28 Temmuz 2014 Pazartesi

SMYRNA GÜNLÜKLERİ-3



İki günün, biriken tortularıyla uyandık: Ağzımızda elma kokusuyla. Tembeldik; bedenlerimiz yorgun bir o kadar da mecburduk birbirimize. “kahve içer misin” diye sorarken, çoktan aşağıya inmiştin bile. Kahve kokusuyla geldin yatağa, kendimize gelmenin en kısa yoluydu; sade kahve ve küçük drajeler ve yanında sade soda. Miskindik. Geceyi anlattık birbirimize ve dışarıya çıkmamaya karar verdik. Ne yapacaksak evde yapacaktık. Ne kadar zaman geçti yatakta hatırlamadık sonrasında. Geceden kalan çıplaklığımızla indik aşağıya; o kadar rahattık ki birbirimize, bu ilk defa oluyordu. Hatta perdelerin açıklığı bile bizi rahatsız etmiyordu, yine de tülleri örttük, mahremiyetimizi sakladık, kaldırımdan gelen geçene. Klasik kahvaltı, sohbet, birbirimizi kışkırtmalar geldi ardı ardına. Akşamı bekliyorduk ikimizde; bu gece neler yaşanacağını bilmeden. Saatten habersiz, oynaştık, konuştuk, seviştik. Sanki bir yerlere yetişecekmişçesine; alelacele, kim bilir kaç kez. Haydi, Abbas şiiri geldi aklıma ve okumaya başladım.




Haydi, Abbas vakit tamam;
Akşam diyordun, işte oldu akşam
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce;
Bas kırbacı sihirli seccadeye.
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git.
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi baştan.

Hemen anlamıştın ne istediğimi, hınzırca gülümseyerek, mutfağa doğru hareketlendin: “Dur” dedim, “Abbas’ın hikâyesini anlatayım sana” ve anlatmaya başladım.

Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakmaktadır bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas...  Sakat çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas... Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister. Öğle saatlerinde kapı aralanır. Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp,

-Abbas oğlu Abbas, emret komutanım! Der.

Aralarında söyle bir konuşma geçer.

-Nerelisin?
-Memleket Mardin, kaza Midyat komutan
-Sen benim emir erim olur musun, Abbas?
-Sen bilir komutan!

Askere eşyalarını toplamasını söyler ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister. Zamanla askerin zekiliği sıcakkanlılığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar, Cahit Sıtkı ' ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar, tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı'nın kıyafetlerini ütüler hazırlar ve evin temizliğini yapar.

Akşamları olunca Cahit Sıtkı'nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı. Bazı zaman aralıklarında karşısına alıp dertleşir ve bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder.

Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas. Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyif gecesi akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar;

-Sen İstanbul ' u bilir misin Abbas?
-Bilir komutanım.
-Orda bir Beşiktaş var bilir misin?
-Bilir komutan! Ben orda acemi birlikteydim. .
-Orda benim bir sevgilim var. Sen kaçırıp onu bana getirir misin?
-Elbet komutan!

Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki. Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş tıraş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar;

-Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
-Ben İstanbul’a gidecek komutan!
-Ne yapacaksın sen İstanbul’da?
-Sen söyledi bana, ben gidecek sana sevgiliyi getirecek!

Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır.

Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbas’ı karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kâğıda döker!




Demin benim sana okuduğum şiir, hikâyesi böyle tatlım. Gülümsedin ve çilingir soframızı hazırlamaya gittin.  Ardından bakarken “sen kimsin?” diye geçirdim içimden. Bir önceki gelişime kadar ki sen mi(?) yoksa her şeyin itiraf edildiği, duvarlarının yıkıldığı, gerçek sen’in ortaya çıktığı o geceden sonraki “sen” mi? Söyle bana sen hangi ‘sen’ sin. Ben isterim ki yeni-sen ol. Ve oldun da. Kendime sıkı bir duble koydum, senin çilingiri hazırlamanı bekledim. Ne kadar da uzun sürdü, çilingirimizi hazırlaman ve ya ben öyle sandım. Üç sıkı dubleyi bir çırpıda bitirmişim, hadi bakalım şerefe dediğinde fark ettim, dilim birazcık peltekleşmişti: Sana, bana, bize dediğimde, bir yandan kadehimi yudumluyor, bir yandan da sana bakıyorum. Ve içimden şöyle geçiyor: Bu gece benim için zor olacak. Tahmin ettiğim gibi oldu. Zor gece başladı.

Gecenin konusu: Sen benimle yapamıyorsun.
Gecenin inadı    : Hayır sen benimle yapabiliyorsun.
Süre                    : Sabahın ilk ışıklarına kadar.
İlk sonuç             : Bitti.
İlk karar              : Biz ayrılamayız.






Son birkaç günüm ve bilhassa bu gece, seni ikna etme çabalarımla geçti. En çok sen ağladın, arada sırada beraber ağladık. Elimiz ayağımız rahat durmuyor; dokunuyoruz birbirimize, sevişiyoruz, ayaküstü – masa başında, gülümsüyoruz birbirimize acı acı, gözlerimiz kenetlenmiş, yaklaşıyor dudaklarımız. Tadında öpüşüyoruz, dillerimiz keşfe çıkmış birbirinin üzerinde, düğüm oluyorlar: Çözülmeksizin. Ve hala sen “Ben yapamıyorum” diyorsun. “Olur, yapma” diyorum, yine başlıyorsun ağlamaya ve “Ben bir daha kendime bunları yaşatmamaya söz verdim” diyorsun. Ama yaşatıyorsun işte, dayanamıyorsun yüreğinin sesine. Aklın “bitti” dese de, yüreğin “Bu aşk bitmez” diyor. Gözlerim nereye bakıyor bilmiyorum, ağırlaşmış, göz kapaklarım kapandı kapanacak ve ağzımdan bir çift laf çıkıyor, “Öldür beni” kendimde değilim artık, “Yapamam” diyorsun, “Yaparsın” diyorum ve mandalina ağacının altına doğru gidiyorum, yatıyorum ıslak çimenlerin üstüne, yanıma geliyorsun, sevişiyoruz yine. “şimdi biz ayrıldık mı?” diyorum, “Evet” diyorsun. Bu nasıl ayrılmak, diye bağırıyorum, bi’dolu küfür gecenin karanlığında tüm duvarlara çarpıyor, yavaş diye yalvarıyorsun, daha çok küfrediyorum. Sen beni deli etmeye kararlısın. Yok, ben seni deli edeceğim, kolundan tutup kaldırıyorum çimlerin üzerinden, belki o ara kolunu morartmışımdır, kusurumu bağışla, ben sana kıyamam ki. Bahçenin en dibinde, en karanlık yerinde, seni duvara yaslıyorum, gözlerinde korku dolu bakışlar, aldırmıyorum, her yerinden öpmeye başlıyorum seni, boynunu da o an morartmışımdır; farkında değilim, inan. Hem bitti diyorsun, hem de deliler gibi sevişiyoruz, bu ne şimdi, söyle bana. Farkında mısın gecenin bilmem kaçıncı doruğuna tırmanıyorsun ama sen tırmandıkça vazgeçiyorsun, bunu fark ettim biliyor musun? Masaya döndüğümüzde yarım kalan kadehlerimizi gözlerimizin içine baka baka bitiriyoruz. Ezan okunuyor biz ara veriyoruz geceye, horozlar öttüğünde tekrar başlıyor sabaha karışan gece. Ben artık ben de değilim, yoruldum vazgeçirme çabalarımdan, yoruldum sevişmekten. Ve dünyadan kopuyorum, mandalina ağacı altında yatarken. Sen “Hadi kalk yatağımıza gidelim” diyene kadar uyumuşum, ben o merdivenleri nasıl çıkacağım? Bırak beni yatayım, hatta öldür beni, yorgunum. “Kıyamam” diyorsun, zorla beni kaldırıyorsun, beni sanki sırtında taşıyorsun, biliyor musun çok güçlüsün. Uyandığımda fark ettim, ben yatağa nasıl geldim? Bilmiyorum. Ve sen son kararını vermiştin, “bitti” dedin, peki “dedim. Sabahın ilk sözleri bunlardı, birbirimize “günaydın” demeden.


  

ÖMER L.BAKAN

GEÇENYILINTORTULARININBUGÜNEYANSIMALARI






27 Temmuz 2014 Pazar

SMYRNA GÜNLÜKLERİ-2


2.GÜN-GECE: KADER-KISMET
Gecenin tortuları, ağırlığınca üstümüzü örtmüş. “Saat kaç” dediğinde, “boş ver” dedim. Kalın perdeyi delemeyen ışığın alacakaranlığında uyandık: Tünaydın deme vaktiydi. Sevişmek istedim ama sen yine yoksun. “Sahi, ben seninle sevişmek istediğimde, sen neredeydin?”.
Gün güzel kahvaltıyla başlar, saat kaç olursa olsun, öyle de oldu. Kendim(iz)e geldim. Yine çoğulum, yine sen varsın yanımda; yine yoksun ben de, canın sağ olsun, aklımdasın ya orospum. Yatağımda olman gerekmez. Kim bilir kaç gecemin günahı olacaksın; ıslak uyandığım zamanlarda. İyi zaman geçirdim seninle. Hayretler içerisinde yüzdüğümüz, Ege’nin buz gibi sularında, bedenim üşürken, içim sımsıcak, yine seni düşünüyorum: Bedelini ödeyemediğim, ödemediğim, ödeyemeyeceğim, fahişem.
Akşam çabuk oluyor. Böyle günlerde yola koyulduk birlikte. Aynı bahçe de, aynı deli mavi masa örtüsü üzerinde donatılmış çilingir soframız bizi bekliyor. Oturduk. İnanır mısın hissettim, bu gece, dünden daha güzel olacak. Dünden daha işvelisin bu gece, nedendir bilinmez. Tatlı sohbet, az ama dünden kalan birçoğu, yine tadında mezelerin. Sana kendi spesiyalim olan, soğan kavurması yaptım; çok az acılı. Hatta beğendin. “Çok güzel olmuş” dedin, “Afiyet olsun” dedim. Yerinde duramıyordun. Dün geceden gelen tatlı yorgunluğun ve hala çakırkeyif bedenin. Aslında ikimiz de yorgunuz ama gecenin büyüsüne mahkûm ettik birbirimizi. İki yorgun, aynı zamanda iki ahlaksız beden: Geceyi bekliyordu.



Senden bir şey istedim, dedim ki, “Bu gece bana bir sürpriz yap, içinde sevişmek olmasa da”. “olur, peki” dedin. Bir ara, bir bahane bulup, masadan kalktın, gittin. Nereye(?), diye sormadım. Aradan ne kadar zaman geçti, üstüne kaç kadeh rakı, kaç sigara içtim, hatırlamıyorum. Bir ara sağ yanımda bir kadın kokusu hissettim, koku, senin kokun ama o sen değilsin. Sapsarı saçlı bir kadın: şaşırdım, “kimsin” dedim. Hafif eğildi, yüzünü yaklaştırdı, sağ bacağını senin kalktığın sandalyeye koydu, nefesini yüzümde hissettim. O kadar yaklaştı ki, görüntüsü bozuldu, flulaştı yüzü, kulağıma üfler gibi kısık, sigaradan çatallaşmış sesiyle –belki de alkol çatallaştırmıştır- “beni sana o yolladı” dedi. Derin yırtmacını açıklığını o an fark ettim. Başımı bembeyaz bacağına çevirdiğimde, sağ bacağının sol yanına doğru ister istemez uzanmak, öpmek istedim, öpemedim. Ben sadece senin sağ bacağının sol yanını öperim. Çektim kendimi, ensemde eli, kendine doğru çekti, bırakmıyordu beni. Bedeninin kokusu içime doldu. Ama çabuk attım ciğerlerimden. Ben seni istiyordum, onu senin yerine koyamadım, koymadım, yapamadım. Ellerimden tuttu, çekti aldı masadan beni. Şaşkınım, peşinden sürükledi, birden her şey birbirine karıştı, yoksa o sen miydin, öylemiydi, ben niye onu sen sanmıştım: Kafam karıştı. Yoksa seni çok mu istemiştim de, sen olmuştun beni içeriye sürükleyen. Yukarıya çıkan taş merdivenlerin üçüncü basamağına oturdun. Bacaklarını, kasıklarının elverdiğince açtın. Başımı hoyratça kasıklarına çektin, alevi yüzümü yaladı. Sonra. Sonrasını sen iyi bilirsin. Adı Kader olan gönderdiğin kadınla aldattım seni. Ben, üzerinde deli mavi renkli masa örtüsü olan, çilingir soframıza döndüm. Pişman oldum, seni aldattığıma, ama aniden o sen olmuştun. Ne yapabilirdim? Ha ne yapabilirdim(?), söyle bana, ne yapabilirdim? İçime öyle bir işlemişin ki, onu sen sandım: Hayallerim, aşkım ve sen. Ben masaya döndüğümde o sana gitmişti bile. Giderken sesi kulağıma geldi, “Seni bana az bile anlatmış” dedi, gecemin aydınlığında, sana doğru yok oldu gitti.
Ben bir kadeh, bir kadeh daha içtim, belki de bir kadeh daha. Hâlâ yoksun. Yanımdaki sandalye boş. Neredesin? Zaman yine zihnimden uçtu gitti. Kapı çaldı. Kalktım. Açtım kapıyı. Bir kadın karşımda, omuzlarına dökülen, koyu kahve saçları, ateş kırmızı ruj ile bezenmiş dudakları. Uzunca boylu, küstah ama bir o kadar da kışkırtıcı bakışları. “sen de kimsin” der gibi baktım. “Ben, Kısmet” dedi, bakışını ve tavrını hiç bozmadan. “Siktir, bu kadarı da fazla” dedim, içimden. İtti beni, içeriye dalarcasına pür telaş içinde girdi, acelesi var gibiydi. Bahçeye doğru gitti, masaya, hayır masamıza oturdu. Senin yerinde oturuyordu, çok kızdım. Kısmet, Kaderden çok daha küstah. Şöyle bir masaya baktı, senin yarım kalan kadehini aldı, bir yudumda içti, kadehini masamıza bırakırken “beni sana o yolladı, gecenin sürpriziyim” dedi. “Neden, ne yapacaksın” dedim. “Seni becereceğim, paramı alırım, ne denirse, ne istenirse yaparım” dedi. Kalktım masadan “Paranı aldın mı?” dedim. “Peşin çalışırım” dedi. “Tamam, o zaman, becerdin beni, hadi şimdi git bu bahçeden” dedim. “Salak” dedi ve gitti. Ben hâlâ seni bekliyorum. Yukarıdan gelen senin ayak seslerin. Bakalım bu gece daha neler yaşatacaksın. Sen benim yatağımda orospumsun; sadece ikimizin bildiği.

ÖMER L.BAKAN
130820130137KÇKDRHVRN

ANI-BELLEKÇEKMECELERİME 
SIĞMAYAN-SIĞAMAYANİZMİRGECELERİNDENBİRİDAHA   


25 Temmuz 2014 Cuma

SMYRNA GÜNLÜKLERİ-1

Kısacık çimlerle bezenmiş bahçenin kenarlarında kısmen -kimi kurumuş- süs bitkileri, köşelerinde süs bitkileri, saksılar kimi asılmış, kimisi yerlerde düzensizce dağılmış, kâh kurumuş, kâh can çekişiyor, kimisi de inadına yaşıyor: Kolay değil İzmir’in sıcağına dayanabilmek. Erik ağacı, (daha önce gördüğümden daha kötü durumda, kesilmesi şart olmuş) incir, melisa (hiç sevemedim bu ağacı, geceleri yaydığı koku, bana baş ağrısı yapıyor) mandalina, iki adet limon ağacı ve bahçenin çok az bölümünde mandalina ağacına komşu, çini döşenmiş, bir parça taş bir bölüm. Taş bölüme mutfak kapısından iki basamakla iniliyor. Çini ustalığı iyi olmayan bir biçimde döşenmiş veya zaman içerisinde yapısal özelliği bozulmuş ama yine de çini olması günümüz döşemelerinden daha iyi, bana çocukluk yıllarımı hatırlatıyor. Çok eskilerden kalma demir masa ve sandalyeler, belli ki onlar gerçekten usta bir demirci tarafından itina ile yapılmış, çok ağırlar, hani derler ya “yerinden kalkmıyor” diye, aynen öyleler. Beyaz yağlı boya ile boyanmış, evin sahibesi bu demir bahçe mobilyalarına itina ile bakıyor, bu zaman da böylesine temiz bir işçilikle bunları yaptırmak çok zor. Diğer taraftan yine korozyona uğramış ahşap sandalyeler, zamana direnmiş görünüyorlar, defalarca tamir görmüş oldukları aşikâr. Kare portatif masa, çini zemin yıkandıktan sonra mandalina ağacına en yakın yere konuyor, sandalyeler açılıyor, masanın etrafındaki yerlerini alıyorlar; oturun rahatınıza bakın, keyif alın der gibiler. Sandalyelerin koyu yeşil minderleri ve turuncu minik sırtlıkları da yerlerini aldıktan sonra ev sahibesi şöyle bir etrafına bakıp “tamam” der gibi başıyla kendi kendine onay verdikten sonra iki basamağı atlayıp mutfağa, oradan da evin içinde kayboluyor. Biraz sonra, benim tonunu deli mavi diye adlandırdığım mavi masa örtüsüyle bahçeye dönüyor. Örtünün üzeri siyah taş baskıyla uygulanmış motifler taşıyor. Bana uzatıyor örtüyü ve ben yıllara direnen masanın üzerindeki geçmişi örtüyorum. Deli mavi örtü biraz büyük, masaya göre ama olsun, can geldi birden bire geceye, deli mavi ton bu kadar mı yakışır bu geceye. Küçük, birbirinin pek te benzeri olmayan ama yine de çok şirin tabaklara hazırlanmış mezeler teker teker masadaki yerini almaya başladı. Neredeyse hazır, bizi bekliyor çilingir soframız. Kıvamında soğutulmuş, bir önceki zamandan kalan rakı birer tek ölçeğinde bardaklara döküldüğünde, bir önceki zamana da bağlanıyorduk: o da güzel bir geceydi ve ben de o geceye şahit olmuştum. Bu da eski bizlerin rakı içme konusunda, ne kadar duyarlı olduğumuzun göstergesiydi. O gece o şişedeki rakı zorlayarak bitirilmemişti, bir sonraki çilingir sofrasının borç hanesine bakiye olarak kaydedilmişti. Ve masa bize borcunu ödüyordu. Ve şimdiki zamanın gecesi başlıyordu; şerefe dedik, kadehleri kaldırdık. Şeref sözü verdik birbirimize, burada konuşulanlar burada kalacak. Bu ritüel gecelerde başımızda bir büyük mutlaka olmalı derim, ev sahibesi de bunu bildiğinden masanın ortasına yüzlük rakıyı koyuverdi. Her şey tamam, oturuldu ve sohbet başladı. Önce bana susmak düştü, dünden gelen tortuları burada hatırlatmak yerine, yarına bırakılacak tortulardan bahsetmek gerek ki, masa tadında olsun. Gece devam ederken çok eski yıllara gittim: Andon’un Rum meyhanesi; o yıllarda ki meyhane anılarıma: Kadehler, ince dipli, incecik camdan yapılmış, bir de alüminyum kapaklı yine camdan su şişeleri, şimdiki gibi pet şişeler gibi değil. Masaya teker teker gelirdi; ısınmasınlar diye. Rakıya buz koymazdım; rakı ağlamasın diye. İlk kadehleri meyhaneci doldurur, sonra şişeyi sakilik yapacağına emin olduğu kişinin önüne bırakırdı; o kişi de hakkını verirdi hani. Bunlar geçti aklımdan. Masada da anlattım aklımdan geçenleri birer birer ve dahasını da anlattım. Ne çok şey yaşamışsın, ne çok şey biliyorsun, dedi(ler). Bir yüzlük bitti, bitti de gece daha bitmedi. Gözlerinin içine baktım “yeter” diye,  “yetmez” dedi(ler), gözleriyle. Ben yine hayallerime dalmışım. Ben sensiz bunları yaşarken, sahi sen nerelerdeydin, “seni seviyorum” dedim içimden, bilmem beni duyabildin mi? Her şey vardı bu gece sonu bende bitti. Sabahın bilmem kaçı olmuş, tabaklarda mezeler dolmuş boşalmış birkaç kez, biz halâ konuşuyoruz, biz halâ içiyoruz, ben halâ hayallerimin peşindeyim. Neler konuşuldu neler, söyleyemem, “şerefe” dedik bir kere. Hafiften ağarmaya başlayan gökyüzü, ben de gecenin bittiği işaretiydi. Usulca kalktım, iyi sabahlar dedim, arkamı döndüm ve çıktım. Neden kalktım, nereye gidiyorum, neden gidiyorum: hiçbir zaman bilinmeyecek. Aslında ben sana gidiyorum, sevişmek geçiyor içimden, içimdeki tortuları atmak geçiyor aklımdan. 


Ayaklarım beni sana götürdü, istesen de, istemesen de, geldim kapıyı çaldım; “kim o” dedin ya, işte o zaman yığıldım paspasın batan yüzüne: Canım yandı, “benim” diyemedim. Kahve kokusu geldi burnuma, bir de siyah çikolata kokusu, yanında soda ile. Uyandım paspasın batan yüzünde, iyi de oldu, sen bile bozamazdın bu gecenin ardında kalan güzellikleri. İzmir başka bir şehir, İzmirli başka bir şey, İzmir’de olmak huzur, İzmir’e gitmek heyecan, İzmir’de içmek ritüel; “sahi sen neden gelmedin İzmir’e, benim hayallerimde olmak, İzmir’de olmaya benzemez, ya bir şeyler eksik olur, ya da fazla, neler kaybettiğini nereden bileceksin? Neyse, ben İzmir’deyim ya, bu ikimize de yeter. Dağıldık, yattık, bir sonra ki güne uyandık; sanki dün geceyi hiç yaşamamış gibi.

ÖMER L.BAKAN
120820132058KÇKDRHVRN


ANI-BELLEKÇEKMECELERİMESIĞMAYAN-SIĞAMAYANİZMİRGECELERİNDENBİRİDAHA         


24 Temmuz 2014 Perşembe

"SENİ BEKLERKEN" (Burhaniye Parkı)


Adam elinde küçük bir sepetle oraya geldiğinde hazan mevsimidir. Masalar bomboş, örtüsüz, sandalyeler sırtlıklarından masalara kapanmış ağlıyorlar. Şaşırır önce; etrafa bakar, mutfak ta kapalı. Kapısında küçük bir not, "bir daha ki güzel bir güne kadar kapalıyız" adam düşünür "o güzel bir gün ne zaman gelecek" diye. Yabancısı olmadığı, daha önce her zaman oturduğu masaya sürüklenir ayakları. Önce onun sandalyesini düzeltir, sonra kendisininkini. Sepeti açar, kırmızı beyaz kareli örtüyü çıkartır, serer; itinayla. Küçük kaplarda getirdiği kahvaltılıkları masaya koyar, iki plastik tabak, iki plastik çatal, iki plastik bıçak. Termosumu alsaydım keşke diye geçirir içinden. “şimdi sıcak bir çay olsaydı, ne iyi olurdu der içinden”. Seslenir garsona, "iki çay, biri fincanda olsun". Sonra mutfağın kapalı olduğu gelir aklına. Küçük küçük keser peyniri, domatesi, salatalığı. Sonra küçük reçel kavanozlarının kapaklarını açar, daha önce haşladığı yumurtaları tabağa koyar, halka halka keser, azıcık karabiber serper üstüne, aslında pul biber koyacaktır ama beklediği sevmez acıyı. Zeytini koyar plastik tabağa, kekik eker üstüne, biraz da zeytinyağı döker üzerine. Simitçiyi duyar aniden. "çıtır çıtır simit" diye bağırmakta. Bakınır etrafına, göremez. Oysa geldiğinde simitte olsaydı der içinden. Mutfağın arka kapısı sallanır gibi gelir ona. Gider yoklar kapıyı, adam haklı, unutmuşlar kilitlemeyi. Hemen etrafı karıştırır, bir önceki mevsimden kalan çay kutusunu bulur. Yakar ocağı, bekler çayın demlenmesini. Kuşlar konmuş masaya, bizden önce tadına bakıyorlar kahvaltılıkların. Seyreder onları, bir kedi gelir kokuya, bir de yavru bir köpek. Kuşlar oralı değil, belli ki çok açlar. Kedi ve köpek sıralarını beklerken, kuşlar havalanır. Dönerler gökyüzünde çılgınca. "bir kuş olsaydım" der kendi kendine. Bir fincan ve bir ince belli bardakla döner masaya, kedi "gelmeyecek" der, nankörce, köpek "gelecek" der umutla. Düşünür adam, papatya olsaydı, bakacaktı falına; gelecek, gelmeyecek, gelecek, gel... "fal işte" der, sanki yapraklarını tek, tek kopartırcasına. Bir kaç yaprak düşer masaya, sarının, kırmızının bir kaç tonunda. "keşke yeşil olsalardı" der, umudunun tükenmişliğinde. Bekler, bekler, bekler. Hazan mevsimi işte neden gelsin ki. Çayı da soğumuştu, oysa gelseydi de, sıcacık çaydan bir kaç yudum alıp içi ısınsaydı. Bekler adam son bir umutla. Çay da artık buz gibi olmuş. Tekrar etrafına bakar, ne gelen var, ne de giden. Çöpçü çarpar gözüne, çalı süpürgesini bir sağa, bir sola savurmakta. Yerde ne bir yaprak kalmış, ne de bir çöp. Kalan sadece havada milyonlarca uçuşan toz zerrecikleri. Toz duman olmuş etraf, görünmez ardında hiçbir şey. Keyfi kaçmış, bir lokma bile koyamamış ağzına. Kalkar. Masa bir kediyle, bir köpeğe emanettir artık. "çayın soğudu" der, en kısık sesiyle. Ve kalkar masadan ve gider toz bulutlarının içine, ardında sen varsın diye.
O güzel, pastırma yazı dediğimiz mevsiminin sıcak çarşamba gününde,  kalemimden dökülen bu satırlar da, ne kadar kalabalıklarsa da, ben o kadar tek başımaydım. Etrafıma baktığımda yalnızlığımı paylaştığım Burhaniyelilerin, sevinçli bir telaş içinde olabilecekleri hiç bir nedenleri yoktu…








































Ömer L.Bakan
251020130048


Ogününbanakalantortularından;şansbuolsagerek

23 Temmuz 2014 Çarşamba

DİLERİM

SENSİZ
OKŞADIM RAKI ŞİŞESİNİ
BU GECE
CİN ÇIKTI İÇİNDEN
BENDEN BİLE DEV
DİLE BENDEN NE DİLERSEN
DEDİ
BEN DE
DİLER'İM DEDİM

ÖMER L.BAKAN

240620120053P-KNYÖ.L.BAKAN



21 Temmuz 2014 Pazartesi

"ÇİLEKLİ DONDURMA"


Bebek sahilinden, Rumeli Hisar’ına doğru yürümeye karar verdiğinde üçüncü çayını da bitirmek üzereydi. Hayır, o değildi kafasına takılan, kafasına takılan, bu durumdan nasıl kurtulacağıydı. Aslında biraz cesareti olsa kurtulmak gibi niyeti olmadığını da biliyordu ama yine de temkinli olmalıydı. Biraz daha Bebek Kahvesi’nde beklemeye karar verdi. Canı farklı şeyler istiyorsa da, bir çay daha söyledi. Bu kahve de çay, porselen demlikte demlenir, sahibinden başkasının bilmediği özel harman çay kullanılır, bardaklar altın yaldız şeritli, ince belli, tabaklar şu kırmızı bilindik desenli, porselen ve çayın sıcaklığı da tam kıvamındadır. İçtikçe içesi gelir insanın. Kahveden içeriye girdiğinizde ahşap zemin hafifçe esner, önce sallanır hafifçe kafanızın içi, bir sıcaklık yayılır ayak tabanlarınızdan bedeninize doğru. Sonra ahşap sandalyeye oturduğunuzda sıcaklığın tüm bedeninizi sardığını hissedersiniz; üzerinizde ne varsa çıkartmak gelir içinizden; bu içinizden gelen istektir, sadece düşünürsünüz, çıkartamazsınız. Ahşap masaya dokunursun ve şaşırırsın; tahta bu kadar ipeksi bir dokuya sahip olabilir mi(?) diye. İşte bu ipeksi dokuda, yılların dokunulmuşluklarının sayesinde oluşmuş korozyonun verdiği eskiliği, yaşanmışlıkları, hüznü, mutluluğu, huzursuzluğu, sevinci ve kederi hissedersin; ahşaba kazınmış şiirler, mesajlar, isimler, şekiller, semboller alır sizi geçmişe götürür veya geleceğinize rehber olur.

FOTOĞRAF:Suzan Elâ ARMAĞAN (Teşekkürlerimle)

Garson “Hanımefendi, çayınız” dediğinde camdan dışarıya doğru dalmış gözleri garsona doğru yöneldi, teşekkür ederken bir önceki çayının son yudumunu da içti, bardağı garsona uzattı. Masaya dökülen sigara küllerini, tütün artıklarını elindeki bembeyaz havluyla silen garson Sinem’e yeni gelen poğaçadan isteyip istemediğini sordu. Sinem “Hayır” dedi, canı çilek istiyordu. Bu kış mevsiminin ortasında çileği nereden bulacaktı, işte onu bilmiyor du. Birden aklına Bebek Manavı geldi, orada mevsimi olsa da olmasa da hemen hemen her zaman her türlü sebze ve meyveyi bulmak mümkündü, zengin semtin, zengin çeşitli manavıydı orası. Gözlerini kıstı, beş yıl öncesi geldi aklına. Semiha ablası Gökçe’ye hamile -zavallı Taci eniştesi- olmayacak mevsimde erik diye tutturmuş, o da İstanbul kazan, o kepçe erik aramış, gecenin geç saatlerinde Bebek Manavında aranan erik bulunmuştu. Eve döndüğünde de Semiha’yı uyur bulmuş, erikler elinde kalmıştı. Ağlasın mı, gülsün mü bilmiyordu(?) ama yine de gülümseyerek karısının yanağını öpmüş, başucuna erikleri bırakmıştı. O günlerden aklında bunlar kalmıştı; “Bebek Manavı” diye geçirdi aklından.
Çok severdi Taci karısını. Altan da onu öyle sevecek miydi acaba, işte bu acaba kafasını kurcalıyor du. Dört gündür Altan’dan haber alamıyor, telefonu kapalı, işyerinden de ya orada olmadığını, ya da toplantıda olduğu söyleniyordu. Sinem, Altan’ın sürekli gittiği yerlere gidiyor, oralara gelmediğini öğreniyordu. Çaresizce düşünüyor, başına ne gelmiş olabilir diye sürekli aklından geçiriyordu. Altan’ın görüşmek istemeyeceğini aklının ucundan bile geçirmiyordu. Altan’ın sık sık geldiği yerlerden biriydi Bebek Kahvesi. Bebek Kahvesinin çayını da, poğaçasını da severdi, tüm günlük gazetelerin ve seçili dergilerin bulunduğu kahve de, hem kahvaltısını eder, hem de gazetesini okur, hatta günlük iş planlarını bile orada yapardı Altan. Bunu biliyordu Sinem, onun için bu sabahın erken saatlerinde kahveye gelmiş, Altan’ı bulmak umuduyla bekliyordu. Hava hem soğuk, hem de yağmurluydu. Kahvenin sıcağında iyice rehavet çökmüş, uyuyamadığı gecenin ardından uyku iyice bastırmıştı. Yarı açık, yarı kapalı gözleriyle dışarıyı seyrediyor, bundan sonra neler olacağını düşünüyordu. Annesi geldi aklına. Altan’la tanıştırmasının zamanı gelmişti de, geçiyordu bile. Hele şu sorundan bir kurtulsun, hemen tanıştıracaktı.
Yağmurluklarından damlalar süzülen bir çift girdi kahveye, sabah yürüyüşlerinin ardından çay içmeye gelmişler, mutlu görünüyorlar. Acaba Altan’la da bu kahveye böyle gelecekler miydi? Genç çiftin ardında bıraktıkları su damlalarına takıldı gözleri. Sanki göl olmuş su damlacıkları, içinde boğuluyor, sanki nehir olmuşlar da akıntısına kapılmıştı. Elinden bırakmadığı telefonu çalınca birden bire irkildi, ekrana baktı, Altan değildi, açmadı. Gereksiz konuşmalara katlanamazdı şimdi. Güldendi arayan, kim bilir neler soracaktı. Cevabını kendisinin bile bilemediği sorulara cevap vermek işine gelmiyor, daha doğrusu korkuyordu. Kalkmaya karar verdi, hesabı istedi. Annesinin ördüğü gülkurusu yün bereyi kulaklarının altına kadar çekti, aynı renkteki atkıyı sıkıca boynuna doladı, paltosunu giydi, önünü sıkıca ilikledi, yakasını kaldırdı. Para üstü beklerken, cama çarpan damlaların sesi geldi kulağına, sanki ona bir şeyler der gibiydiler. Kimi yavaş yavaş aşağıya doğru süzülürken nazlanıyor, kimileri ise telaş içerisinde birbirlerine eklenerek çoğalıyorlar, hızla aşağıya iniyorlardı. “Acele et Sinem” der gibiydiler, “Bul şu Altan’ı” diyordu bir diğeri. Belki de “Kurtul bu beladan” diyorlardı da, Sinem’in bunu duymak işine gelmiyordu. Dışarı çıktı; boğazdan gelen iyot kokusu burun deliklerini hareketlendirdi, soğuk, içinde bulunduğu gerçek gibi yüzünü kamçıladı; acıdığını hissetti ama dayanmalıydı ve mutlaka üstesinden de gelmeliydi. Caddeye çıktı, sağa döndü, yürüdü. Bebek Manavının karşısına geldiğinde durdu, uzaktan tezgâha bir göz attı, görünürde çilek kâseleri yoktu, ağzı bir kez daha sulandı. Adeta kendini yola attı. O anda frenle karışık korna sesi onu kendine getirdi. Şoförle göz göze geldi, özür diler gibi baktı, karşıya geçti. Manav da mevsimli, mevsimsiz ne ararsan vardı ama çilek yoktu, canı sıkıldı. Tekrar karşıya geçti, Bebek Oteli’nin önünden geçerken kapı görevlisi Sinem’i selamladı. Daha önceleri Altan’la zaman zaman geldikleri yerdi, Sinem’i tanımıştı pos bıyıklı adam. Sinem o sabah ilk defa gülümsedi, kendini önemli biri gibi hissetmişti. Hisar’a doğru ilerlemeye başladı. Burnuna gelen vanilya kokusu içini ısıttı. Daracık cephesi olan küçücük meşhur Bebek Dondurmacısının sahibi adet edinmiş, yaz kış dükkânını açık tutmuş, önce Bebek sakinlerini, sonra da orayı bilen İstanbulluları kışın da dondurma yemeye alıştırmıştı. Sinem hemen sordu “Çilekli dondurma var mı?” Adam gülümseyerek cevap verdi “Olmaz mı?” dedi. Taze yaptığı vanilya kokan kornetlere uzandı eli. Sinem “Yok, kâğıthelvasının arasına koy” dedi. “Kız olacak” dedi adam, Sinem “Anlamadım” diyerek şaşkınca dondurmacıya baktı. “Hamilesiniz. Çilekli dondurmayı kız anneleri aşerer, yok oğlansa vişne-limon isterler. Bu tecrübeyle sabittir hanımefendi. İstersen iddiaya girerim.” Sinem’in canı sıkılmıştı, boğazı düğümlenmiş, ha ağladı ha ağlayacak. Bu adam anladıysa, annesi de hayda hayda anlardı; kaçın kurasıydı annesi: O karnına bakardı hamile kadının, karın sivriyse erkek olacak, yok eğer yuvarlaksa kız olacak derdi, bu güne kadar da hiç yanılmamıştı. “Yok, iddiaya girmeyelim.” dedi. Borcunu sordu? Adam “Aşeren kadınlardan para almıyoruz.” dedi, işinin başına döndü. Sinem şaşkınlık içerisinde dükkânın önünde kalakaldı. Kendini çabuk toparlayıp, kâğıthelvasının arasındaki çilekli dondurmasını yiyerek yoluna devam etti. Bir an önce Ali babanın Hisarda ki kahvesine ulaşmak istiyordu.
Son zamanlarda huzur bulduğu tek yer orasıydı. Orayı Altan’a da sevdirmişti. En son geldiğinde test çubuğunu kahvenin tuvaletinde uygulamış, test pozitif çıkmış, hamile olduğu müjdesini Altan’ı arayarak oradan vermişti. Altan telefonda bir an duraklamış “Bakarız.” diyebilmiş, o söz aralarındaki son söz olmuştu. Dört gündür de Altan’dan bir haber alamamıştı. Biliyordu ki ajansta işleri yoğundu, üç kampanyayı aynı anda yürütüyordu, birçok akşam müşterileriyle ya toplantı yapıyor, ya da yemeğe çıkıyordu. Ama bunlar Sinem’i ihmal edeceği anlamına gelemezdi, o uzun zamandır beraber olduğu adamdı ve birbirlerini deliler gibi seviyorlardı.
Rüzgâr arkasından esiyor, ona yürürken destek oluyor, adımlarını hızlandırıyordu. Sanki bir çırpıda Ali Baba’nın kahvesine gelmiş, elindeki kâğıthelvasının son lokmasını ağzına atmış, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Beton basamakları aceleci tavırla geride bırakıp, büyük camlı ahşap kapıdan içeriye girdiğinde sıcak tüm bedenini sarmış, gözlerini kapatarak içinden bir oh çekmişti. Onun için burası farklı bir mekândı: Sıcak, sevecen, kültürlü, sanatçı barınağı, nev-i şahsına münhasır bir yer; tabi tüm bu varsayımların oluşumu da Ali Baba’nın yaşam felsefesinden kaynaklanır, kendine ait olmayan kişi veya kişileri içinde barındırmazdı. Hemen döküm sobanın yakınlarında, cam kenarı bir masa seçti kendine. Beresini, atkısını ve paltosunu çıkarıp yanındaki sandalyeye kurumaları için düzgünce astı. Çantasından el aynasını çıkartıp yüzünü kontrol etti. Yanakları pembeleşmiş, burnun ucu soğuktan kızarmıştı. Dudağının her iki kenarında kâğıt helvasının kırıntılarını fark etti, diliyle yalanarak ağzının içine aldı; tekrar damağında çilekli dondurma tadı hissetti. Bu gün ikinci defa gülümsemişti.  
Telefonu eline aldığında, Altan’ı tekrar aramakla, aramamak arasında gitti geldi. Aradı. Defalarca, sonuna kadar dinlediği o mesajı sabırla bir kez daha dinledi. “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor…” O sevimsiz mesajı dinlerken, Ali Baba da her daim okuduğu Cumhuriyet gazetesinin ardından, yakın gözlüklerinin üzerinden Sinem’e bakıyordu. Olumsuzluk anlamında başını iki yana sallıyordu. Ne de olsa güngörmüş, geçirmiş adamdı: Ali Baba, hissetmişti Sinemin yaşadığı olumsuzlukları. Uzun zamandır sıkça gelen Sinem’i az çok tanımıştı. Garson Mustafa’yı Sinemin masasına bir bakışıyla yönlendirmişti; bu bakış, ne içiyorsa benim ikramımdır anlamına gelir, garson da ona göre davranırdı. Sinem, sade bir Türk Kahvesi söyledi, telefonu tekrar eline aldı. Önce Gülden’i aradı, hemen gelmesini istedi. Sonra rehberden bir numarayı buldu, yeşil tuşa bastı. Genç kadın sesi, “Dr. Songül Sarıca’nın muayenehanesi” dedi. Sinem kendini tanıttı, bugün ki randevusunu hatırlattı, randevuyu iki gün sonra aynı saate alınmasını istedi. Sekreter randevu defterine bakıp “ancak üç gün sonra, aynı saatte olabilir, doktor hanım çok yoğun” dedi. Sinem “Tamam, Perşembe saat on yedi de görüşürüz” dedi, telefonu kapattı. İçini bir umut kapladı, üç gün daha kazanmıştı. Ne olacaksa, olsundu artık. Garson Mustafa, sessizce kahveyi ve içinde çifte kavrulmuş küçük lokumlar olan porselen kâseyi masaya bıraktı ve geri çekildi. Sinem önce bir lokum aldı, tadı mükemmeldi. Sonra kahvesinden küçük bir yudum aldı, canı sigara istedi, yaktı: bundan sonra aslında sigara içmemeliydi. Yok artık, bunu da nereden çıkartıyordu. Üç gün sonra problem çözülecekti nasıl olsa. Büyük bir yudum daha aldı, bir de lokum attı ağzına. Sigarası bitmeden kahvesi bitmiş tadı damağında kalmıştı. Sigarasını kül tabağına bastırdı, kalktı, camdan dışarıyı seyretmeye koyuldu. Boğazda gemi trafiğini izledi, sahilde balık tutanlara imrendi, gençlerle genç oldu, yaşlılarla yaşlı, onlarla kendi kendine konuştu, hikâyelerini dinledi, hikâyesini anlattı, daldı gitti hayata, hayatına ve yaşadıklarına.
Arkasından gelen sesle irkildi, “Sinem, canım benim.” diye üzüntülü ses tonuyla seslenmişti Gülden. İki eski dost sarıldı birbirine. Gülden sitem etti, sabah aradığında neden telefonu açmadı diye, Sinem sesini çıkarmadı, oturdular. Çay söylediler sohbete koyuldular. Gülden söz hakkı vermeden sürekli konuşuyor, Sinem susuyor, susuyor, susuyordu. Sonunda patladı Sinem. “Sus artık, yeter, seviyorum ne yapayım?” Gülden önce bir gözlerini kıstı, sonra iri ela gözlerini bir açtı ki, Sinem ürktü. “Ne yapayım, diye soracağına, ne halt yiyeceğim diye sorsana. Kızım bu adam seninle oynuyor, seni kullanıyor. Evini biliyor musun? Hayır! Ailesini tanıyor musun? Hayır! Ne iş yaptığını biliyorsun da nerede çalıştığını biliyor musun? Evet, ama hiç içeriye girmedin, çünkü her defasında gelmemen için bin bir bahane buldu! Hiçbir gece seninle kaldı mı? Hayır! Çünkü gece senden başka birine ait ama kime ait bunu da bilmiyorsun? Sen salaksın kızım. Sen salaksın, salaksın. Sinem içinden avazı çıktığı kadar bağırıyordu, “Sus, sus, sus.” diye. Aslında bunların hepsini biliyordu da, bunlarla yüzleşmek işine gelmiyordu. Gülden aniden “Kalk gidiyoruz.” dedi. Nereye der gibi baktı Sinem. “Ben evini öğrendim kızım, senin yıllardır yapmadığını ben yaptım. Şimdi yüzleşme zamanı, kalk gidiyoruz. Sabah telefonumu açsaydın, o çok sevdiğin Altan’ın gerçek yüzünü sabah görecektin. Şimdi sürprizlere hazır ol bakalım, sen başka türlü akıllanmayacaksın.” derken, bir yandan giyiniyor, bir yandan da Sinem’e ters ters bakıyordu. Sinem bu sefer itaat etti, kalktı giyindi, garsona seslendi, garson “Tamam abla kahve Ali Baba’nın ikramı, çaylar da benden olsun.” dedi. Çıktılar. Hiç konuşmadan Bebek istikametine doğru yürümeye başladılar. Gülden birden durdu, Sinem’i kolundan çekti, “Gel şuraya oturalım.” dedi, banka oturdular, birer sigara yaktılar. Gülden, acırcasına Sinem’e bakıyor, biraz sonra öğrenecekleriyle nasıl sarsılacaktı kim bilir? Zavallı arkadaşı.
Sigaralarını sessizce içtiler. Gülden bir yandan “Acaba yanlış mı yaptım?” diye düşünürken, bir yandan da arkadaşını bu adamdan korumak ve Sinem’in tüm gerçekleri bilmesi gerektiğini düşünüyordu. Şerefsiz herif Sinem’i nasıl da aldatmış, onunla nasıl oynamıştı. Bakalım Sinem gerçeği öğrendiğinde ne yapacaktı.
Sinem, gözlerini boğazın karşı tarafında bir noktaya dikmiş, öylece bakıyordu, gördüğü hiçbir şeydi, sanki beyaz boş bir defter sayfasıydı, kendisine kalsa bu boş temiz sayfaya yeniden yazardı hayatını, ama çok geçti artık. Hayat sayfasını kirlenmiş, lekeli hissediyor, nasıl temizleyeceğini bilemiyordu. Gülden neden bahsediyordu, ne öğrenmişti Altan hakkında; soracaktı tabi ama cesaret edemiyordu. Karar verdi ve kımıldamadan sordu. “Ne öğrendin Altan hakkında, çabuk söyle.” Gülden de kımıldamadan cevap verdi. “Altan evli kızım, dün karısını da gördüm, hatta iki çocuğuyla birlikte. Beni görünce neye uğradığını şaşırdı, alelacele toparlanıp karısını çocuklarını adeta kaçırır gibi restorandan çıktılar.” Sinem, neye uğradığını şaşırmış, “Yalan söylüyorsun” dedi. Gülden sertçe “Sana yalan borcum mu var? Sen halâ toz kondurma bakalım. Mesut’a rica ettim, biz de kalktık arabalarını takip ettik. Bil bakalım nereye gittik?” Sinem “Nereye?” der gibi baktı. Gülden halâ ileriye bakıyor, bir türlü Sinem’in tarafına başını döndüremiyordu. Kısa bir süre sustu, ikisi birden başlarını çevirdi, ikisinin de gözleri nemli, boğazları düğümlüydü. Gülden kısık bir sesle, “Etiler de lüks bir villaya kadar gittik, anladık ki orası yaşadıkları evleriydi.” Sinem, sertçe başını çevirdi, çatık kaşlarının altında, gözlerinde yıldırımlar çakarak, kısık ama kararlı bir sesle “Beni oraya götür.” derken, ayağa kalkmıştı bile. Gülden, bir an ürktü, Sinem’i ilk defa böyle görüyordu ve ilk defa Sinemden ürküyordu. Gülden bunları düşünürken Sinem yolun karşısına geçmiş, ilk geçen taksiyi durdurmuştu bile. Gülden koşar adımlarla karşıya geçmiş, Sinemin yanına oturmuştu. İkisi de aynı anda taksiciye “Etiler” dediler. Bebek yokuşunu tırmanan araba sağa mı dönecekti, yoksa sola mı? Gülden “Sola lütfen.” dedi ve sonrasında Altan’ın villasına gelene kadar yolu tarif etti. Arabadan indiklerinde birbirlerinin yüzüne baktılar. Sinem bahçe kapısını açıp içeriye girerken, Gülden’e “Sen burada bekle.” dedi ve eve doğru ilerledi, kararlı bir şekilde zile bastı, bekledi, bir daha bastı. Kapı açıldı. Karşısına sarı saçlarıyla uyum sağlayan yeşil gözlü, hayli bakımlı bir kadın çıktı. Sinem’in aksine kısa boyuyla “Buyurun, kimi aramıştınız?” der gibi baktı. Sinem “Siz Altan’ın karısı mısınız?” diye sordu. O sırada içeriden “Anne kim geldi?” diye bir kız çocuğunun sesi duyuldu. Kadın “Evet, siz kimsiniz?” diye sordu. Sinem bu güne dek hiç sakin olmadığı kadar sakin bir sesle “Ben de Altan’ın sevgilisiyim, dört gündür kendisinden haber alamıyorum, merak ettim de.” dedi. Kadın şaşkın şaşkın Sinem’e bakıp, içeriye doğru “Altan” diye seslendi ve dönüp kapının ardından kaybolurken hıçkırığa boğulmuştu. Kapının önünde Sinem’i gören Altan kireç gibi yüzü, fal taşı gibi açılmış, şaşkın bakan gözleriyle kapının önünde donup kalmıştı. Sinem, önce gülümsedi, sonra nefretle baktı, hiçbir şey demeden arkasını döndü ve geride kalan onca zamanı terk etti. Kendisini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu, hafiflemişti ama en az kendisi kadar Altan’ın karısına da üzülmüştü. Bahçe kapısının dışında bekleyen Gülden olan bitenden habersiz, Sinem’e “Ne oldu?” der gibi bakıyordu. Sinem bir şey demedi, birlikte yürümeye başladılar. Nereye gidecekler, ne yapacaklar ikisi de bilmiyor, ayakları onları bir yerlere sürüklüyor, sessizce konuşuyorlardı; birbirlerini duymadan.
Bebek yokuşunun başında buldular kendilerini, Bebeğe doğru yokuş aşağı sallandılar. Gülden, Sinem’in bu değişken halinden aslında ürkmeye başlamıştı. Durdu, sinemin yokuş aşağı inişini seyretmeye başladı. Onun yaşadıkları, kendi başına gelseydi, “Acaba, ben ne yapardım?” diye aklından geçirdi Gülden. Arkadaşını izlemeye devam etti. Arkasından avazı çıktığı kadar “Sinem, Sinem” diye defalarca bağırdı. Sinem duyuyor ama duymamazlıktan geliyor, gülümsediğini Gülden göremiyordu. En sonunda Sinem durmadan, arkasına dönmeden, elini kaldırıp “gel, gel” diye işaret ediyordu. Gülden bir eliyle şapkasını tutuyor, diğer eliyle dengesini sağlayarak yokuş aşağı çocuklar gibi koşup, Sinem’e yetişmeye çalışıyordu. Nefes nefese Sinem’in yanına geldiğinde kolundan çekip onu durdurdu. “Dur be kadın deliler gibi nereye koşturuyorsun, tabakhaneye bok mu yetiştireceğiz” Sinem gülümseyerek “Hayır canım tabakhaneye yetişmeyeceğiz, çilekli dondurma yemeye gidiyoruz.” Sinem, ultrasona girmemişti ama hissediyordu, kızına iyi bir anne olacaktı, tabi bu durumu kendi annesine nasıl izah edecek, onu da henüz bilmiyordu.      

ÖMER L.BAKAN

17-12-2013 KÜÇÜKDERE      

19 Temmuz 2014 Cumartesi

"O GECE"


Uyanır uyanmaz, gözleri tavandaki siyah, küçük bir noktaya takılmıştı. Daha önce hiç fark etmediği küçücük siyah bir noktaydı. Ne zaman uyumuştu; uyandığında saatin kaç olduğunun farkında değildi. O siyah nokta ne zamandan beridir oradaydı, onu da bilmiyordu. Yıllardır uyandığı bu oda da şimdi huzursuz uyanmıştı da ondan mı fark etmişti, o siyah noktayı. Her uyandığı gün, yanında olmayan adamın varlığı belki de o noktayı fark etmesini engellemişti. Oysa yine onsuz uyandığı bu sabah fark ettiği tek şey sadece küçücük siyah bir nokta. Aslında yatakta biraz daha tembellik yapmak istiyordu, bedeni kalkma diyordu. Dün gece yaşadıkları onu engelliyor, biran önce kalkmasının gerekliliğinin farkına vardırıyordu. Gözlerini sıkıca kapadı; bembeyaz ışığın parlaklığında, bilinçsizce uçuşan milyonlarca küçük siyah noktalar, bir oraya, bir buraya sürekli hareket ediyor, başını döndürüyordu. Çok rahatsız oldu, hemen gözlerini açtı; ortalık gri bir renge boyandı. Kalın, ışık geçirmez perdenin aralığından süzülen, sert ince ışık huzmesi, gözlerini daha da rahatsız etti. Işığın güçlülüğüne bakılırsa, hayli zaman geçtiğini anladı. Yatak odası batıya baktığından, güneş direk olarak perdenin aralığından içeriye dalıyordu. Saatin kaç olduğunu tahmin etmekten gecikmedi. Saat üçü geçmişti. Fırlarcasına kalkmak istedi, kalkamadı; gözleri karardı. Biraz dinlendi, yavaşça kalkmaya çalıştı. Küçük çıplak ayaklarıyla yere bastığında, önce dizleri titredi, sonra kasıklarındaki şiddetli ağrı kendini belli etmeye başladı. Adım atmakta zorlanıyor, başı hafiften dönüyordu. Perdeyi açmak istedi, zorlandığını fark etti, vaz geçti. Komodin üzerindeki gece lambasını yaktı. O anda, önce bedeninin tamamen çıplak olduğunu anlamış, gözleri kollarında ve bacaklarındaki morluklara takılmıştı. Yavaşça aynaya doğru yöneldi ve dehşetle yüzündeki şişlikleri seyretti. Sarı saçlarının bir bölümü kurumuş kanın siyaha çalan rengini almış, burnundan sızan kan yolunu bulmuş, dolgun dudaklarının kenarından boynuna doğru uzamış ve kurumuştu. Gözlerinin içine baktığında, birden bire olanları hatırlamış paniğe kapılmıştı. Banyodan, yatak odasına nasıl gelmiş, hatırlamaya çalışıyordu. Hatırlayamadı. Dikkatini toplayarak düşündü: Fısıldar bir sesle “Levent” diyebildi. Hemen Semayı aramalıydı. Üzerine bir şey giymek aklına bile gelmedi. 


O güzel vücudu ne hale gelmişti. Telefonunu aramaya koyuldu, bulamadı. Yatak odasından dışarıya çıkmakta istemedi. Levent hâlâ içerideyse, diye düşündü. Bir an önce Semayı bulmalıydı. Ürkerek salona doğru ilerledi. Kasıklarının acısına bir de anüsünün acısı kendini göstermişti; o acıya dayanamadı. Ayaklarını sürüyerek adım atıyor, acılarına katlanmaya çalışıyordu. Salon tanınmaz halde dağınık; neler olmuştu, hatırlamaya çalıştı. Gözlerini kapadı, Levent’in çıldırmış gibi bakan gözlerini gördü. Ürperdi. Hemen gözlerini açtı. Etrafına bakındı, yerde o gece giydiği çok derin yırtmaçlı kırmızı seksi elbisesi, aynı renkteki G-string külotu parçalanmış, yüksek ince topuklu, burnu açık kırmızı ayakkabısının biri ters dönmüş, diğeri ortalıkta görünmüyordu. Çalışma odasına yöneliyor, kapı aralık, orası yerli yerinde, demek ki o odaya girmemişler. Asla olanları bir araya getiremiyor. “Sema nerelerdesin, ihtiyacım var sana” diyor, aklından geçirerek, sessizce. Bırakıyor kendini; yığılırcasına, parkenin soğuk yüzü bedenini sarmalıyor.  Ürperiyor ama kalkabilecek gücü kendinde bulamıyor. Gözlerini kapatıyor, ağırlık bedenini ele geçiriyor, bilincini yitiriyor. Kapının acı acı çalan zil sesi kafasının içinde yankılanıyor. Gözlerini araladığında, karanlıkla karşılaşıyor, sadece banyodan ve mutfaktan sızan sarı ışığın aydınlatabildiği kadar aydınlattığı çalışma odasında yerde yattığını fark ediyor. Kalkmaya çalışıyor, yine başının dönmesi, ağrıları onu engelliyor. “Filiz” diye seslenen Semanın sesi, belli belirsiz kulağına geliyor. Tüm gücünü toplayıp adeta sürünürcesine daire kapısına gidiyor. “Sema” diye avazı çıktığınca bağırıyor ama bu bağırmayı Sema duyamıyor bile. Filiz, sessiz çığlığının gücünün farkında değil. Kapıyı güç bela açıyor. Sema’nın hayretle kendisine bakan, fal taşı gibi açılmış gözlerinin, bedeninin her yerinde gezindiğini hissediyor. Kendini Sema’nın kollarına bırakıyor. Sema hemen içeriye doğru hamle yapıyor, kollarıyla Filiz’in bedenini sarmalıyor, topuğuyla kapıyı itip kapatıyor. “Aman Allah’ım” diye defalarca bağırıyor, salona doğru yöneliyorlar. Üçlü koltuğa Filiz’i yatırıp, neredeyse paramparça olmuş kırmızı elbiseyle üstünü örtüyor. İkisi de ağlamaya başlıyor. “Nerede o hayvan herif” diyor. “Bilmiyorum” diye yanıtlıyor Filiz. “Orospu çocuğu” diye bağırıyor Sema. “Senin telefonun kapalı, onunki de cevap vermiyor” diyor.



-Ne oldu? Çabuk anlat.
-Hatırlamıyorum.
-Hatırlamaya çalış.
- …
-Ben polis çağırıyorum.
-Dur bekle, çağırma.
-Ama …?
-Bekle dedim. Dediğinde gözleri uzaklara dalıyor.
-Kahve, diyor Sema, hemen mutfağa gidiyor. Mutfağın halini gördüğünde “Aman Allah’ım” diye tekrar bağırıyor, “Neler oldu dün gece?” diye sesleniyor.
-Bilmiyorum Sema, bilmiyorum?
Sema, kocaman iki kupa, sert kahve ile salona geri dönüyor. “Üstüne bir şeyler bulayım” diyor, yatak odasına yöneliyor. Bol bir T-shirt ile geri dönüyor, Filiz’e giydiriyor. Sırtına iki yastık koyarak, kahveyi eline tutuşturuyor. Kahvenin kokusu, sıcaklığı ve sert tadı, Filiz’in tüm bedenini eline geçiriyor, gevşemesini sağlıyor. Gözlerini kapatıp büyük bir yudum alıyor. Bir daha alıyor. Sema sabırla bekliyor. “Dur ben senin hatırlamana yardımcı olayım” diyor, anlatmaya başlıyor.
“Dün gece, Adnanların evinde toplandık. Çok kalabalık yoktu ama yine de çoktuk. Adnan işte bilirsin, sürpriz yapmayı sever. Yemekte alkol aldık. Neredeyse hepimiz yemek bitmeden sarhoş olmuştuk bile. Sen şuh kahkahalar atıp ilgiyi üstünde topluyordun. Olur, olmadık şeyler gülüyor, ardı ardına içiyordun. Hoş hepimiz de en az senin kadar içmiştik ama sen hepimizden önce kafayı bulmuştun. Yemek bitip sofra toplandığında “Adnan daha ne içeceğiz, hepsi bu kadar mı canişkom” dediğinde Adnan elinde bir şişe tekila ile çoktan içeri girmiş, şişeyi sana doğru uzatıyordu bile. Bardaklar doldu, ikişer shot attık. Artık hiç birimiz sanki kendimizde değildik. Edepsizce konuşup, gülüşüyorduk. Bir ara sen ayağa kalktın. Müziksiz ama çok seksi bir şekilde dans etmeye başladın, kimse seni oturmaya razı edemiyordu. Herkes şaşkın ama büyük bir beğeni ile seni seyrediyor, sen derin yırtmacının ardında önce bacaklarını, sonra külotunun yarım yamalak örttüğü yerlerini cömertçe sergiliyordun. Eminim ki sadece erkekler değil, biz kadınlar da tahrik olmuştuk. Ne yalan söyleyeyim benim de her yanımı ateş basmıştı.” Gözleri kapalı, burnunu kahve kupasına yaklaştırmış, kahvenin kokusunu içine çeken Filiz, Sema’yı sessizce dinliyordu. Şimdi her şeyi yavaş yavaş hatırlamaya başlamış, gözlerinde pişmanlığını açığa vurmuştu. Kim bilir bundan sonra hayatı nasıl değişecekti. Gözlerini kapadı, Sema’yı dinlemeye devam etti. Sema anlattıkça sesi titremeye başlamıştı. Gecenin, hiç görmeyi istemediği, bir daha hiç olmasını arzulamadığı yere gelmişti. Gözleri dolmuş, sesi çatallaşmıştı. “Hangi ara Levent’le ilgilendin, farkında değildim. Levent’in önüne gelip ayağını baldırını üstüne koydun, kravatından tutup, çekip kaldırdın. Bedenini Levent’e dayayıp, ne dinlediğini bilmediğimiz müziğin ağır ritminle dans etmeye başladınız. Levent’i bilmem mi, hemen tahrik oldu. Kendini nasıl saklayacağını bilemedi. Ben, “yeter artık Filiz, adamı rahat bırak,” dedim, beni ittin. Seni de iyi tanırdım, Levent, kabarmış önüne aldırmadan, seni boynundan öpüp, yerine oturdu. O andan itibaren, alkolden kan çanağına dönmüş gözlerini senden ayıramıyordu, ben bu durumdan hayli rahatsız olmuş, dudaklarımı kemiriyordum. Levent’i ve seni birçok kez ikaz etmeme rağmen, flört etmeye herkesin gözü önünde devam ettiniz. Çok kızmıştım. O esnada Adnan, “hadi bakalım, biraz daha kafayı bulalım” diyerek, elinde tepsi, içerisinde esrarlı sigaralarla salona girdi. Artık olan olmuş, kimsenin sesi çıkmıyordu. Ardı ardına sigaralar yakıldı, içildi, her taraf duman içinde kalmış, her şey flu, herkesin zihni durmuş, hareketler ağırlaşmış, kelimeler ağızdan çıkmaz olmuştu.” Filiz, büyük bir yudum kahve alarak, dinlemeye devam ediyor, Sema’nın yüzüne bakamıyordu. Keşke o gece yaşanmasaydı da, ilkokul birinci sınıftan beri hiç ayrılmadığı arkadaşından bunları dinlemeseydi. İçinden “Sus artık.” diyordu ama gecenin devamını da merak ediyor du. “Sonra?” dedi, kısık sesiyle, kasıkları, anüsü daha da acımaya başlamıştı. Acaba bu tecavüzü hak etmiş miydi? Yok canım daha neler artık, hangi kadın tecavüzü hak eder ki. Sanki düşüncelerini anlamış gibi bakıyordu Sema’ya, acıyordu ona, gözleri acır gibi bakıyordu. Öyle hissetti Filiz, belki de işine öyle geliyordu. Sema devam etti. “O sigaralar, hepimizin kırılma noktası oldu her halde veya bana öyle geldi. Sızmıştık. Her birimiz bir köşede. Kendime geldiğimde, seni yine Levent’in kucağında gördüm. O an ikinizi de öldürmek istedim. Biri kocam, diğeri en iyi arkadaşım, yıllardan beri hiç ayrılmadığım, hiç kavga etmediğim, her şeyimi paylaştığım, sırdaşım, sen. Yeter artık, diye bağırarak ikinizi de kaldırdım, hadi gidiyoruz, dedim. Üçümüz arabaya bindik, sen kendini arka koltuğa attın ve sızdın. Ben kuduruyordum, bu yaşananlar kâbus olmalı. Ah Adnan, geceyi ne hale getirdin, ne gerek vardı bu kadar limitlerimizi zorlamaya. Yol boyunca Levent’le kavga ettim. Ben çıldırmış gibi bağırıyor, o hep susuyordu. Bir ara Levent bana dönerek, “Filizim, önce seni bırakayım sen yat, çok geç oldu. Sonra Sema’yı bırakır, hemen dönerim, anahtarım var sen rahatına bak.” Dedi ve beni bırakıp gittiniz. Benim bildiğim bu kadar. Sonra ikinize de ulaşamayınca, sana gelmeye karar verdim. Seni bu halde buldum.” Gözlerinden yaş süzülen Filiz, Sema’yı sessizce dinlemişti. Uzun süre de sessiz kaldı ve sonra anlatmaya başladı.
“Gözlerimi açtığımda, Levent’in kucağında eve doğru ilerliyorduk, kapını önüne geldiğimizde beni kucağından indirdi. Çantamdan anahtarımı bulmaya çalışıyordum. Elleri bedenimde gezinmeye başladı. Tahrik olmuştum. Daha içeriye girmeden, külotum ayak bileklerime kadar inmiş, elleri göğüslerimde dolaşıyor, sertliğini kalçalarımda hissediyordum. Zor bela kapıyı açmış, külotumun izin verdiği küçük adımlarla içeriye kendimi zor attım. Hoyratça davranmaya başladı, hem korkuyor hem de sevişmek istiyordum. İlkini salonda yaptık. Ben hâlâ tatmin olmamış, Levent’i zorluyordum. Seni aramak istedi, benim kötü olduğumu söyleyecek, yalnız bırakamayacağını bildirecekti, telefonu arabada kalmış, benim ki de çantada yok, ben de herhalde Adnanlarda unutmuşum. Arayamadı seni. İyice sinirlenmişti, saçımdan çekip beni yerden kaldırdı, “sevişmek istiyorsun ha, yetmedi dimi” dedi, tokadı suratımda patladı. Afallamıştım ama bu tokat ben daha da azdırmıştı. Bir tokat ta ben ona attım. Elbisemin yakasından tutup parçalarcasına çekiştirdi. Artık ok yaydan çıkmıştı. Korktum elbisemi sıyırıp attım, mutfağa doğru koştum. Yakaladı beni, her yanımı okşuyor öpüyordu, çok sert davranıyor, kendime hâkim olamıyordum. Biraz önce boşalmış hemen sertleşemiyordu, bu onu daha da sinirlendirdi. Eline geçirdiği şarap şişesini içime soktu. Acıdan bayılmışım. Kendime geldiğimde onu çırılçıplak karşımda buldum. Bir tokat daha attı, beni banyoya doğru sürükledi. Onu iyi dinlememi uslu olmamı söyledi, çok korkuyordum. İçeri gidip ayakkabılarımı getirdi, giymemi emretti. İyice köpürmüş küvete girdi, beni de yanına çekti. Sevişmeye başladı ama ben karşılık vermiyordum, bu onu daha da kızdırdı. Saçlarımdan tutup, başımı fayanslara çarpıyor, bir yandan ağıza alınmayacak küfürler ediyordu. İyice tahrik olmuş, hayvan gibi saldırıyordu. Beni ters çevirip arkama geçti, gücüm tükenmiş artık karşı koyamıyordum. Bana bir kez daha arkamdan tecavüz etti, acısına dayanamıyor, ağlıyordum. Son bir hamle daha yaptığında ayağı kaydı sırtüstü küvetin içine düştü. Sonrasını git kendin gör.”



Sema, “Allah belanızı versin” diyerek, banyoya doğru hareketlendi. Kapıdan içeriye doğru başını uzattığında dondu kaldı. Kanın etkisiyle kırmızıya boyanmış suyun içinde Levent, sağ gözüne neredeyse dibine kadar batmış kırmızı ayakkabının topuğu, sağlam kalmış gözüyle cansız ama neye uğradığını şaşırmışçasına Sema’ya doğru bakıyordu. Sema, daha fazla midesinin baskısına dayanamayıp kusmaya başladı. Salona geri döndüğünde, Filiz’i kupada kalan son yudum kahvesini yudumlarken buldu. Arka cebinden telefonunu çıkartıp birkaç tuşa basıp, “Anne bize git, çocukları al, sizin eve götür” dedi. “Şimdi bir şey sorma, ne diyorsam onu yap, sonra anlatırım” deyip telefonu kapattı. Sonra bir kere daha telefonun dört tuşuna basar, bekler. “Polis memuru Memduh, nasıl yardımcı olabilirim” bir süre sessizlik olur. Sema, “En yakın arkadaşım kocamı öldürdü, adresi veriyorum” deyip, telefonu duvara fırlatıp, yere yığılıp kaldı.

ÖMER L.BAKAN
031220131923İST   


            


  

MEKTUP



                O bir dost, henüz yüzünü görmediğim; bir sahil kasabasına gitti. Şanslı… Hak ettiğini alıyor. Bence burada ‘şanslı’ benzetmesini yapmak, O’na son derece haksızlık olur. Sevgili dostum, ben gittiğin kasabada inanılmaz üretimler yapacağına inanıyorum. Bizler, yaşını başını almış insanlar olarak, belki de bir kültür eleğinden geçtik. Çok zor günler geçirsek de bu ülkede, hak ettiğimiz yere ulaşmamıza birkaç adım kaldı. Sen de ben de bu adımları sağlam atmak zorundayız. Benim gibi bir ihtiyarın sözlerini dinler ve uygularsan, farklı bir yaşam içinde üretimin ne denli keyifli olduğunu, yeni tasarımlarının düşüncelerinin doğrultusunda gerçekleştiğini, bedeninin ve ruhunun nasıl huzura kavuştuğunu gözlemleyeceksin.
                Senin de dediğin gibi kasaba da bir …… evinde yaşayacaksın. Kapıyı açıp içeriye girdiğinde, orası tamamen sana ait bir yer olsun. Canın nasıl istiyorsa orada, o mekânda öyle davran. İstersen sıkı sıkı giyin dolaş içeride, istersen pazen pijamalarını giy dolaş veya tamamen doğduğun gibi ol. Ama sen, sen ol. Üreteceğin her eserin, senin düşüncelerinin uzantısı, kült fenomenler olsun. Olsun ki, sen sen gibi üretmenin huzurunu yaşa.  Mesela… Evinde elektrikli aydınlatma araçları kullanma. Gündüzü gündüz, geceyi gece gibi yaşa. Hava kararmaya yüz tuttuğunda, mum veya benzeri araçlarla mekânını aydınlat. Loş ışıkta yemeğini ye, müziğini dinle. Erken yat, erken kalk. Sahile in yürü, ciğerlerini temiz hava ile doldur. Balığını, sebzeni al ve kahvaltı için evine dön. Muhtemelen saat henüz sekiz olmuştur. Kahvaltını yap, sabahın ilk ışıklarını kemiklerine işlercesine içine hapset. Otur ışık alan masana ve aklından ne geçiyorsa çiz, çiz, çiz… Bunlar senin hayallerin olsun. Çünkü hayaller geleceğin senaryolarıdır. Öğlen hafif bir yürüyüş yap tabii bu yazın başlangıcına kadar. Yaz güneşi bu eyleme elverişli olmaz. Yazın başlangıcında, sıcak öğlen saatlerinde siesta yap. Ama bahar başka… İnsanın kanının, kaynama noktasının en üst düzeylerine ulaştığı günler. İlkbahardan bahsediyorum tabii. Sonbaharda oralarda olamayacağına göre, ‘aşk’ ile işin olmayacağı kanaatindeyim. Çünkü aşk sonbaharda başka olur. Yaz aşkları ne sana uyar ne de bana. Öğleden sonra sana bir sohbetimde söylediğim gibi, iskeleti maviye boyalı, kumaşı boydan boya lacivert-mavi-beyaz çizgilerle bezeli, eski tip şezlonguna uzan ve kitabını oku. Başında mutlaka hasır şapkan, şapkanın mutlaka kalın fuşya kurdelesi ve sol kenarında kurdeleye sıkıştırılmış, bahar sonu- yaz başlangıcı meyvesi olan kiraz olsun. Kiraz… Kiraz öyle bir gün aralıklarıyla oluşur ki ve tadıyla hala damağımızda. Şair buna: “Kiraz mevsimi sevişme mevsimidir.” demiştir.
,



Şimdi Sevişme Vakti

Çıplak heykeller yapmalıyım.
Çırılçıplak heykeller
Nefis rüyalarınız için
Ey önümden geçen aksakallı kasketli;
Yırtık mintanından adaleleri gözüken
Dilenci, sana önce
Şiirlerin tadını
Aşkların tadını
Kitaplardan tattırmalıyım
Resimlerden duyurmalıyım, resimlerden…
Şu oğlan çocuğuna bak
Fırça sallıyor
Kokmuş manifaturacının ayağına
Dörtyüzbin tekliğinden
On kuruş verecek.
Seni satmam çocuğum
Dörtyüzbin tekliğe,
Ne güzel kaşların var
Ne güzel bileklerin
Hele ne ellerin var, ne ellerin.
Söylemeliyim,
Yok yok… Meydanlarda bağırmalıyım.
Bu küçük güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu şehri kahvesinde
Kiraz mevsiminin
Sevişme vakti olduğunu.
Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
Baygınlık getiren şiirler
Kiraz mevsimi, kiraz
Küfelerle dolu pazar.
Zambaklar geçiriyor bir kadın.
Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
Belediye kahvesinde hala o eski, o yalancı
O biçimsiz Bizans şarkısı.
Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem
Nasıl etsem nasıl yapsam da
Meydanlarda bağırsam
Sokak başlarında sazımı çalsam
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu…
Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
Boşa geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
Oğlu bir şiir okusa Karacaoğlan’dan, Orhan Veli’den, Yunus’tan, Yunus’tan…

Sait Faik ABASIYANIK


                Senin oralarda sevişmeyeceğini, sevişemeyeceğini biliyorum. Aldırma sen, işinle ürettiklerinle seviş. Bu bedensel rahatlama olmasa da ruhsal rahatlamadır. Bu da haz verir. Sanat hazzı öyle bir hazdır ki, ileride pişman olacağın ilişkinin vereceği hazdan bin katı daha doyumludur. Sahilde başın yukarıda, elin şapkanın üzerinde, gözlerin ufuk çizgisinde, kısa süreli gittiğin kasabanın beton yollarında yürüyeceksin. Kendine bir yer seç o sahilde. Her gün uğra oraya. Yanında mutlaka ekmek olsun. Seni gören küçücük balıklar, sana önce hoş geldin diyecekler, sonra da teşekkür edecekler. Çünkü sen küçük küçük didiklediğin ekmek parçalarını onlara attığında, onlar senin elinden beslenmenin tadına varacak, her gün adını anacak ve geleceğin saati heyecanla bekleyerek, aynı günleri seninle paylaşacaklardır. Biliyorum, bir gün oradan ayrılıp yaşadığın şehre döneceksin. Ama dönmeden bir gün önce, yarın ve daha sonrasında orada olamayacağını onlara mutlaka söyle. O günden sonra seni boşuna beklemesinler. Çok üzülürler habersiz gittiğine…
                Dön evine çayını iç. Çizimlerine, tasarımlarına devam et. Hava kararsın ve mum ışığında akşam yemeğini iki kadeh şarap eşliğinde ye. Bu böyle devam edecek ve günlerin ritüele dönüşecek. Sonrasında da sayılı günler çabuk bitecek. Döndüğünde başka bir sen göreceğiz. Birçok artıyı kendisine yüklemiş sen… Sen huzurlu… Sen mutlu… Sen, sen daha başka… Bir gün seninle yiyeceğiz, verdiğimiz balık siparişi masamıza geldiğinde. Gülümseyen kocaman gözleri ile ağzından şu sözler dökülecek balığın:
“Biliyor musun beni beslediğin günlerde, her gün o anlamlı gözlerinle baktığın suyun derinliklerinde, bana attığın her ekmek parçasını büyük bir keyifle yedim. Gözlerinde çözümleyemediğim anlam ve derinlikler vardı. Göremedim… Gözlerinin içindeki parıltının ardındaki karanlık derinliğe girebilseydim, belki anlardım seni. Ama şimdi, tabağında bir akşam yemeği için sunulmuş bir tadım. İçtiğin suyun içinde yüzeceğim. Hazmettiğinde kanında olacağım. İşte ben o zaman ölümsüz olacağım. Dolaştığım her damarında seni daha iyi özümseyip, içinde ölümsüz olacağım. Yaşadığın her gün, sorduğun her sorunun cevabını gece rüyalarında sana anlatacağım. Verdiğin her lokmanın hakkını sana ödemeye çalışsam da bunu başaramayacağıma eminim. Beni denizden yakalayıp taa oralara getirdiklerinde, pişirip tabağına sunduklarında, çatal batırıp bıçağınla kestiğinde, küçük ağzınla beni sindire sindire yediğinde ve yuttuğunda ben ölmedim. Ben hala senin damarlarında küçük bir balık olarak yaşayacağım. Ben ne zaman öleceğim biliyor musun besleyenim? Sen öldüğünde…
                                                                                              ……..aracılığıyla, sana……