O
bir dost, henüz yüzünü görmediğim; bir sahil kasabasına gitti. Şanslı… Hak
ettiğini alıyor. Bence burada ‘şanslı’ benzetmesini yapmak, O’na son derece
haksızlık olur. Sevgili dostum, ben gittiğin kasabada inanılmaz üretimler
yapacağına inanıyorum. Bizler, yaşını başını almış insanlar olarak, belki de
bir kültür eleğinden geçtik. Çok zor günler geçirsek de bu ülkede, hak
ettiğimiz yere ulaşmamıza birkaç adım kaldı. Sen de ben de bu adımları sağlam
atmak zorundayız. Benim gibi bir ihtiyarın sözlerini dinler ve uygularsan,
farklı bir yaşam içinde üretimin ne denli keyifli olduğunu, yeni tasarımlarının
düşüncelerinin doğrultusunda gerçekleştiğini, bedeninin ve ruhunun nasıl huzura
kavuştuğunu gözlemleyeceksin.
Senin
de dediğin gibi kasaba da bir …… evinde yaşayacaksın. Kapıyı açıp içeriye
girdiğinde, orası tamamen sana ait bir yer olsun. Canın nasıl istiyorsa orada,
o mekânda öyle davran. İstersen sıkı sıkı giyin dolaş içeride, istersen pazen
pijamalarını giy dolaş veya tamamen doğduğun gibi ol. Ama sen, sen ol.
Üreteceğin her eserin, senin düşüncelerinin uzantısı, kült fenomenler olsun.
Olsun ki, sen sen gibi üretmenin huzurunu yaşa.
Mesela… Evinde elektrikli aydınlatma araçları kullanma. Gündüzü gündüz,
geceyi gece gibi yaşa. Hava kararmaya yüz tuttuğunda, mum veya benzeri
araçlarla mekânını aydınlat. Loş ışıkta yemeğini ye, müziğini dinle. Erken yat,
erken kalk. Sahile in yürü, ciğerlerini temiz hava ile doldur. Balığını,
sebzeni al ve kahvaltı için evine dön. Muhtemelen saat henüz sekiz olmuştur.
Kahvaltını yap, sabahın ilk ışıklarını kemiklerine işlercesine içine hapset. Otur
ışık alan masana ve aklından ne geçiyorsa çiz, çiz, çiz… Bunlar senin
hayallerin olsun. Çünkü hayaller geleceğin senaryolarıdır. Öğlen hafif bir
yürüyüş yap tabii bu yazın başlangıcına kadar. Yaz güneşi bu eyleme elverişli
olmaz. Yazın başlangıcında, sıcak öğlen saatlerinde siesta yap. Ama bahar
başka… İnsanın kanının, kaynama noktasının en üst düzeylerine ulaştığı günler.
İlkbahardan bahsediyorum tabii. Sonbaharda oralarda olamayacağına göre, ‘aşk’
ile işin olmayacağı kanaatindeyim. Çünkü aşk sonbaharda başka olur. Yaz aşkları
ne sana uyar ne de bana. Öğleden sonra sana bir sohbetimde söylediğim gibi,
iskeleti maviye boyalı, kumaşı boydan boya lacivert-mavi-beyaz çizgilerle
bezeli, eski tip şezlonguna uzan ve kitabını oku. Başında mutlaka hasır şapkan,
şapkanın mutlaka kalın fuşya kurdelesi ve sol kenarında kurdeleye
sıkıştırılmış, bahar sonu- yaz başlangıcı meyvesi olan kiraz olsun. Kiraz…
Kiraz öyle bir gün aralıklarıyla oluşur ki ve tadıyla hala damağımızda. Şair
buna: “Kiraz mevsimi sevişme mevsimidir.” demiştir.
,
Şimdi Sevişme Vakti
Çıplak
heykeller yapmalıyım.
Çırılçıplak
heykeller
Nefis
rüyalarınız için
Ey
önümden geçen aksakallı kasketli;
Yırtık
mintanından adaleleri gözüken
Dilenci,
sana önce
Şiirlerin
tadını
Aşkların
tadını
Kitaplardan
tattırmalıyım
Resimlerden
duyurmalıyım, resimlerden…
Şu
oğlan çocuğuna bak
Fırça
sallıyor
Kokmuş
manifaturacının ayağına
Dörtyüzbin
tekliğinden
On
kuruş verecek.
Seni
satmam çocuğum
Dörtyüzbin
tekliğe,
Ne
güzel kaşların var
Ne
güzel bileklerin
Hele
ne ellerin var, ne ellerin.
Söylemeliyim,
Yok
yok… Meydanlarda bağırmalıyım.
Bu
küçük güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu
şehri kahvesinde
Kiraz
mevsiminin
Sevişme
vakti olduğunu.
Resimler
seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
Baygınlık
getiren şiirler
Kiraz
mevsimi, kiraz
Küfelerle
dolu pazar.
Zambaklar
geçiriyor bir kadın.
Bir
kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
Sallıyor
boyacı çocuğu fırçasını
Belediye
kahvesinde hala o eski, o yalancı
O
biçimsiz Bizans şarkısı.
Sana
nasıl bulsam, nasıl bilsem
Nasıl
etsem nasıl yapsam da
Meydanlarda
bağırsam
Sokak
başlarında sazımı çalsam
Anlatsam
şu kiraz mevsiminin
Para
kazanmak mevsimi değil
Sevişme
vakti olduğunu…
Bir
kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
Sonra
oturup hüngür hüngür ağlasam
Boşa
geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere
Mezarımda
bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
Oğlu
bir şiir okusa Karacaoğlan’dan, Orhan Veli’den, Yunus’tan, Yunus’tan…
Sait Faik ABASIYANIK
Senin oralarda sevişmeyeceğini,
sevişemeyeceğini biliyorum. Aldırma sen, işinle ürettiklerinle seviş. Bu
bedensel rahatlama olmasa da ruhsal rahatlamadır. Bu da haz verir. Sanat hazzı
öyle bir hazdır ki, ileride pişman olacağın ilişkinin vereceği hazdan bin katı
daha doyumludur. Sahilde başın yukarıda, elin şapkanın üzerinde, gözlerin ufuk
çizgisinde, kısa süreli gittiğin kasabanın beton yollarında yürüyeceksin.
Kendine bir yer seç o sahilde. Her gün uğra oraya. Yanında mutlaka ekmek olsun.
Seni gören küçücük balıklar, sana önce hoş geldin diyecekler, sonra da teşekkür
edecekler. Çünkü sen küçük küçük didiklediğin ekmek parçalarını onlara
attığında, onlar senin elinden beslenmenin tadına varacak, her gün adını anacak
ve geleceğin saati heyecanla bekleyerek, aynı günleri seninle paylaşacaklardır.
Biliyorum, bir gün oradan ayrılıp yaşadığın şehre döneceksin. Ama dönmeden bir
gün önce, yarın ve daha sonrasında orada olamayacağını onlara mutlaka söyle. O
günden sonra seni boşuna beklemesinler. Çok üzülürler habersiz gittiğine…
Dön evine çayını iç.
Çizimlerine, tasarımlarına devam et. Hava kararsın ve mum ışığında akşam
yemeğini iki kadeh şarap eşliğinde ye. Bu böyle devam edecek ve günlerin
ritüele dönüşecek. Sonrasında da sayılı günler çabuk bitecek. Döndüğünde başka
bir sen göreceğiz. Birçok artıyı kendisine yüklemiş sen… Sen huzurlu… Sen
mutlu… Sen, sen daha başka… Bir gün seninle yiyeceğiz, verdiğimiz balık
siparişi masamıza geldiğinde. Gülümseyen kocaman gözleri ile ağzından şu sözler
dökülecek balığın:
“Biliyor musun beni beslediğin
günlerde, her gün o anlamlı gözlerinle baktığın suyun derinliklerinde, bana
attığın her ekmek parçasını büyük bir keyifle yedim. Gözlerinde
çözümleyemediğim anlam ve derinlikler vardı. Göremedim… Gözlerinin içindeki
parıltının ardındaki karanlık derinliğe girebilseydim, belki anlardım seni. Ama
şimdi, tabağında bir akşam yemeği için sunulmuş bir tadım. İçtiğin suyun içinde
yüzeceğim. Hazmettiğinde kanında olacağım. İşte ben o zaman ölümsüz olacağım.
Dolaştığım her damarında seni daha iyi özümseyip, içinde ölümsüz olacağım.
Yaşadığın her gün, sorduğun her sorunun cevabını gece rüyalarında sana
anlatacağım. Verdiğin her lokmanın hakkını sana ödemeye çalışsam da bunu
başaramayacağıma eminim. Beni denizden yakalayıp taa oralara getirdiklerinde,
pişirip tabağına sunduklarında, çatal batırıp bıçağınla kestiğinde, küçük
ağzınla beni sindire sindire yediğinde ve yuttuğunda ben ölmedim. Ben hala
senin damarlarında küçük bir balık olarak yaşayacağım. Ben ne zaman öleceğim
biliyor musun besleyenim? Sen öldüğünde…
……..aracılığıyla,
sana……
Ölüm diye bir şey yoktur aslında,eğer ölümü yok oluş olarak algılarsak.Sesler ve ışıkların oluşturduğu dalgalar uzayda yayılmaya devam eder ve hiç bir zaman kaybolmaz.Eğer bir gün bilim uzaydaki ses ışık dalgalarını ayrıştırıp çözebilirse işte o zaman bedenimizden çıkan bu dalgaların hala yaşamaya devam ettiğine şahit olacağız.Ürettikçe yaşama daha çok şey katmaya devam.Selam ve saygılarımla Ömer hocam...
YanıtlaSil