Bebek sahilinden, Rumeli
Hisar’ına doğru yürümeye karar verdiğinde üçüncü çayını da bitirmek üzereydi.
Hayır, o değildi kafasına takılan, kafasına takılan, bu durumdan nasıl
kurtulacağıydı. Aslında biraz cesareti olsa kurtulmak gibi niyeti olmadığını da
biliyordu ama yine de temkinli olmalıydı. Biraz daha Bebek Kahvesi’nde
beklemeye karar verdi. Canı farklı şeyler istiyorsa da, bir çay daha söyledi.
Bu kahve de çay, porselen demlikte demlenir, sahibinden başkasının bilmediği
özel harman çay kullanılır, bardaklar altın yaldız şeritli, ince belli,
tabaklar şu kırmızı bilindik desenli, porselen ve çayın sıcaklığı da tam
kıvamındadır. İçtikçe içesi gelir insanın. Kahveden içeriye girdiğinizde ahşap
zemin hafifçe esner, önce sallanır hafifçe kafanızın içi, bir sıcaklık yayılır
ayak tabanlarınızdan bedeninize doğru. Sonra ahşap sandalyeye oturduğunuzda
sıcaklığın tüm bedeninizi sardığını hissedersiniz; üzerinizde ne varsa
çıkartmak gelir içinizden; bu içinizden gelen istektir, sadece düşünürsünüz,
çıkartamazsınız. Ahşap masaya dokunursun ve şaşırırsın; tahta bu kadar ipeksi
bir dokuya sahip olabilir mi(?) diye. İşte bu ipeksi dokuda, yılların
dokunulmuşluklarının sayesinde oluşmuş korozyonun verdiği eskiliği,
yaşanmışlıkları, hüznü, mutluluğu, huzursuzluğu, sevinci ve kederi hissedersin;
ahşaba kazınmış şiirler, mesajlar, isimler, şekiller, semboller alır sizi
geçmişe götürür veya geleceğinize rehber olur.
FOTOĞRAF:Suzan Elâ ARMAĞAN (Teşekkürlerimle)
Garson “Hanımefendi, çayınız”
dediğinde camdan dışarıya doğru dalmış gözleri garsona doğru yöneldi, teşekkür
ederken bir önceki çayının son yudumunu da içti, bardağı garsona uzattı. Masaya
dökülen sigara küllerini, tütün artıklarını elindeki bembeyaz havluyla silen garson
Sinem’e yeni gelen poğaçadan isteyip istemediğini sordu. Sinem “Hayır” dedi,
canı çilek istiyordu. Bu kış mevsiminin ortasında çileği nereden bulacaktı,
işte onu bilmiyor du. Birden aklına Bebek Manavı geldi, orada mevsimi olsa da olmasa
da hemen hemen her zaman her türlü sebze ve meyveyi bulmak mümkündü, zengin
semtin, zengin çeşitli manavıydı orası. Gözlerini kıstı, beş yıl öncesi geldi
aklına. Semiha ablası Gökçe’ye hamile -zavallı Taci eniştesi- olmayacak
mevsimde erik diye tutturmuş, o da İstanbul kazan, o kepçe erik aramış, gecenin
geç saatlerinde Bebek Manavında aranan erik bulunmuştu. Eve döndüğünde de
Semiha’yı uyur bulmuş, erikler elinde kalmıştı. Ağlasın mı, gülsün mü
bilmiyordu(?) ama yine de gülümseyerek karısının yanağını öpmüş, başucuna
erikleri bırakmıştı. O günlerden aklında bunlar kalmıştı; “Bebek Manavı” diye
geçirdi aklından.
Çok severdi Taci karısını. Altan
da onu öyle sevecek miydi acaba, işte bu acaba kafasını kurcalıyor du. Dört gündür
Altan’dan haber alamıyor, telefonu kapalı, işyerinden de ya orada olmadığını,
ya da toplantıda olduğu söyleniyordu. Sinem, Altan’ın sürekli gittiği yerlere
gidiyor, oralara gelmediğini öğreniyordu. Çaresizce düşünüyor, başına ne gelmiş
olabilir diye sürekli aklından geçiriyordu. Altan’ın görüşmek istemeyeceğini
aklının ucundan bile geçirmiyordu. Altan’ın sık sık geldiği yerlerden biriydi
Bebek Kahvesi. Bebek Kahvesinin çayını da, poğaçasını da severdi, tüm günlük
gazetelerin ve seçili dergilerin bulunduğu kahve de, hem kahvaltısını eder, hem
de gazetesini okur, hatta günlük iş planlarını bile orada yapardı Altan. Bunu
biliyordu Sinem, onun için bu sabahın erken saatlerinde kahveye gelmiş, Altan’ı
bulmak umuduyla bekliyordu. Hava hem soğuk, hem de yağmurluydu. Kahvenin
sıcağında iyice rehavet çökmüş, uyuyamadığı gecenin ardından uyku iyice
bastırmıştı. Yarı açık, yarı kapalı gözleriyle dışarıyı seyrediyor, bundan
sonra neler olacağını düşünüyordu. Annesi geldi aklına. Altan’la tanıştırmasının
zamanı gelmişti de, geçiyordu bile. Hele şu sorundan bir kurtulsun, hemen
tanıştıracaktı.
Yağmurluklarından damlalar
süzülen bir çift girdi kahveye, sabah yürüyüşlerinin ardından çay içmeye
gelmişler, mutlu görünüyorlar. Acaba Altan’la da bu kahveye böyle gelecekler
miydi? Genç çiftin ardında bıraktıkları su damlalarına takıldı gözleri. Sanki
göl olmuş su damlacıkları, içinde boğuluyor, sanki nehir olmuşlar da akıntısına
kapılmıştı. Elinden bırakmadığı telefonu çalınca birden bire irkildi, ekrana
baktı, Altan değildi, açmadı. Gereksiz konuşmalara katlanamazdı şimdi. Güldendi
arayan, kim bilir neler soracaktı. Cevabını kendisinin bile bilemediği sorulara
cevap vermek işine gelmiyor, daha doğrusu korkuyordu. Kalkmaya karar verdi,
hesabı istedi. Annesinin ördüğü gülkurusu yün bereyi kulaklarının altına kadar
çekti, aynı renkteki atkıyı sıkıca boynuna doladı, paltosunu giydi, önünü sıkıca
ilikledi, yakasını kaldırdı. Para üstü beklerken, cama çarpan damlaların sesi
geldi kulağına, sanki ona bir şeyler der gibiydiler. Kimi yavaş yavaş aşağıya
doğru süzülürken nazlanıyor, kimileri ise telaş içerisinde birbirlerine
eklenerek çoğalıyorlar, hızla aşağıya iniyorlardı. “Acele et Sinem” der
gibiydiler, “Bul şu Altan’ı” diyordu bir diğeri. Belki de “Kurtul bu beladan”
diyorlardı da, Sinem’in bunu duymak işine gelmiyordu. Dışarı çıktı; boğazdan
gelen iyot kokusu burun deliklerini hareketlendirdi, soğuk, içinde bulunduğu
gerçek gibi yüzünü kamçıladı; acıdığını hissetti ama dayanmalıydı ve mutlaka
üstesinden de gelmeliydi. Caddeye çıktı, sağa döndü, yürüdü. Bebek Manavının
karşısına geldiğinde durdu, uzaktan tezgâha bir göz attı, görünürde çilek
kâseleri yoktu, ağzı bir kez daha sulandı. Adeta kendini yola attı. O anda
frenle karışık korna sesi onu kendine getirdi. Şoförle göz göze geldi, özür
diler gibi baktı, karşıya geçti. Manav da mevsimli, mevsimsiz ne ararsan vardı
ama çilek yoktu, canı sıkıldı. Tekrar karşıya geçti, Bebek Oteli’nin önünden
geçerken kapı görevlisi Sinem’i selamladı. Daha önceleri Altan’la zaman zaman
geldikleri yerdi, Sinem’i tanımıştı pos bıyıklı adam. Sinem o sabah ilk defa
gülümsedi, kendini önemli biri gibi hissetmişti. Hisar’a doğru ilerlemeye
başladı. Burnuna gelen vanilya kokusu içini ısıttı. Daracık cephesi olan
küçücük meşhur Bebek Dondurmacısının sahibi adet edinmiş, yaz kış dükkânını
açık tutmuş, önce Bebek sakinlerini, sonra da orayı bilen İstanbulluları kışın
da dondurma yemeye alıştırmıştı. Sinem hemen sordu “Çilekli dondurma var mı?” Adam
gülümseyerek cevap verdi “Olmaz mı?” dedi. Taze yaptığı vanilya kokan kornetlere
uzandı eli. Sinem “Yok, kâğıthelvasının arasına koy” dedi. “Kız olacak” dedi
adam, Sinem “Anlamadım” diyerek şaşkınca dondurmacıya baktı. “Hamilesiniz.
Çilekli dondurmayı kız anneleri aşerer, yok oğlansa vişne-limon isterler. Bu
tecrübeyle sabittir hanımefendi. İstersen iddiaya girerim.” Sinem’in canı
sıkılmıştı, boğazı düğümlenmiş, ha ağladı ha ağlayacak. Bu adam anladıysa,
annesi de hayda hayda anlardı; kaçın kurasıydı annesi: O karnına bakardı hamile
kadının, karın sivriyse erkek olacak, yok eğer yuvarlaksa kız olacak derdi, bu
güne kadar da hiç yanılmamıştı. “Yok, iddiaya girmeyelim.” dedi. Borcunu sordu?
Adam “Aşeren kadınlardan para almıyoruz.” dedi, işinin başına döndü. Sinem
şaşkınlık içerisinde dükkânın önünde kalakaldı. Kendini çabuk toparlayıp,
kâğıthelvasının arasındaki çilekli dondurmasını yiyerek yoluna devam etti. Bir
an önce Ali babanın Hisarda ki kahvesine ulaşmak istiyordu.
Son zamanlarda huzur bulduğu tek
yer orasıydı. Orayı Altan’a da sevdirmişti. En son geldiğinde test çubuğunu
kahvenin tuvaletinde uygulamış, test pozitif çıkmış, hamile olduğu müjdesini
Altan’ı arayarak oradan vermişti. Altan telefonda bir an duraklamış “Bakarız.”
diyebilmiş, o söz aralarındaki son söz olmuştu. Dört gündür de Altan’dan bir
haber alamamıştı. Biliyordu ki ajansta işleri yoğundu, üç kampanyayı aynı anda
yürütüyordu, birçok akşam müşterileriyle ya toplantı yapıyor, ya da yemeğe
çıkıyordu. Ama bunlar Sinem’i ihmal edeceği anlamına gelemezdi, o uzun zamandır
beraber olduğu adamdı ve birbirlerini deliler gibi seviyorlardı.
Rüzgâr arkasından esiyor, ona
yürürken destek oluyor, adımlarını hızlandırıyordu. Sanki bir çırpıda Ali
Baba’nın kahvesine gelmiş, elindeki kâğıthelvasının son lokmasını ağzına atmış,
zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Beton basamakları aceleci tavırla geride
bırakıp, büyük camlı ahşap kapıdan içeriye girdiğinde sıcak tüm bedenini
sarmış, gözlerini kapatarak içinden bir oh çekmişti. Onun için burası farklı
bir mekândı: Sıcak, sevecen, kültürlü, sanatçı barınağı, nev-i şahsına münhasır
bir yer; tabi tüm bu varsayımların oluşumu da Ali Baba’nın yaşam felsefesinden
kaynaklanır, kendine ait olmayan kişi veya kişileri içinde barındırmazdı. Hemen
döküm sobanın yakınlarında, cam kenarı bir masa seçti kendine. Beresini,
atkısını ve paltosunu çıkarıp yanındaki sandalyeye kurumaları için düzgünce
astı. Çantasından el aynasını çıkartıp yüzünü kontrol etti. Yanakları
pembeleşmiş, burnun ucu soğuktan kızarmıştı. Dudağının her iki kenarında kâğıt
helvasının kırıntılarını fark etti, diliyle yalanarak ağzının içine aldı;
tekrar damağında çilekli dondurma tadı hissetti. Bu gün ikinci defa gülümsemişti.
Telefonu eline aldığında, Altan’ı
tekrar aramakla, aramamak arasında gitti geldi. Aradı. Defalarca, sonuna kadar
dinlediği o mesajı sabırla bir kez daha dinledi. “Aradığınız kişiye şu an
ulaşılamıyor…” O sevimsiz mesajı dinlerken, Ali Baba da her daim okuduğu Cumhuriyet
gazetesinin ardından, yakın gözlüklerinin üzerinden Sinem’e bakıyordu. Olumsuzluk
anlamında başını iki yana sallıyordu. Ne de olsa güngörmüş, geçirmiş adamdı:
Ali Baba, hissetmişti Sinemin yaşadığı olumsuzlukları. Uzun zamandır sıkça
gelen Sinem’i az çok tanımıştı. Garson Mustafa’yı Sinemin masasına bir
bakışıyla yönlendirmişti; bu bakış, ne içiyorsa benim ikramımdır anlamına
gelir, garson da ona göre davranırdı. Sinem, sade bir Türk Kahvesi söyledi,
telefonu tekrar eline aldı. Önce Gülden’i aradı, hemen gelmesini istedi. Sonra
rehberden bir numarayı buldu, yeşil tuşa bastı. Genç kadın sesi, “Dr. Songül
Sarıca’nın muayenehanesi” dedi. Sinem kendini tanıttı, bugün ki randevusunu
hatırlattı, randevuyu iki gün sonra aynı saate alınmasını istedi. Sekreter
randevu defterine bakıp “ancak üç gün sonra, aynı saatte olabilir, doktor hanım
çok yoğun” dedi. Sinem “Tamam, Perşembe saat on yedi de görüşürüz” dedi,
telefonu kapattı. İçini bir umut kapladı, üç gün daha kazanmıştı. Ne olacaksa,
olsundu artık. Garson Mustafa, sessizce kahveyi ve içinde çifte kavrulmuş küçük
lokumlar olan porselen kâseyi masaya bıraktı ve geri çekildi. Sinem önce bir
lokum aldı, tadı mükemmeldi. Sonra kahvesinden küçük bir yudum aldı, canı
sigara istedi, yaktı: bundan sonra aslında sigara içmemeliydi. Yok artık, bunu
da nereden çıkartıyordu. Üç gün sonra problem çözülecekti nasıl olsa. Büyük bir
yudum daha aldı, bir de lokum attı ağzına. Sigarası bitmeden kahvesi bitmiş
tadı damağında kalmıştı. Sigarasını kül tabağına bastırdı, kalktı, camdan
dışarıyı seyretmeye koyuldu. Boğazda gemi trafiğini izledi, sahilde balık
tutanlara imrendi, gençlerle genç oldu, yaşlılarla yaşlı, onlarla kendi kendine
konuştu, hikâyelerini dinledi, hikâyesini anlattı, daldı gitti hayata, hayatına
ve yaşadıklarına.
Arkasından gelen sesle irkildi,
“Sinem, canım benim.” diye üzüntülü ses tonuyla seslenmişti Gülden. İki eski
dost sarıldı birbirine. Gülden sitem etti, sabah aradığında neden telefonu
açmadı diye, Sinem sesini çıkarmadı, oturdular. Çay söylediler sohbete
koyuldular. Gülden söz hakkı vermeden sürekli konuşuyor, Sinem susuyor,
susuyor, susuyordu. Sonunda patladı Sinem. “Sus artık, yeter, seviyorum ne yapayım?”
Gülden önce bir gözlerini kıstı, sonra iri ela gözlerini bir açtı ki, Sinem
ürktü. “Ne yapayım, diye soracağına, ne halt yiyeceğim diye sorsana. Kızım bu
adam seninle oynuyor, seni kullanıyor. Evini biliyor musun? Hayır! Ailesini
tanıyor musun? Hayır! Ne iş yaptığını biliyorsun da nerede çalıştığını biliyor
musun? Evet, ama hiç içeriye girmedin, çünkü her defasında gelmemen için bin bir
bahane buldu! Hiçbir gece seninle kaldı mı? Hayır! Çünkü gece senden başka
birine ait ama kime ait bunu da bilmiyorsun? Sen salaksın kızım. Sen salaksın,
salaksın. Sinem içinden avazı çıktığı kadar bağırıyordu, “Sus, sus, sus.” diye.
Aslında bunların hepsini biliyordu da, bunlarla yüzleşmek işine gelmiyordu.
Gülden aniden “Kalk gidiyoruz.” dedi. Nereye der gibi baktı Sinem. “Ben evini
öğrendim kızım, senin yıllardır yapmadığını ben yaptım. Şimdi yüzleşme zamanı,
kalk gidiyoruz. Sabah telefonumu açsaydın, o çok sevdiğin Altan’ın gerçek
yüzünü sabah görecektin. Şimdi sürprizlere hazır ol bakalım, sen başka türlü
akıllanmayacaksın.” derken, bir yandan giyiniyor, bir yandan da Sinem’e ters
ters bakıyordu. Sinem bu sefer itaat etti, kalktı giyindi, garsona seslendi,
garson “Tamam abla kahve Ali Baba’nın ikramı, çaylar da benden olsun.” dedi.
Çıktılar. Hiç konuşmadan Bebek istikametine doğru yürümeye başladılar. Gülden
birden durdu, Sinem’i kolundan çekti, “Gel şuraya oturalım.” dedi, banka
oturdular, birer sigara yaktılar. Gülden, acırcasına Sinem’e bakıyor, biraz
sonra öğrenecekleriyle nasıl sarsılacaktı kim bilir? Zavallı arkadaşı.
Sigaralarını sessizce içtiler.
Gülden bir yandan “Acaba yanlış mı yaptım?” diye düşünürken, bir yandan da
arkadaşını bu adamdan korumak ve Sinem’in tüm gerçekleri bilmesi gerektiğini
düşünüyordu. Şerefsiz herif Sinem’i nasıl da aldatmış, onunla nasıl oynamıştı.
Bakalım Sinem gerçeği öğrendiğinde ne yapacaktı.
Sinem, gözlerini boğazın karşı
tarafında bir noktaya dikmiş, öylece bakıyordu, gördüğü hiçbir şeydi, sanki
beyaz boş bir defter sayfasıydı, kendisine kalsa bu boş temiz sayfaya yeniden
yazardı hayatını, ama çok geçti artık. Hayat sayfasını kirlenmiş, lekeli
hissediyor, nasıl temizleyeceğini bilemiyordu. Gülden neden bahsediyordu, ne
öğrenmişti Altan hakkında; soracaktı tabi ama cesaret edemiyordu. Karar verdi
ve kımıldamadan sordu. “Ne öğrendin Altan hakkında, çabuk söyle.” Gülden de
kımıldamadan cevap verdi. “Altan evli kızım, dün karısını da gördüm, hatta iki
çocuğuyla birlikte. Beni görünce neye uğradığını şaşırdı, alelacele toparlanıp
karısını çocuklarını adeta kaçırır gibi restorandan çıktılar.” Sinem, neye
uğradığını şaşırmış, “Yalan söylüyorsun” dedi. Gülden sertçe “Sana yalan borcum
mu var? Sen halâ toz kondurma bakalım. Mesut’a rica ettim, biz de kalktık
arabalarını takip ettik. Bil bakalım nereye gittik?” Sinem “Nereye?” der gibi
baktı. Gülden halâ ileriye bakıyor, bir türlü Sinem’in tarafına başını
döndüremiyordu. Kısa bir süre sustu, ikisi birden başlarını çevirdi, ikisinin
de gözleri nemli, boğazları düğümlüydü. Gülden kısık bir sesle, “Etiler de lüks
bir villaya kadar gittik, anladık ki orası yaşadıkları evleriydi.” Sinem,
sertçe başını çevirdi, çatık kaşlarının altında, gözlerinde yıldırımlar
çakarak, kısık ama kararlı bir sesle “Beni oraya götür.” derken, ayağa
kalkmıştı bile. Gülden, bir an ürktü, Sinem’i ilk defa böyle görüyordu ve ilk
defa Sinemden ürküyordu. Gülden bunları düşünürken Sinem yolun karşısına geçmiş,
ilk geçen taksiyi durdurmuştu bile. Gülden koşar adımlarla karşıya geçmiş,
Sinemin yanına oturmuştu. İkisi de aynı anda taksiciye “Etiler” dediler. Bebek
yokuşunu tırmanan araba sağa mı dönecekti, yoksa sola mı? Gülden “Sola lütfen.”
dedi ve sonrasında Altan’ın villasına gelene kadar yolu tarif etti. Arabadan
indiklerinde birbirlerinin yüzüne baktılar. Sinem bahçe kapısını açıp içeriye
girerken, Gülden’e “Sen burada bekle.” dedi ve eve doğru ilerledi, kararlı bir
şekilde zile bastı, bekledi, bir daha bastı. Kapı açıldı. Karşısına sarı saçlarıyla
uyum sağlayan yeşil gözlü, hayli bakımlı bir kadın çıktı. Sinem’in aksine kısa
boyuyla “Buyurun, kimi aramıştınız?” der gibi baktı. Sinem “Siz Altan’ın karısı
mısınız?” diye sordu. O sırada içeriden “Anne kim geldi?” diye bir kız
çocuğunun sesi duyuldu. Kadın “Evet, siz kimsiniz?” diye sordu. Sinem bu güne
dek hiç sakin olmadığı kadar sakin bir sesle “Ben de Altan’ın sevgilisiyim,
dört gündür kendisinden haber alamıyorum, merak ettim de.” dedi. Kadın şaşkın
şaşkın Sinem’e bakıp, içeriye doğru “Altan” diye seslendi ve dönüp kapının
ardından kaybolurken hıçkırığa boğulmuştu. Kapının önünde Sinem’i gören Altan kireç
gibi yüzü, fal taşı gibi açılmış, şaşkın bakan gözleriyle kapının önünde donup
kalmıştı. Sinem, önce gülümsedi, sonra nefretle baktı, hiçbir şey demeden
arkasını döndü ve geride kalan onca zamanı terk etti. Kendisini kuş gibi hafiflemiş
hissediyordu, hafiflemişti ama en az kendisi kadar Altan’ın karısına da
üzülmüştü. Bahçe kapısının dışında bekleyen Gülden olan bitenden habersiz,
Sinem’e “Ne oldu?” der gibi bakıyordu. Sinem bir şey demedi, birlikte yürümeye
başladılar. Nereye gidecekler, ne yapacaklar ikisi de bilmiyor, ayakları onları
bir yerlere sürüklüyor, sessizce konuşuyorlardı; birbirlerini duymadan.
Bebek yokuşunun başında buldular
kendilerini, Bebeğe doğru yokuş aşağı sallandılar. Gülden, Sinem’in bu değişken
halinden aslında ürkmeye başlamıştı. Durdu, sinemin yokuş aşağı inişini
seyretmeye başladı. Onun yaşadıkları, kendi başına gelseydi, “Acaba, ben ne yapardım?”
diye aklından geçirdi Gülden. Arkadaşını izlemeye devam etti. Arkasından avazı
çıktığı kadar “Sinem, Sinem” diye defalarca bağırdı. Sinem duyuyor ama
duymamazlıktan geliyor, gülümsediğini Gülden göremiyordu. En sonunda Sinem
durmadan, arkasına dönmeden, elini kaldırıp “gel, gel” diye işaret ediyordu.
Gülden bir eliyle şapkasını tutuyor, diğer eliyle dengesini sağlayarak yokuş
aşağı çocuklar gibi koşup, Sinem’e yetişmeye çalışıyordu. Nefes nefese Sinem’in
yanına geldiğinde kolundan çekip onu durdurdu. “Dur be kadın deliler gibi
nereye koşturuyorsun, tabakhaneye bok mu yetiştireceğiz” Sinem gülümseyerek
“Hayır canım tabakhaneye yetişmeyeceğiz, çilekli dondurma yemeye gidiyoruz.”
Sinem, ultrasona girmemişti ama hissediyordu, kızına iyi bir anne olacaktı,
tabi bu durumu kendi annesine nasıl izah edecek, onu da henüz bilmiyordu.
ÖMER L.BAKAN
17-12-2013 KÜÇÜKDERE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder