21 Temmuz 2014 Pazartesi

"ÇİLEKLİ DONDURMA"


Bebek sahilinden, Rumeli Hisar’ına doğru yürümeye karar verdiğinde üçüncü çayını da bitirmek üzereydi. Hayır, o değildi kafasına takılan, kafasına takılan, bu durumdan nasıl kurtulacağıydı. Aslında biraz cesareti olsa kurtulmak gibi niyeti olmadığını da biliyordu ama yine de temkinli olmalıydı. Biraz daha Bebek Kahvesi’nde beklemeye karar verdi. Canı farklı şeyler istiyorsa da, bir çay daha söyledi. Bu kahve de çay, porselen demlikte demlenir, sahibinden başkasının bilmediği özel harman çay kullanılır, bardaklar altın yaldız şeritli, ince belli, tabaklar şu kırmızı bilindik desenli, porselen ve çayın sıcaklığı da tam kıvamındadır. İçtikçe içesi gelir insanın. Kahveden içeriye girdiğinizde ahşap zemin hafifçe esner, önce sallanır hafifçe kafanızın içi, bir sıcaklık yayılır ayak tabanlarınızdan bedeninize doğru. Sonra ahşap sandalyeye oturduğunuzda sıcaklığın tüm bedeninizi sardığını hissedersiniz; üzerinizde ne varsa çıkartmak gelir içinizden; bu içinizden gelen istektir, sadece düşünürsünüz, çıkartamazsınız. Ahşap masaya dokunursun ve şaşırırsın; tahta bu kadar ipeksi bir dokuya sahip olabilir mi(?) diye. İşte bu ipeksi dokuda, yılların dokunulmuşluklarının sayesinde oluşmuş korozyonun verdiği eskiliği, yaşanmışlıkları, hüznü, mutluluğu, huzursuzluğu, sevinci ve kederi hissedersin; ahşaba kazınmış şiirler, mesajlar, isimler, şekiller, semboller alır sizi geçmişe götürür veya geleceğinize rehber olur.

FOTOĞRAF:Suzan Elâ ARMAĞAN (Teşekkürlerimle)

Garson “Hanımefendi, çayınız” dediğinde camdan dışarıya doğru dalmış gözleri garsona doğru yöneldi, teşekkür ederken bir önceki çayının son yudumunu da içti, bardağı garsona uzattı. Masaya dökülen sigara küllerini, tütün artıklarını elindeki bembeyaz havluyla silen garson Sinem’e yeni gelen poğaçadan isteyip istemediğini sordu. Sinem “Hayır” dedi, canı çilek istiyordu. Bu kış mevsiminin ortasında çileği nereden bulacaktı, işte onu bilmiyor du. Birden aklına Bebek Manavı geldi, orada mevsimi olsa da olmasa da hemen hemen her zaman her türlü sebze ve meyveyi bulmak mümkündü, zengin semtin, zengin çeşitli manavıydı orası. Gözlerini kıstı, beş yıl öncesi geldi aklına. Semiha ablası Gökçe’ye hamile -zavallı Taci eniştesi- olmayacak mevsimde erik diye tutturmuş, o da İstanbul kazan, o kepçe erik aramış, gecenin geç saatlerinde Bebek Manavında aranan erik bulunmuştu. Eve döndüğünde de Semiha’yı uyur bulmuş, erikler elinde kalmıştı. Ağlasın mı, gülsün mü bilmiyordu(?) ama yine de gülümseyerek karısının yanağını öpmüş, başucuna erikleri bırakmıştı. O günlerden aklında bunlar kalmıştı; “Bebek Manavı” diye geçirdi aklından.
Çok severdi Taci karısını. Altan da onu öyle sevecek miydi acaba, işte bu acaba kafasını kurcalıyor du. Dört gündür Altan’dan haber alamıyor, telefonu kapalı, işyerinden de ya orada olmadığını, ya da toplantıda olduğu söyleniyordu. Sinem, Altan’ın sürekli gittiği yerlere gidiyor, oralara gelmediğini öğreniyordu. Çaresizce düşünüyor, başına ne gelmiş olabilir diye sürekli aklından geçiriyordu. Altan’ın görüşmek istemeyeceğini aklının ucundan bile geçirmiyordu. Altan’ın sık sık geldiği yerlerden biriydi Bebek Kahvesi. Bebek Kahvesinin çayını da, poğaçasını da severdi, tüm günlük gazetelerin ve seçili dergilerin bulunduğu kahve de, hem kahvaltısını eder, hem de gazetesini okur, hatta günlük iş planlarını bile orada yapardı Altan. Bunu biliyordu Sinem, onun için bu sabahın erken saatlerinde kahveye gelmiş, Altan’ı bulmak umuduyla bekliyordu. Hava hem soğuk, hem de yağmurluydu. Kahvenin sıcağında iyice rehavet çökmüş, uyuyamadığı gecenin ardından uyku iyice bastırmıştı. Yarı açık, yarı kapalı gözleriyle dışarıyı seyrediyor, bundan sonra neler olacağını düşünüyordu. Annesi geldi aklına. Altan’la tanıştırmasının zamanı gelmişti de, geçiyordu bile. Hele şu sorundan bir kurtulsun, hemen tanıştıracaktı.
Yağmurluklarından damlalar süzülen bir çift girdi kahveye, sabah yürüyüşlerinin ardından çay içmeye gelmişler, mutlu görünüyorlar. Acaba Altan’la da bu kahveye böyle gelecekler miydi? Genç çiftin ardında bıraktıkları su damlalarına takıldı gözleri. Sanki göl olmuş su damlacıkları, içinde boğuluyor, sanki nehir olmuşlar da akıntısına kapılmıştı. Elinden bırakmadığı telefonu çalınca birden bire irkildi, ekrana baktı, Altan değildi, açmadı. Gereksiz konuşmalara katlanamazdı şimdi. Güldendi arayan, kim bilir neler soracaktı. Cevabını kendisinin bile bilemediği sorulara cevap vermek işine gelmiyor, daha doğrusu korkuyordu. Kalkmaya karar verdi, hesabı istedi. Annesinin ördüğü gülkurusu yün bereyi kulaklarının altına kadar çekti, aynı renkteki atkıyı sıkıca boynuna doladı, paltosunu giydi, önünü sıkıca ilikledi, yakasını kaldırdı. Para üstü beklerken, cama çarpan damlaların sesi geldi kulağına, sanki ona bir şeyler der gibiydiler. Kimi yavaş yavaş aşağıya doğru süzülürken nazlanıyor, kimileri ise telaş içerisinde birbirlerine eklenerek çoğalıyorlar, hızla aşağıya iniyorlardı. “Acele et Sinem” der gibiydiler, “Bul şu Altan’ı” diyordu bir diğeri. Belki de “Kurtul bu beladan” diyorlardı da, Sinem’in bunu duymak işine gelmiyordu. Dışarı çıktı; boğazdan gelen iyot kokusu burun deliklerini hareketlendirdi, soğuk, içinde bulunduğu gerçek gibi yüzünü kamçıladı; acıdığını hissetti ama dayanmalıydı ve mutlaka üstesinden de gelmeliydi. Caddeye çıktı, sağa döndü, yürüdü. Bebek Manavının karşısına geldiğinde durdu, uzaktan tezgâha bir göz attı, görünürde çilek kâseleri yoktu, ağzı bir kez daha sulandı. Adeta kendini yola attı. O anda frenle karışık korna sesi onu kendine getirdi. Şoförle göz göze geldi, özür diler gibi baktı, karşıya geçti. Manav da mevsimli, mevsimsiz ne ararsan vardı ama çilek yoktu, canı sıkıldı. Tekrar karşıya geçti, Bebek Oteli’nin önünden geçerken kapı görevlisi Sinem’i selamladı. Daha önceleri Altan’la zaman zaman geldikleri yerdi, Sinem’i tanımıştı pos bıyıklı adam. Sinem o sabah ilk defa gülümsedi, kendini önemli biri gibi hissetmişti. Hisar’a doğru ilerlemeye başladı. Burnuna gelen vanilya kokusu içini ısıttı. Daracık cephesi olan küçücük meşhur Bebek Dondurmacısının sahibi adet edinmiş, yaz kış dükkânını açık tutmuş, önce Bebek sakinlerini, sonra da orayı bilen İstanbulluları kışın da dondurma yemeye alıştırmıştı. Sinem hemen sordu “Çilekli dondurma var mı?” Adam gülümseyerek cevap verdi “Olmaz mı?” dedi. Taze yaptığı vanilya kokan kornetlere uzandı eli. Sinem “Yok, kâğıthelvasının arasına koy” dedi. “Kız olacak” dedi adam, Sinem “Anlamadım” diyerek şaşkınca dondurmacıya baktı. “Hamilesiniz. Çilekli dondurmayı kız anneleri aşerer, yok oğlansa vişne-limon isterler. Bu tecrübeyle sabittir hanımefendi. İstersen iddiaya girerim.” Sinem’in canı sıkılmıştı, boğazı düğümlenmiş, ha ağladı ha ağlayacak. Bu adam anladıysa, annesi de hayda hayda anlardı; kaçın kurasıydı annesi: O karnına bakardı hamile kadının, karın sivriyse erkek olacak, yok eğer yuvarlaksa kız olacak derdi, bu güne kadar da hiç yanılmamıştı. “Yok, iddiaya girmeyelim.” dedi. Borcunu sordu? Adam “Aşeren kadınlardan para almıyoruz.” dedi, işinin başına döndü. Sinem şaşkınlık içerisinde dükkânın önünde kalakaldı. Kendini çabuk toparlayıp, kâğıthelvasının arasındaki çilekli dondurmasını yiyerek yoluna devam etti. Bir an önce Ali babanın Hisarda ki kahvesine ulaşmak istiyordu.
Son zamanlarda huzur bulduğu tek yer orasıydı. Orayı Altan’a da sevdirmişti. En son geldiğinde test çubuğunu kahvenin tuvaletinde uygulamış, test pozitif çıkmış, hamile olduğu müjdesini Altan’ı arayarak oradan vermişti. Altan telefonda bir an duraklamış “Bakarız.” diyebilmiş, o söz aralarındaki son söz olmuştu. Dört gündür de Altan’dan bir haber alamamıştı. Biliyordu ki ajansta işleri yoğundu, üç kampanyayı aynı anda yürütüyordu, birçok akşam müşterileriyle ya toplantı yapıyor, ya da yemeğe çıkıyordu. Ama bunlar Sinem’i ihmal edeceği anlamına gelemezdi, o uzun zamandır beraber olduğu adamdı ve birbirlerini deliler gibi seviyorlardı.
Rüzgâr arkasından esiyor, ona yürürken destek oluyor, adımlarını hızlandırıyordu. Sanki bir çırpıda Ali Baba’nın kahvesine gelmiş, elindeki kâğıthelvasının son lokmasını ağzına atmış, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Beton basamakları aceleci tavırla geride bırakıp, büyük camlı ahşap kapıdan içeriye girdiğinde sıcak tüm bedenini sarmış, gözlerini kapatarak içinden bir oh çekmişti. Onun için burası farklı bir mekândı: Sıcak, sevecen, kültürlü, sanatçı barınağı, nev-i şahsına münhasır bir yer; tabi tüm bu varsayımların oluşumu da Ali Baba’nın yaşam felsefesinden kaynaklanır, kendine ait olmayan kişi veya kişileri içinde barındırmazdı. Hemen döküm sobanın yakınlarında, cam kenarı bir masa seçti kendine. Beresini, atkısını ve paltosunu çıkarıp yanındaki sandalyeye kurumaları için düzgünce astı. Çantasından el aynasını çıkartıp yüzünü kontrol etti. Yanakları pembeleşmiş, burnun ucu soğuktan kızarmıştı. Dudağının her iki kenarında kâğıt helvasının kırıntılarını fark etti, diliyle yalanarak ağzının içine aldı; tekrar damağında çilekli dondurma tadı hissetti. Bu gün ikinci defa gülümsemişti.  
Telefonu eline aldığında, Altan’ı tekrar aramakla, aramamak arasında gitti geldi. Aradı. Defalarca, sonuna kadar dinlediği o mesajı sabırla bir kez daha dinledi. “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor…” O sevimsiz mesajı dinlerken, Ali Baba da her daim okuduğu Cumhuriyet gazetesinin ardından, yakın gözlüklerinin üzerinden Sinem’e bakıyordu. Olumsuzluk anlamında başını iki yana sallıyordu. Ne de olsa güngörmüş, geçirmiş adamdı: Ali Baba, hissetmişti Sinemin yaşadığı olumsuzlukları. Uzun zamandır sıkça gelen Sinem’i az çok tanımıştı. Garson Mustafa’yı Sinemin masasına bir bakışıyla yönlendirmişti; bu bakış, ne içiyorsa benim ikramımdır anlamına gelir, garson da ona göre davranırdı. Sinem, sade bir Türk Kahvesi söyledi, telefonu tekrar eline aldı. Önce Gülden’i aradı, hemen gelmesini istedi. Sonra rehberden bir numarayı buldu, yeşil tuşa bastı. Genç kadın sesi, “Dr. Songül Sarıca’nın muayenehanesi” dedi. Sinem kendini tanıttı, bugün ki randevusunu hatırlattı, randevuyu iki gün sonra aynı saate alınmasını istedi. Sekreter randevu defterine bakıp “ancak üç gün sonra, aynı saatte olabilir, doktor hanım çok yoğun” dedi. Sinem “Tamam, Perşembe saat on yedi de görüşürüz” dedi, telefonu kapattı. İçini bir umut kapladı, üç gün daha kazanmıştı. Ne olacaksa, olsundu artık. Garson Mustafa, sessizce kahveyi ve içinde çifte kavrulmuş küçük lokumlar olan porselen kâseyi masaya bıraktı ve geri çekildi. Sinem önce bir lokum aldı, tadı mükemmeldi. Sonra kahvesinden küçük bir yudum aldı, canı sigara istedi, yaktı: bundan sonra aslında sigara içmemeliydi. Yok artık, bunu da nereden çıkartıyordu. Üç gün sonra problem çözülecekti nasıl olsa. Büyük bir yudum daha aldı, bir de lokum attı ağzına. Sigarası bitmeden kahvesi bitmiş tadı damağında kalmıştı. Sigarasını kül tabağına bastırdı, kalktı, camdan dışarıyı seyretmeye koyuldu. Boğazda gemi trafiğini izledi, sahilde balık tutanlara imrendi, gençlerle genç oldu, yaşlılarla yaşlı, onlarla kendi kendine konuştu, hikâyelerini dinledi, hikâyesini anlattı, daldı gitti hayata, hayatına ve yaşadıklarına.
