ısıtmış, örtü olmuş sıcakta serinletmiş, Anadolu çobanlarını karlarla dost kılan örtüsüne dönüşmüş… Keçenin en eski yazılı izine ünlü Anadolulu şair Homeros’un İlyada’sında, Ispartalı askerlerin başlık ve çizmelerinin keçeden yapıldığını belirten dizelerinde rastlanmaktadır.
“Made in Anadolu” diyebileceğimiz keçeyi usta eller gereksinimler doğrultusunda farklı renklerde farklı ürünlere dönüştürmüş. Keçe ”keçe” gibi çalışmış, çadırdan, örtüye, şapkadan yaygıya, yataktan çoraba dek şenlendirmiş yaşam alanlarını…
Günümüzde daha çok estetik, sanatsal bir ifade aracı olarak kullanılan keçe işçiliği en eski el sanatlarımızdan biri. İstiyoruz ki unutulmasın. İstiyoruz ki çıkmasın yaşamımızdan. Günümüz koşulları içinde varlığını sürdürsün. Gelecek kuşaklarda dünden bugüne ulaşan keçenin yolculuğundan haberdar olsun Bu yolculuk keçe kıvamında yeni öykülere açılsın, zenginleşsin…






                                                                     BİR KEÇE AŞKI

İlköğretim yıllarımda ders çalışırken kitaplarıma, boş defter sayfalarına giysi modelleri, değişik eşya formları çizerdim. Sokakta yürürken renkli giysiler giymiş insanlardan gözümü alamadığımı anımsarım. Evdeki eşyaların yerini izinsiz değiştirdiğim, hatta eşyaların sağına soluna süslemeler yaptığım için çok azar işitmişimdir. Bu azarlar kısa süreli işe yarardı. Birkaç gün ya da birkaç hafta sonra ya masa örtüsünün bir köşesine bir çiçek konmuş ya da perdenin bir ucuna boncuklar iliştirilmiş olurdu. O zamanlar tasarım denen bir şeyin varlığından elbette habersizdim. Ben, çevremde renk, hareket ve farklılık arıyordum bilmeden.,



Liseyi bitirdiğimde okula gelen sınav formlarında “model” ve “tasarım” sözcüklerini görür görmez bölümümü seçtim! Ancak dersler başladığında nasıl bir yanlış yaptığımı anladım. Seçtiğim bölüm, makine parçaları için model tasarımı eğitimi veriyordu. Model ve tasarım hayallerim yıkılmıştı ya da o zaman ben öyle sanmıştım. Aldığım eğitimin bugünkü yaşamımda ne denli etkili olacağını zaman içinde anladım. Bugün bulunduğum yerde aldığım eğitimin katkısını hiçbir zaman yadsıyamam.



Kişinin para kazanmak için yaptığı iş ne olursa olsun, işi dışında kalan zamanlarında kendini mutlu eden uğraşları olması gerektiğine inandım hep. Makine modeli eğitimi alırken, hayalimdeki tasarımları yapmayı sürdürdüm kendimce. O dönemdeki maddi ve manevi olanaklar, hayallerimi somutlaştırmama izin vermedi. Zaman içinde olanakların elverdiği oranda bir şeyler yapmayı öğrendim. Öğretmenliğin yanında Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde kendimi geliştirebileceğim farklı alanlarda yurt içinde ve yurt dışında eğitimler aldım. Yaşam bana öğretti her insanın, yaşamak için yaptığın işin dışında bir anlamda işyeri stresini atmak için bir hobisi olmalı. Öğretmenliğimi sürdürürken zamanım elverdikçe mobilya sektöründe de çalışmak, orada tasarımlar yapmak farklı bir biçimde ufkumu genişletti. Bunun yansımaları yalnız kendi evimde değil birçok arkadaşımın evinde de kendini gösterdi. Ama tüm bu uğraşlarımın yanında hala beni mutlu eden uğraşı bulamadığımı biliyordum ve arayışımı sürdürüyordum.



Keçenin yaşamıma girmesi bir rastlantı sonucu oldu. Keçe öğrenmek üzere Konya’ya gelen iki arkadaşımla birlikte keçe kursuna yazılmaya karar verdim. Keçeyle serüvenim böylece başlamış oldu. Keçe ustası Mehmet Girgiç’in atölyesinin kapısından içeri girdiğim anda büyülendim. Keçeye âşık oldum. O güne dek yer yaygısı ve çoban kepeneği olarak bildiğim keçenin yapım macerası beni büyüledi. Keçeyle yapabilecek tasarımlar kafamın içinde uçuşmaya başladı. Hayatımda bu denli kendini ifade edebilen bir malzemeyle karşılaşmamıştım. Keçeyle her şeyi yapabilecektim, ama aklınıza gelebilecek her şeyi. Aşkım zaman içinde büyüdü. Rüyalarımda, günlük yaşamımda gördüğüm her şeyi keçeyle bütünleştiriyordum. Her şeyi keçeyle birleştirmek istiyordum. Deneyerek, çokça yanılarak, hayal kırıklıklarıyla, ama deneyimlerimi geliştirerek ve sonunda ortaya çıkan bir ürünle mutlu olarak keçe maceramı sürdürdüm. Aşk yaşamaktır, deneyimlemektir, sabretmektir, sevgiyle sarılmaktır, beslemektir. Keçeye olan aşkım bana sabrı öğretti, deneyimlemeyi, yaşamayı ve sabırla üretmeyi.



Yeni tasarımlar oluşturmak, bu tasarımları ürüne dönüştürmek yaşam felsefem oldu. Üretmek, ürettiğini kullanmak, kullanılmak üzere başkalarıyla paylaşmak… Bunlar “iki günlük dünyada” işe yaramış olmak duygusunu ve bu duygunun doygunluğunu yaşatıyor bana.
Keçe öyle bir şey ki kişinin o andaki ruh haline bağlı olarak şekilleniyor. Belki de bu bende böyle. Bilmiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim ki eğer “günümde” değilsem yaptığım keçeler başarısız oluyor. Keçe sevgi istiyor, saygı istiyor, özen istiyor. Belki de bu, atalarımızın bize aktardığı gönül işi olduğu için böyle. Bu gönlü taşımıyorsanız keçe yapmanız olanaklı değil.



Ne yazık ki keçenin ana yurdunda istediğimiz kalitede yün üretilmiyor. Yünü yurt dışından getirtmek zorunda kalıyoruz. Ürünlerimize de kendi vatandaşlarımızdan çok yabancılar ilgi gösteriyor. Bunun nedeni sanırım emeğin gerçek maddi karşılığının bulunamaması. Bunda sanırım biraz da keçenin ülkemizdeki algılanışı etkili. Kepenekle şalın, ayakkabı keçesiyle yaygının birlikte düşünülmesi kolay olmasa gerek. Birde bizim insanımız alacağı ürüne dokunmak istiyor. Haklılarda. Keçeye dokunmak gerek. Keçeyi hissetmek gerek. Fotoğraflarla keçeyi anlamak, sevmek olanaksız. Bu nedenle internet üzerinden yaptığım satışlara mağaza satışını da eklemeyi düşünüyorum. Yakın gelecekte bunu gerçekleştirerek, insanların ürünlerime dokunmalarını sağlayacağım. Böylece Oğuz Koç markasıyla Türkiye’nin farklı şehirlerinde, farklı mağazalarında karşılaşabileceksiniz. Keçe ile ilgili deneyimlerim arasında atölye çalışmalarımın dışında Birleşmiş Milletler ÇATOM Projesi çerçevesinde Ankara, Mardin ve Urfa’da yöre kadınlarına meslek edindirme amaçlı keçe yapımı eğitimi de bulunmakta. Bu proje, keçenin yaygınlaşması yolunda atılmış önemli bir adım oldu. Özellikle Güneydoğu’da kadınlarımızın ilgisi görülmeye değerdi. Bu yıl yine bu eğitimlerin devamını gerçekleştireceğim. Bu arada kursa katılan kadılarımızdan birinin şimdi kurs eğitmeni olduğunu öğrenmenin beni çok mutlu ettiğini de söylemeden geçemeyeceğim.
Keçe artık yaşamımın ayrılmaz bir parçası. Kendi tarzımı bulup kendi tasarımlarımı üretmek amacıyla Ankara Kale’de bir atölye açtım. Ürettiklerimi olabildiğince çok kişiyle paylaşmak amacıyla bir internet sitesi kurdum. www.oguzkoc.com adresinde ürünlerimi görebilir, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz. Beğenilmek çok güzel bir duygu. Eleştirilmek de öyle. Gönlü keçeden geçen herkesi atölyeme ve internet siteme bekliyorum. Teşekkürler.

Atölye: Can Sok. No 22 Samanpazarı-Ankara

Tel: 0532 610 0795
,





5 Mayıs 2016 Perşembe

ALAYBEY KAROĞLIU

KUTUP YILDIZI GİBİYDİ; TÜM PUSULALAR ONU GÖSTERİYORDU.
                                                                                                               Ö.L.B.





Bu sayımızdaki sanat sayfalarımızdan birine S.Ü. Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim İş Öğretmenliği ABD öğretim üyesi Doç. Dr. Alaybey Karoğlu’nu konuk ettik. Alaybey’in adını hep duyardım, ondan sürekli söz edilirdi. Söyleşimiz sırasında anladım ki anlatılanlar boşa değilmiş. Gerçektende o, nev-i şahsına münhasır biri.

Hocam, kendinizi anlatır mısınız bize?
Her şeyden önce böyle sıcak ve güzel bir günde hem bana ve sanata zaman ayırdığınız için hem de nazik teşrifleriniz için, hoş geldiniz demek istiyorum. Sayfalarınızda sanata yer verdiğiniz için başta şahsınıza, Konkort Dergisine, derginiz çalışanlarına ve tüm emeği geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum. Sizinle tanışmaktan, mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum. Bu sohbet sadece sizinle aramızdaki bir paylaşım olarak değil, derginizin farklı yerlere ulaşması nedeniyle dergi okurları arasında bir iletişim şeklinde de değerlendirilmeli. 
Ben, kendinden bahsetmeyi seven ve bundan hoşlanan birisi değilim. Sanatçıyı zaman, toplum ve tarih layık olduğu yere getirir. Ancak, gerektiğinde maziye, kırık dökükte olsa çocukluk anılarınıza ya da gençlik döneminize geri gitmeniz gerekebilir. Belki bu şekilde, bir gezinti bağlamında bir şeylerden söz edebilirim.
1961 yılında Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdum. Çaykara; dağlar arasına sıkışmış, iki ayrı koldan gelen derelerin birleştiği, yeşilin her tonunun görülebileceği şirin bir Karadeniz ilçesi. Solaklı Deresi’nin böldüğü derin vadinin iki yamacında yer alan kestane, palamut, çam ormanları ve yanı sıra fındık bahçeleri içerisindeki gelinlik giymiş erik ağaçları, çocukluk görsel hafızamda kalanlar…
 O yıllarda resim derslerini hava uygunsa yani yağmur yağmıyorsa okul bahçesinde yapardık. Şüphesiz doğayı gözlemek, algılamak ve o görüntüleri resme aktarmak, biçimsel özelliklerin içleştirilmiş bir duyguya dönüşmesine ve yaşanmasına olanak sağlıyordu. Bu yüzden müthiş keyif verici bir şeydi bizim için. Sanıyorum o yoğun duygu seli,  estetik doğa unsurları, daha sonraki ortaokul ve lise yıllarında da etkilerini sürdürdü. Şüphesiz sanata, estetiğe ve doğaya karşı ilk yönelmemin o dönemde olduğunu söyleyebilirim. Resim, o zamanlarda da önemliydi benim için. Sınıf arkadaşlarımın hemen hemen hepsinin resim defterlerinin ilk sayfalarına resim yapardım.
İlkokul dördüncü sınıftaydık, resim dersinde bahçeye çıkmıştık. Karşımızda üç, dört tane kızılağaç, arkada da dere ve evler vardı. Resim konumuz buydu. Hiç unutmuyorum, ikinci sınıfların öğretmeni olan İsmet Konan geldi, çizdiğim resmi koparıp aldı ve bunu müdüre gösterdi. O da resmimi okul panosuna asmıştı. Müthiş bir şeydi benim için. Normalde panoda beşinci sınıf öğrencilerinin resimleriyle yazıları yer alıyordu. Henüz dördüncü sınıftaki birisinin resminin panoda yer alması, benim için çok gurur vericiydi.
Ortaokuldayken resim hocamız yoktu. Son sınıfa geldiğimizde resim dersimizi yürütmek üzere bir ilkokul öğretmeni görevlendirildi. Bize ambalaj kâğıdına resim çizdirdi. Yeni bir şeydi bizim için. Resim defterinin dışında bir malzeme tanımıyorduk çünkü. Modelden desen çalışması yapıyorduk. Modelin duruşuna göre ve aldığı hareketi, vücudun parça bütün ilişkisini ve adale yapısından söz etti. Dikkatlerimizin doğrultusunda bir desen çizdik. Aradan bir hafta geçti. Hocamız bir önceki resimleri değerlendirmek adına geçen hafta çizdiğimiz resimleri aldı ve benim resmimi tahtaya astı. Anatomik özellikler, duruş, kâğıda yerleştirmek gibi parça ve bütünlük konusundan bahsettikten sonrada “Bu arkadaşımız ressam olur.” dedi. Oysa o zamana kadar bütün derslerim çok iyiydi. Hep aklımdan iyi bir mühendis olmayı geçiriyordum. O ders bitmek bilmedi. Zil çaldı nihayetinde ve hoca çıkar çıkmaz hemen peşinden gittim. Hocam, siz benim için “Arkadaşınız ressam olur.” dediniz… Ben ressam olmak istiyorum. Ne gerekiyorsa söyleyin hepsini yapmaya hazırım dedim.



O zamana kadar ressam olmakla ilgili bir düşünceniz yok muydu?
Nasıl ressam olunur ya da olunur mu bilmiyorduk. O, Kaf Dağı’nın arkasında bir şeydi bizim için. İsmet Konan’ın resmimi alıp asmasından öte konu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Tabii ki resim yapıyordum. Hem de defterlerce... Evin penceresine asıyordum onları. Değirmene gidenler resimlere bakarak; “Bunları kim yaptı?” diye soruyorlardı. Köylülerin takdirine sunuyordum resimlerimi. Ama onun haricinde profesyonel düzeyde ilgi gösteren yoktu.



Yani ressam olmak gibi bir hayaliniz yoktu.
Olsa bile içinizde kalıyordu. Yani aşk, tutku, sevgi içinizde, ama onu paylaşacak kimse yok. Resim aşkı da böyle bir şey. Biz, lisedeyken resim hocası ile tanıştık. Kendisi üniversite yıllarında atölye hocam olacak olan Mustafa Ayaz’ın öğrencisiydi. Bize yağlı boya tekniğini ve değişik teknikler gösterdi.
 1978 yılında Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nün sınavını kazandım.1983 yılında muzun oldum. Üniversite bittikten sonra hem bir dergide sanat üzerine yazılar yazmaya hem de yüksek lisans programına başladım. Aynı yıl Tunceli Pertek Pınarlar Ortaokulu’na stajyer resim öğretmeni olarak tayinim çıktı. Haritada bile yerini bulamadığım bu beldede bir yıl öğretmenlik yaptım.
1985 yılında Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Ağrı Eğitim Yüksekokulu’nda (burası sınıf öğretmeni yetiştiren bir kurumdu) resim ve iş teknik hocası olarak çalıştım. 1988 yılında daha önce öğrencisi olduğum Gazi Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak döndüm.
1990 yılında Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Öğretmenliği Bölümü’nün kurucusu ve ilk Bölüm Başkanı olarak Konya’da göreve başladım.
Artık oturmuş bir kurum olarak bölümümüz, sadece Konya’mızın değil ülkemizin ve toplumumuzun aydınlanmasına ışık tutmaya devam ediyor. Mezunlarımız, Anadolu’nun her bir köşesinde sanat eğitimi konusunda yeni kuşakların yetişmesinde katkıda bulunarak, fedakârca çalışmalarını sürdürüyor. O günden bu yana da Selçuk Üniversitesi’ndeki görevime devam ediyorum. Ama bu sadece üniversitemiz ve Konya’mız bağlamında düşünülecek bir şey değil; aynı zamanda ülkemizin çeşitli merkezleri ve dünya ile entegre olmuş bir şekilde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Sanatla haşır neşir olmaya başladığım, çizgiyi ve rengi kullandığım günden bu yana dünyam, hayallerim, sevdalarım çok değişti, ama bu topluma ve bu doğaya karşı olan sevdam hiç değişmedi, sadece artarak devam ediyor. İşimi, toplumumuzu, mensup olduğum milletimi ve bu coğrafyayı çok sevdiğimi vurgulamak istiyorum. Sanatımdaki bitmeyen tutku ve enerji, sanırım bu temel anlayışımdan kaynaklanıyor.



Hocam sizinle biraz geç tanıştık, ama isminizi sürekli duyuyordum. Sanatçı dostlarımızla, arkadaşlarımızla sohbetlerimizde hep sizin adınız geçiyor, “Bu dergide Alaybey mutlaka olmalı, onsuz olmaz.” diyorlardı. Siz ne yaptınız da Alaybey’siz olmuyor, onu merak ettim.
Aslında hiçbir şey yapmadım. Konya’da üniversal düzlemde sanat eğitimi veren ilk kurumu kurarak, eğitim ve öğretimin başlatılmasında bir şekilde emeğim geçtiği için öyle söylüyorlar herhalde. Konya’da sanat eğitimi alanında görev alan ilk mezunlarımız yeni kuşaklar yetiştirdiler. Belki bu gelenekte yirmi yıllık mesleki süreç içerisinde benimde tuzum olduğu içindir. Ama kurumumuzdan mezun olan öğrencilerimin bu süreci sevgi ve saygı çerçevesinde takdirleri ile değerlendirdiklerini düşünüyorum ve onların bu sıcak yaklaşımlarını saygıyla karşıladığımı ifade etmek istiyorum.
 Ama bir de gönül bağı var hocam. Bu kadarda mütevazı olmanın gerekli olmadığını düşünüyorum.
Şunu söyleyebilirim, kimseden takdir ve teşekkür almak için bu yola çıkmadım. Kararlı ve inançlı olduğum bir hissiyatım vardı ve bu da Türk milleti ve Türkiye’nin geleceğiydi. Özellikle içinde bulunduğumuz dönem, sanata ve eğitime karşı olumsuz tavırların egemen olduğu, sanatın çok net ve sert bir şekilde toplumdan uzaklaştırılmak istendiği hatta dışlandığı bir ortam. Oysa biz yirmi yıl önce, gelecek çağı kuşatacak, sanat alanında anlamlı ve onurlu adımlar atmanın gururunu yaşıyorduk. Bu durum geçmiş ile bugünün muhasebesi ve karşılaştırılması bağlamında ele alındığında, bugün sanatın diz çökmüş ve dışlanmış hali karşısında bizim neleri planladığımızı ve gerçekleştirdiğimizi daha net görebiliyoruz. Yoğun emek ve gayret sonucu ortaya konan bu olumlu çağdaş gelişmeler yanında, giderek sanatın zayıflatıldığını, müfredatlardan sanat eğitimi derslerinin yarıya indirilerek seçmeli ders haline getirildiğini, yayınlar, sergiler, yarışmalar ve müzeler konusunda sınıfta kalındığını, kimi sanatçıların ülkeyi terk etme durumunda bırakıldıklarını üzülerek ifade etmek istiyorum. Bütün bunlara rağmen herkes şunu iyi bilsin ki; bu milli eğitim ve kültür anlayışı yanı sıra sanata karşı her türlü ilkel yaklaşımı ortaya koyanlar, sanatın birleştirici, aydınlatıcı ve diriltici gücü karşısında yok olmaya mahkûmdurlar. Güneşin doğması yakındır. Türkiye bu karanlığa daha fazla gömülmeyecek tir.



Ben bunu manifesto olarak kabul ediyorum hocam.
Bunu her yerde söylüyorum, önemli ve yeni bir şey değil. Ben, inandığını her yerde ve her zaman çekinmeden ve en yüksek perdeden ifade etmeyi, bilim ve sanat adamının gereken doğal tavrı olarak görüyorum.
Peki, akademik kariyeriniz nasıl devam etti? Neler yaptınız?
1986’da tamamlamıştım yüksek lisansımı. Zorlu geçti. Çok ciddi hocalardan ders aldım. O dönemde Bedrettin CÖMERT ve onun danışmanlığını yaptığı Esin YARAR DAL hocalarımın çalışmaları vardı. Sanat eleştirisi üzerine çalışıyorlardı. Sanat eleştirisi, özelliklede resim eleştirisi alanında Türkiye’de üçüncü tezi ben hazırladım. Şimdi onlarca gencin sanatın değişik alanlarında önemli araştırma ve inceleme yaptıklarını mutlulukla takip ediyoruz.
O dönemde bilgisayar yoktu. Bunların dışında kaynaklara erişme imkânımız zordu. Şu anki gibi internette bilgi arama motorumuz yoktu. Bir yaz boyunca güneş yüzü görmeden kütüphanede arşiv taraması yaptım. Çok zamanımı aldı bu yüksek lisans çalışması. Ama iyi bir deneyim oldu. Daha sonra, Gazi Üniversitesi’nden sanatta yeterlik aldım ve ayrıca Selçuk Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde bir daha doktora yaptım. Yani hem resim hem de sanat tarihi alanında doktora yapma imkânım oldu. 1990 yılında yardımcı doçent, 2006 yılında doçent oldum.



Hocam şu dikkatimi çekti, sizin seksenli yıllarda yaptığınız tez araştırması inanılmaz bir boyutta gerçekleşiyor.
Evet, zordu o dönemde. Türkiye’de sanat eğitimi veren yüksek öğretim kurumları büyük kentlerimizle sınırlıydı. Şimdi ise Türkiye’nin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kutsal Anadolu topraklarını inci gibi süsleyen kentlerimizde, inci gibi parlayan güzel sanat fakülteleri ve güzel sanat bölümleri var. Bunların hepsinin geliştiğini görüyoruz. Yüzlerce genç sanatçının ve araştırmacının sanatın her dalında yaptıkları araştırma ve incelemelerini ve projelerini gördükçe büyük mutluluk duyuyorum. Bunlar genç ve önleri açık. Dolayısıyla bu gençler sanat alanındaki eksiklikleri giderecek olan potansiyel bilim ve sanat adamları. Türkiye’de sanat alanında iyi bir potansiyel var diyebilirim.



Çizgi ve renkten bahsettiniz. Resimlerinizde özel bir tat, özel bir çizgi olduğu söylendi bana, dışarıda gördüklerim gibi.
Çok teşekkür ediyorum. Çizgi resim için önemlidir, bir anlamda temelidir. Çizgi, teknikle ilgili bir kavramdır. Teknik ile ilgili kavramlar ise evrenseldir. Yani Picasso’nun kullandığı bir renk, Matisse’in ele aldığı bir çizgi, Klimpt’in ele aldığı bir motif belli bir kimseye ait olamaz. Ancak, bu teknik içerikle beraber ele alındığında yeni bir kimlik ortaya koyar. Yani özü ya da bir biçimi nasıl olursa olsun kendi kimliğinizle ele almazsanız o zaman siz yoksunuz demektir. Bir bireyin var olabilmesi için kendine has bir üslup, bir dil ortaya koyması gerekir. Bu edebiyatta da, sinema ve müzikte de böyledir.
Bu nedenle bir kimlik ortaya koymanın gerek olduğunu, rengi de çizgiyi de biçimin bir parçası olarak ortaya koyduğumu dile getireyim. Resimlerime baktığınızda her birisi başka başka. Ben aynı yerde hiç durmadım.  Resimler arasındaki farkı onları bir araya koyduğumuz zaman görürüz. Belki özdeki tat, özdeki estetik, coşku, vurgu benzer olmakla birlikte değişen birçok şey olduğunu görüyorum. Belki bilimsel araştırmalara bağlı verileri elde ederek ve bu verilere de çağın getirdiği duyusal yönü katarak yoğurduğum için ortaya farklı bir şeyler çıkıyor. Konuyu çok fazla uzatmadan ve dağıtmadan özetlemem gerekirse, sanatçının öncelikle ben kimim sorusuna yanıt bulması gerekir. Ben kimim sorusuna verilecek yanıt tamamen sübjektiftir ve kendine aittir, ama o kimliğinin bir parçasıdır ve o tarihi süreçle kültürel varlıkla da çelişmeyen bir ifade olmalı.
Benim sevdam ve aşkım, bir Fransız sevdasına, aşkına benzemez. Benimkinin formatı farklıdır ve bu format sınırlı bir alan değildir. Ortak bir kültürel anlayışın, kabullerin ve bunun içerisinde maddi-manevi tüm değerlerin ortak bileşkesi olarak bütününün bir kimlik oluşturduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu şekilde baktığımız zaman Türk tarihi ve Türk kültürü içerisindeki sanat ürünlerinin hepsinin ortak dili bizim çizgimizi oluşturur. Çünkü kendimizi tanımlarken hem Türk kimliğini hem de İslam kimliğini bir arada tutuyoruz, ama bununla beraber biz bu çağı da yaşıyoruz. Dünyada üretilmiş evrensel bağlamda ne varsa aynı zamanda bizimde varlığımızın bir parçasıdır.



Hocam çerçeveyi güzelce koydunuz, ama bu çerçeve içerisinde temalarınızı belirlerken ne yapıyorsunuz.
Tema sanat için belirleyici değildir. Her şeye sevgi ile bakıyorum. Bir şeyi, algılanan maddi bir varlığın ötesinde sevgiyle yaklaşılması gereken bir varlık olarak algılıyorum. Dış dünyayı taklit edecek kadar kendimi inkâr edemem. Ben sonsuzluğu, mekânsızlığı seviyorum. İzleyiciyi şartlandırmadan her türlü özgürlüğe açık bir biçim ortaya koyuyorum. Ancak, bizim sevdamızı ve yüreğimizi ortaya koyabilen bir konuyu henüz keşfetmedim.  
Yurt dışında kalıp yurda döndükten sonra açtığınız serginizdeki resimlerin yirmi sene önceki resimlerden çok daha farklı olduğunu düşünüyorum, bunu nasıl açıklarsınız?
Sanatçı duyarlılıkları açık olan bir insandır. Dünyanın birçok yerinde yaşanan felaketler, sıkıntılar ve bunların ötesinde insan hakları ihlalleri sanatçıları etkiler. Dünyada ve ülkemizde bu kadar sıkıntı varken, yüreğim yanarken, sevgiliye serenat yazma hakkını kendimde göremedim.
 Kazakistan coğrafyasındaki resimlerde bir dinginlik, bir rahatlık vardır. Bu benim bilinçli bir tercihim değildi; coğrafyanın, insanların, gördüklerinizin etkisiydi. Yani reel, gerçeği kavrama biçimi ile ortaya çıkan sonuçlar bunlar. Giderek renklenen bu resimler; benim sevdamın resimleri, beynimin, yüreğimin resimleri.  Göz merceğinden yakalayıp, gönül süzgecinden geçirdiğimin resimler… Ama bunlar benim olduğu kadar ülkemin, insanların ve insanlığın resimleri.
Sizi farklı yapanda zaten bu.
Sanat yaparken duygularınızı, düşüncelerinizi, kimliğinizi ortaya koyuyorsunuz.  Belki insan sevgisini ortaya koyuyorsunuz. Biçimin optik görüntüsüne takılmayanlar için söylüyorum bunu. Eğer bir biçime bağlı olarak üretenler varsa ben onları sanatçı olarak görmüyorum. Yani resim; göz ve el işi değil, beyin, yürek, bilgi işidir. Ressam, bir adım ötesini bilmeyen, hangi sürprizlerle karşılaşacağını önceden kestiremeyen kişidir. Zaten ne gibi bir sürpriz çıkacağını, ne gibi bir güzellikle karşılaşacağını önceden biliyorsa, yaptığı işin anlamı ve önemi yoktur. İnsanoğlu düşündüğü, ürettiği sürece vardır.
Eğitimci bir kimliğe sahipsiniz, öğrencileri nasıl görüyorsunuz?
Bu günkü gençlik; idealleri, ütopyaları, beklentileri ve sorunlarıyla farklı bir gençlik. Genç sanat eğitimcisi öğrencilerimizin hem ülkeyi hem toplumu çok iyi tanıdıklarını, dünyayı yakından takip ettiklerini, gittikleri okulları aydınlattıklarını söyleyebilirim. Onlar yeni bin yılın Türkiye’sini yaratacaktır. Bu gençliğin gelecekte sadece Anadolu yani Türkiye coğrafyasına değil, dünyaya şekil verecek bir gençlik olacağını da düşünüyorum.



Birazda kendi projelerinizden bahseder misiniz?
Üreten ve çalışan birisiyim. Yeni eserler, sergiler gelecektir, ama sanıyorum tema olarak bir takım değişiklikler de olacaktır. Yani doğadan figüre, figürden yeniden soyuta, soyuttan yeniden biçime doğru gidip gelen, med cezirleri olan tematik birtakım değişikler olabilir.
En son söylemek istediğiniz nedir hocam?
Türk kültür ve sanatı hemen her alanında en şansız ve talihsiz dönemini yaşıyor. Bu durumun en kısa süre içerisinde giderilmesi gerekmektedir. Başta eğitim kurumlarımızdaki müfredatların gözden geçirilmesi, ders saatlerinin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaştırılması, müzik ve resim alanındaki öğretmenlerin derhal ve ivedi olarak istihdam edilmesi gerekmektedir.
Büyük kentlerimizde modern sanat müzelerinin kurulması,  uluslararası etkinliklerin gerçekleştirilmesi ve başta TRT olmak üzere tüm medya kuruluşlarının sanata gereken önemi vererek adam gibi bir sanat programı yapabilecek niteliğe kavuşturulmasını bekliyor ve istiyoruz.
         Konya çok önemli bir kenttir. Sadece Selçuklunun başkenti değil, karşılıklı sevginin ve hoş görünün de başkentidir. Bu güzel duyguların filizlendiği, gök kubbenin altında dünyaya biçim verebilecek anlamlı ve önemli bir yerdir Konya. Gelişmiş sanayisinin yanı sıra, tarihi ve kültürel yönden bağrında barındırdığı sayısız tarihi eserleri ile açık hava müzesi niteliği taşımaktadır. Konya’nın çağdaş dünyada hak ettiği yeri alabilmesi için, bu görkemli değerlerine paralel olarak sanatın icra edileceği salon ve galeri gibi yeni mekânlara kavuşması gerekmektedir. Böylece, düzenlenecek uluslararası etkinlikler ile kültür başkenti olma niteliğini devam ettirmelidir.
Teşekkürler Hocam, yüreğinize, dilinize sağlık.
Ben de çok teşekkür ediyorum.