Kısacık çimlerle bezenmiş
bahçenin kenarlarında kısmen -kimi kurumuş- süs bitkileri, köşelerinde süs
bitkileri, saksılar kimi asılmış, kimisi yerlerde düzensizce dağılmış, kâh
kurumuş, kâh can çekişiyor, kimisi de inadına yaşıyor: Kolay değil İzmir’in sıcağına
dayanabilmek. Erik ağacı, (daha önce gördüğümden daha kötü durumda, kesilmesi
şart olmuş) incir, melisa (hiç sevemedim bu ağacı, geceleri yaydığı koku, bana
baş ağrısı yapıyor) mandalina, iki adet limon ağacı ve bahçenin çok az
bölümünde mandalina ağacına komşu, çini döşenmiş, bir parça taş bir bölüm. Taş
bölüme mutfak kapısından iki basamakla iniliyor. Çini ustalığı iyi olmayan bir
biçimde döşenmiş veya zaman içerisinde yapısal özelliği bozulmuş ama yine de
çini olması günümüz döşemelerinden daha iyi, bana çocukluk yıllarımı
hatırlatıyor. Çok eskilerden kalma demir masa ve sandalyeler, belli ki onlar
gerçekten usta bir demirci tarafından itina ile yapılmış, çok ağırlar, hani
derler ya “yerinden kalkmıyor” diye, aynen öyleler. Beyaz yağlı boya ile boyanmış,
evin sahibesi bu demir bahçe mobilyalarına itina ile bakıyor, bu zaman da
böylesine temiz bir işçilikle bunları yaptırmak çok zor. Diğer taraftan yine
korozyona uğramış ahşap sandalyeler, zamana direnmiş görünüyorlar, defalarca
tamir görmüş oldukları aşikâr. Kare portatif masa, çini zemin yıkandıktan sonra
mandalina ağacına en yakın yere konuyor, sandalyeler açılıyor, masanın
etrafındaki yerlerini alıyorlar; oturun rahatınıza bakın, keyif alın der
gibiler. Sandalyelerin koyu yeşil minderleri ve turuncu minik sırtlıkları da
yerlerini aldıktan sonra ev sahibesi şöyle bir etrafına bakıp “tamam” der gibi
başıyla kendi kendine onay verdikten sonra iki basamağı atlayıp mutfağa, oradan
da evin içinde kayboluyor. Biraz sonra, benim tonunu deli mavi diye adlandırdığım
mavi masa örtüsüyle bahçeye dönüyor. Örtünün üzeri siyah taş baskıyla
uygulanmış motifler taşıyor. Bana uzatıyor örtüyü ve ben yıllara direnen
masanın üzerindeki geçmişi örtüyorum. Deli mavi örtü biraz büyük, masaya göre
ama olsun, can geldi birden bire geceye, deli mavi ton bu kadar mı yakışır bu
geceye. Küçük, birbirinin pek te benzeri olmayan ama yine de çok şirin
tabaklara hazırlanmış mezeler teker teker masadaki yerini almaya başladı.
Neredeyse hazır, bizi bekliyor çilingir soframız. Kıvamında soğutulmuş, bir
önceki zamandan kalan rakı birer tek ölçeğinde bardaklara döküldüğünde, bir
önceki zamana da bağlanıyorduk: o da güzel bir geceydi ve ben de o geceye şahit
olmuştum. Bu da eski bizlerin rakı içme konusunda, ne kadar duyarlı olduğumuzun
göstergesiydi. O gece o şişedeki rakı zorlayarak bitirilmemişti, bir sonraki
çilingir sofrasının borç hanesine bakiye olarak kaydedilmişti. Ve masa bize
borcunu ödüyordu. Ve şimdiki zamanın gecesi başlıyordu; şerefe dedik, kadehleri
kaldırdık. Şeref sözü verdik birbirimize, burada konuşulanlar burada kalacak.
Bu ritüel gecelerde başımızda bir büyük mutlaka olmalı derim, ev sahibesi de
bunu bildiğinden masanın ortasına yüzlük rakıyı koyuverdi. Her şey tamam,
oturuldu ve sohbet başladı. Önce bana susmak düştü, dünden gelen tortuları
burada hatırlatmak yerine, yarına bırakılacak tortulardan bahsetmek gerek ki,
masa tadında olsun. Gece devam ederken çok eski yıllara gittim: Andon’un Rum
meyhanesi; o yıllarda ki meyhane anılarıma: Kadehler, ince dipli, incecik
camdan yapılmış, bir de alüminyum kapaklı yine camdan su şişeleri, şimdiki gibi
pet şişeler gibi değil. Masaya teker teker gelirdi; ısınmasınlar diye. Rakıya
buz koymazdım; rakı ağlamasın diye. İlk kadehleri meyhaneci doldurur, sonra
şişeyi sakilik yapacağına emin olduğu kişinin önüne bırakırdı; o kişi de
hakkını verirdi hani. Bunlar geçti aklımdan. Masada da anlattım aklımdan
geçenleri birer birer ve dahasını da anlattım. Ne çok şey yaşamışsın, ne çok
şey biliyorsun, dedi(ler). Bir yüzlük bitti, bitti de gece daha bitmedi.
Gözlerinin içine baktım “yeter” diye,
“yetmez” dedi(ler), gözleriyle. Ben yine hayallerime dalmışım. Ben
sensiz bunları yaşarken, sahi sen nerelerdeydin, “seni seviyorum” dedim
içimden, bilmem beni duyabildin mi? Her şey vardı bu gece sonu bende bitti.
Sabahın bilmem kaçı olmuş, tabaklarda mezeler dolmuş boşalmış birkaç kez, biz
halâ konuşuyoruz, biz halâ içiyoruz, ben halâ hayallerimin peşindeyim. Neler
konuşuldu neler, söyleyemem, “şerefe” dedik bir kere. Hafiften ağarmaya
başlayan gökyüzü, ben de gecenin bittiği işaretiydi. Usulca kalktım, iyi
sabahlar dedim, arkamı döndüm ve çıktım. Neden kalktım, nereye gidiyorum, neden
gidiyorum: hiçbir zaman bilinmeyecek. Aslında ben sana gidiyorum, sevişmek
geçiyor içimden, içimdeki tortuları atmak geçiyor aklımdan.
Ayaklarım beni sana
götürdü, istesen de, istemesen de, geldim kapıyı çaldım; “kim o” dedin ya, işte
o zaman yığıldım paspasın batan yüzüne: Canım yandı, “benim” diyemedim. Kahve
kokusu geldi burnuma, bir de siyah çikolata kokusu, yanında soda ile. Uyandım
paspasın batan yüzünde, iyi de oldu, sen bile bozamazdın bu gecenin ardında
kalan güzellikleri. İzmir başka bir şehir, İzmirli başka bir şey, İzmir’de
olmak huzur, İzmir’e gitmek heyecan, İzmir’de içmek ritüel; “sahi sen neden
gelmedin İzmir’e, benim hayallerimde olmak, İzmir’de olmaya benzemez, ya bir
şeyler eksik olur, ya da fazla, neler kaybettiğini nereden bileceksin? Neyse,
ben İzmir’deyim ya, bu ikimize de yeter. Dağıldık, yattık, bir sonra ki güne
uyandık; sanki dün geceyi hiç yaşamamış gibi.
ÖMER L.BAKAN
120820132058KÇKDRHVRN
ANI-BELLEKÇEKMECELERİMESIĞMAYAN-SIĞAMAYANİZMİRGECELERİNDENBİRİDAHA
YAŞAMIŞ GÜNLERDEN BİRİYDİ SADECE...
YanıtlaSil