Arkasından gelen sesle irkildi, “Sinem, canım benim.” diye üzüntülü ses tonuyla seslenmişti Gülden. İki eski dost sarıldı birbirine. Gülden sitem etti, sabah aradığında neden telefonu açmadı diye, Sinem sesini çıkarmadı, oturdular. Çay söylediler sohbete koyuldular. Gülden söz hakkı vermeden sürekli konuşuyor, Sinem susuyor, susuyor, susuyordu. Sonunda patladı Sinem. “Sus artık, yeter, seviyorum ne yapayım?” Gülden önce bir gözlerini kıstı, sonra iri ela gözlerini bir açtı ki, Sinem ürktü. “Ne yapayım, diye soracağına, ne halt yiyeceğim diye sorsana. Kızım bu adam seninle oynuyor, seni kullanıyor. Evini biliyor musun? Hayır! Ailesini tanıyor musun? Hayır! Ne iş yaptığını biliyorsun da nerede çalıştığını biliyor musun? Evet, ama hiç içeriye girmedin, çünkü her defasında gelmemen için bin bir bahane buldu! Hiçbir gece seninle kaldı mı? Hayır! Çünkü gece senden başka birine ait ama kime ait bunu da bilmiyorsun? Sen salaksın kızım. Sen salaksın, salaksın. Sinem içinden avazı çıktığı kadar bağırıyordu, “Sus, sus, sus.” diye. Aslında bunların hepsini biliyordu da, bunlarla yüzleşmek işine gelmiyordu. Gülden aniden “Kalk gidiyoruz.” dedi. Nereye der gibi baktı Sinem. “Ben evini öğrendim kızım, senin yıllardır yapmadığını ben yaptım. Şimdi yüzleşme zamanı, kalk gidiyoruz. Sabah telefonumu açsaydın, o çok sevdiğin Altan’ın gerçek yüzünü sabah görecektin. Şimdi sürprizlere hazır ol bakalım, sen başka türlü akıllanmayacaksın.” derken, bir yandan giyiniyor, bir yandan da Sinem’e ters ters bakıyordu. Sinem bu sefer itaat etti, kalktı giyindi, garsona seslendi, garson “Tamam abla kahve Ali Baba’nın ikramı, çaylar da benden olsun.” dedi. Çıktılar. Hiç konuşmadan Bebek istikametine doğru yürümeye başladılar. Gülden birden durdu, Sinem’i kolundan çekti, “Gel şuraya oturalım.” dedi, banka oturdular, birer sigara yaktılar. Gülden, acırcasına Sinem’e bakıyor, biraz sonra öğrenecekleriyle nasıl sarsılacaktı kim bilir? Zavallı arkadaşı.
Sigaralarını sessizce içtiler. Gülden bir yandan “Acaba yanlış mı yaptım?” diye düşünürken, bir yandan da arkadaşını bu adamdan korumak ve Sinem’in tüm gerçekleri bilmesi gerektiğini düşünüyordu. Şerefsiz herif Sinem’i nasıl da aldatmış, onunla nasıl oynamıştı. Bakalım Sinem gerçeği öğrendiğinde ne yapacaktı.
Sinem, gözlerini boğazın karşı tarafında bir noktaya dikmiş, öylece bakıyordu, gördüğü hiçbir şeydi, sanki beyaz boş bir defter sayfasıydı, kendisine kalsa bu boş temiz sayfaya yeniden yazardı hayatını, ama çok geçti artık. Hayat sayfasını kirlenmiş, lekeli hissediyor, nasıl temizleyeceğini bilemiyordu. Gülden neden bahsediyordu, ne öğrenmişti Altan hakkında; soracaktı tabi ama cesaret edemiyordu. Karar verdi ve kımıldamadan sordu. “Ne öğrendin Altan hakkında, çabuk söyle.” Gülden de kımıldamadan cevap verdi. “Altan evli kızım, dün karısını da gördüm, hatta iki çocuğuyla birlikte. Beni görünce neye uğradığını şaşırdı, alelacele toparlanıp karısını çocuklarını adeta kaçırır gibi restorandan çıktılar.” Sinem, neye uğradığını şaşırmış, “Yalan söylüyorsun” dedi. Gülden sertçe “Sana yalan borcum mu var? Sen halâ toz kondurma bakalım. Mesut’a rica ettim, biz de kalktık arabalarını takip ettik. Bil bakalım nereye gittik?” Sinem “Nereye?” der gibi baktı. Gülden halâ ileriye bakıyor, bir türlü Sinem’in tarafına başını döndüremiyordu. Kısa bir süre sustu, ikisi birden başlarını çevirdi, ikisinin de gözleri nemli, boğazları düğümlüydü. Gülden kısık bir sesle, “Etiler de lüks bir villaya kadar gittik, anladık ki orası yaşadıkları evleriydi.” Sinem, sertçe başını çevirdi, çatık kaşlarının altında, gözlerinde yıldırımlar çakarak, kısık ama kararlı bir sesle “Beni oraya götür.” derken, ayağa kalkmıştı bile. Gülden, bir an ürktü, Sinem’i ilk defa böyle görüyordu ve ilk defa Sinemden ürküyordu. Gülden bunları düşünürken Sinem yolun karşısına geçmiş, ilk geçen taksiyi durdurmuştu bile. Gülden koşar adımlarla karşıya geçmiş, Sinemin yanına oturmuştu. İkisi de aynı anda taksiciye “Etiler” dediler. Bebek yokuşunu tırmanan araba sağa mı dönecekti, yoksa sola mı? Gülden “Sola lütfen.” dedi ve sonrasında Altan’ın villasına gelene kadar yolu tarif etti. Arabadan indiklerinde birbirlerinin yüzüne baktılar. Sinem bahçe kapısını açıp içeriye girerken, Gülden’e “Sen burada bekle.” dedi ve eve doğru ilerledi, kararlı bir şekilde zile bastı, bekledi, bir daha bastı. Kapı açıldı. Karşısına sarı saçlarıyla uyum sağlayan yeşil gözlü, hayli bakımlı bir kadın çıktı. Sinem’in aksine kısa boyuyla “Buyurun, kimi aramıştınız?” der gibi baktı. Sinem “Siz Altan’ın karısı mısınız?” diye sordu. O sırada içeriden “Anne kim geldi?” diye bir kız çocuğunun sesi duyuldu. Kadın “Evet, siz kimsiniz?” diye sordu. Sinem bu güne dek hiç sakin olmadığı kadar sakin bir sesle “Ben de Altan’ın sevgilisiyim, dört gündür kendisinden haber alamıyorum, merak ettim de.” dedi. Kadın şaşkın şaşkın Sinem’e bakıp, içeriye doğru “Altan” diye seslendi ve dönüp kapının ardından kaybolurken hıçkırığa boğulmuştu. Kapının önünde Sinem’i gören Altan kireç gibi yüzü, fal taşı gibi açılmış, şaşkın bakan gözleriyle kapının önünde donup kalmıştı. Sinem, önce gülümsedi, sonra nefretle baktı, hiçbir şey demeden arkasını döndü ve geride kalan onca zamanı terk etti. Kendisini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu, hafiflemişti ama en az kendisi kadar Altan’ın karısına da üzülmüştü. Bahçe kapısının dışında bekleyen Gülden olan bitenden habersiz, Sinem’e “Ne oldu?” der gibi bakıyordu. Sinem bir şey demedi, birlikte yürümeye başladılar. Nereye gidecekler, ne yapacaklar ikisi de bilmiyor, ayakları onları bir yerlere sürüklüyor, sessizce konuşuyorlardı; birbirlerini duymadan.
Bebek yokuşunun başında buldular kendilerini, Bebeğe doğru yokuş aşağı sallandılar. Gülden, Sinem’in bu değişken halinden aslında ürkmeye başlamıştı. Durdu, sinemin yokuş aşağı inişini seyretmeye başladı. Onun yaşadıkları, kendi başına gelseydi, “Acaba, ben ne yapardım?” diye aklından geçirdi Gülden. Arkadaşını izlemeye devam etti. Arkasından avazı çıktığı kadar “Sinem, Sinem” diye defalarca bağırdı. Sinem duyuyor ama duymamazlıktan geliyor, gülümsediğini Gülden göremiyordu. En sonunda Sinem durmadan, arkasına dönmeden, elini kaldırıp “gel, gel” diye işaret ediyordu. Gülden bir eliyle şapkasını tutuyor, diğer eliyle dengesini sağlayarak yokuş aşağı çocuklar gibi koşup, Sinem’e yetişmeye çalışıyordu. Nefes nefese Sinem’in yanına geldiğinde kolundan çekip onu durdurdu. “Dur be kadın deliler gibi nereye koşturuyorsun, tabakhaneye bok mu yetiştireceğiz” Sinem gülümseyerek “Hayır canım tabakhaneye yetişmeyeceğiz, çilekli dondurma yemeye gidiyoruz.” Sinem, ultrasona girmemişti ama hissediyordu, kızına iyi bir anne olacaktı, tabi bu durumu kendi annesine nasıl izah edecek, onu da henüz bilmiyordu.      

ÖMER L.BAKAN

17-12-2013 KÜÇÜKDERE      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder