25 Temmuz 2014 Cuma

SMYRNA GÜNLÜKLERİ-1

Kısacık çimlerle bezenmiş bahçenin kenarlarında kısmen -kimi kurumuş- süs bitkileri, köşelerinde süs bitkileri, saksılar kimi asılmış, kimisi yerlerde düzensizce dağılmış, kâh kurumuş, kâh can çekişiyor, kimisi de inadına yaşıyor: Kolay değil İzmir’in sıcağına dayanabilmek. Erik ağacı, (daha önce gördüğümden daha kötü durumda, kesilmesi şart olmuş) incir, melisa (hiç sevemedim bu ağacı, geceleri yaydığı koku, bana baş ağrısı yapıyor) mandalina, iki adet limon ağacı ve bahçenin çok az bölümünde mandalina ağacına komşu, çini döşenmiş, bir parça taş bir bölüm. Taş bölüme mutfak kapısından iki basamakla iniliyor. Çini ustalığı iyi olmayan bir biçimde döşenmiş veya zaman içerisinde yapısal özelliği bozulmuş ama yine de çini olması günümüz döşemelerinden daha iyi, bana çocukluk yıllarımı hatırlatıyor. Çok eskilerden kalma demir masa ve sandalyeler, belli ki onlar gerçekten usta bir demirci tarafından itina ile yapılmış, çok ağırlar, hani derler ya “yerinden kalkmıyor” diye, aynen öyleler. Beyaz yağlı boya ile boyanmış, evin sahibesi bu demir bahçe mobilyalarına itina ile bakıyor, bu zaman da böylesine temiz bir işçilikle bunları yaptırmak çok zor. Diğer taraftan yine korozyona uğramış ahşap sandalyeler, zamana direnmiş görünüyorlar, defalarca tamir görmüş oldukları aşikâr. Kare portatif masa, çini zemin yıkandıktan sonra mandalina ağacına en yakın yere konuyor, sandalyeler açılıyor, masanın etrafındaki yerlerini alıyorlar; oturun rahatınıza bakın, keyif alın der gibiler. Sandalyelerin koyu yeşil minderleri ve turuncu minik sırtlıkları da yerlerini aldıktan sonra ev sahibesi şöyle bir etrafına bakıp “tamam” der gibi başıyla kendi kendine onay verdikten sonra iki basamağı atlayıp mutfağa, oradan da evin içinde kayboluyor. Biraz sonra, benim tonunu deli mavi diye adlandırdığım mavi masa örtüsüyle bahçeye dönüyor. Örtünün üzeri siyah taş baskıyla uygulanmış motifler taşıyor. Bana uzatıyor örtüyü ve ben yıllara direnen masanın üzerindeki geçmişi örtüyorum. Deli mavi örtü biraz büyük, masaya göre ama olsun, can geldi birden bire geceye, deli mavi ton bu kadar mı yakışır bu geceye. Küçük, birbirinin pek te benzeri olmayan ama yine de çok şirin tabaklara hazırlanmış mezeler teker teker masadaki yerini almaya başladı. Neredeyse hazır, bizi bekliyor çilingir soframız. Kıvamında soğutulmuş, bir önceki zamandan kalan rakı birer tek ölçeğinde bardaklara döküldüğünde, bir önceki zamana da bağlanıyorduk: o da güzel bir geceydi ve ben de o geceye şahit olmuştum. Bu da eski bizlerin rakı içme konusunda, ne kadar duyarlı olduğumuzun göstergesiydi. O gece o şişedeki rakı zorlayarak bitirilmemişti, bir sonraki çilingir sofrasının borç hanesine bakiye olarak kaydedilmişti. Ve masa bize borcunu ödüyordu. Ve şimdiki zamanın gecesi başlıyordu; şerefe dedik, kadehleri kaldırdık. Şeref sözü verdik birbirimize, burada konuşulanlar burada kalacak. Bu ritüel gecelerde başımızda bir büyük mutlaka olmalı derim, ev sahibesi de bunu bildiğinden masanın ortasına yüzlük rakıyı koyuverdi. Her şey tamam, oturuldu ve sohbet başladı. Önce bana susmak düştü, dünden gelen tortuları burada hatırlatmak yerine, yarına bırakılacak tortulardan bahsetmek gerek ki, masa tadında olsun. Gece devam ederken çok eski yıllara gittim: Andon’un Rum meyhanesi; o yıllarda ki meyhane anılarıma: Kadehler, ince dipli, incecik camdan yapılmış, bir de alüminyum kapaklı yine camdan su şişeleri, şimdiki gibi pet şişeler gibi değil. Masaya teker teker gelirdi; ısınmasınlar diye. Rakıya buz koymazdım; rakı ağlamasın diye. İlk kadehleri meyhaneci doldurur, sonra şişeyi sakilik yapacağına emin olduğu kişinin önüne bırakırdı; o kişi de hakkını verirdi hani. Bunlar geçti aklımdan. Masada da anlattım aklımdan geçenleri birer birer ve dahasını da anlattım. Ne çok şey yaşamışsın, ne çok şey biliyorsun, dedi(ler). Bir yüzlük bitti, bitti de gece daha bitmedi. Gözlerinin içine baktım “yeter” diye,  “yetmez” dedi(ler), gözleriyle. Ben yine hayallerime dalmışım. Ben sensiz bunları yaşarken, sahi sen nerelerdeydin, “seni seviyorum” dedim içimden, bilmem beni duyabildin mi? Her şey vardı bu gece sonu bende bitti. Sabahın bilmem kaçı olmuş, tabaklarda mezeler dolmuş boşalmış birkaç kez, biz halâ konuşuyoruz, biz halâ içiyoruz, ben halâ hayallerimin peşindeyim. Neler konuşuldu neler, söyleyemem, “şerefe” dedik bir kere. Hafiften ağarmaya başlayan gökyüzü, ben de gecenin bittiği işaretiydi. Usulca kalktım, iyi sabahlar dedim, arkamı döndüm ve çıktım. Neden kalktım, nereye gidiyorum, neden gidiyorum: hiçbir zaman bilinmeyecek. Aslında ben sana gidiyorum, sevişmek geçiyor içimden, içimdeki tortuları atmak geçiyor aklımdan. 


Ayaklarım beni sana götürdü, istesen de, istemesen de, geldim kapıyı çaldım; “kim o” dedin ya, işte o zaman yığıldım paspasın batan yüzüne: Canım yandı, “benim” diyemedim. Kahve kokusu geldi burnuma, bir de siyah çikolata kokusu, yanında soda ile. Uyandım paspasın batan yüzünde, iyi de oldu, sen bile bozamazdın bu gecenin ardında kalan güzellikleri. İzmir başka bir şehir, İzmirli başka bir şey, İzmir’de olmak huzur, İzmir’e gitmek heyecan, İzmir’de içmek ritüel; “sahi sen neden gelmedin İzmir’e, benim hayallerimde olmak, İzmir’de olmaya benzemez, ya bir şeyler eksik olur, ya da fazla, neler kaybettiğini nereden bileceksin? Neyse, ben İzmir’deyim ya, bu ikimize de yeter. Dağıldık, yattık, bir sonra ki güne uyandık; sanki dün geceyi hiç yaşamamış gibi.

ÖMER L.BAKAN
120820132058KÇKDRHVRN


ANI-BELLEKÇEKMECELERİMESIĞMAYAN-SIĞAMAYANİZMİRGECELERİNDENBİRİDAHA         


1 yorum: