FOTOĞRAF: GÖRÇEK BEYOĞLU 1962
Benim hiç
oyuncağım olmadı (!) desem, inanır mısınız? Topu topu, dört tane. 1960’da,
dayım Almanya’dan yerde yürüyen, zaman zaman duran, kırmızı ışıkları siren
eşliğinde yanan bir oyuncak uçak getirmiş. Önceleri pili biter diye oynamama
izin verilmedi. Oynamama bazen izin verilirdi. Azıcık oynadıktan sonrada
bozulmasın diye bulamayacağım bir yere saklarlardı. Kıymetliydi. Almanya’dan
gelmişti. Kim bilir kaç Mark’tı? Onunla oynamaya, onu bozmaya hakkım yoktu. Dayım
sonraki gelişinde yine oyuncak getirdi; bu sefer tren. Lokomotifinin ardında üç
vagon, birbirine eklenen raylar üzerinde gidiyor, şansa bakın ki yine pilli. Hem
de altı tane pille çalışıyor. O zaman düşündüm ki bununla da hiç
oynayamayacaktım. Çünkü pilli idi. Ne zaman rayları ardı ardına ekleyemediğimi
gördüler, kutusuna koyup evin en yüksek dolabının en yüksek yerine koydular.
Ben trene bakıyorum, tren bana. Tıpkı öküzün şimendifere baktığı gibi bakıyorum;
uzanamadığıma. Anılarımda hiç yeri olmayan, görsel hafızamda asla hatırlayamadığım,
dedemin aldığı küçük bisiklet ve ileri geri sallanan, boyuma göre küçücük at.
Bir akşam atla sallanırken düşmüşüm. Dedem korkmuş, “Bu oğlan kafasını, gözünü
yaracak.” demiş. Ertesi gün sahibi olduğu torna atölyesinin deposuna götürmüş.
Bisikletle oynamama izin verilmiş. Ben salak gibi o bisikletten de düşünce,
torun sakat kalacak korkusuyla dedem tarafından doğru depoya götürülmüş;
tozlanmaya ve çürümeye terk edilmiş. Daha iki yaşlarındayım, bende denge nasıl
olsun ki? Uçakla treni hep hatırladım. At ile bisikleti ise asla
hatırlayamamıştım ta ki on beş yaşıma gelene kadar. Bir gün dedemin atölyesine
gittim; hem ona yardım edecektim hem de şu İsrailli kız arkadaşım hakkında
konuşacaktık. Artık o çok yaşlıydı, ona hastalığı da yakıştıramıyordum. O gün
nereden bilebilirim ki iki yıllık ömrü kaldığını. Depodan bir şey getirmemi
istedi. Depoya gittim. İstediği bir iki dişliyi ararken, tozlar içinde pas
tutmuş bir bisiklet (vespa motosiklet tipinde, kırmızı, arka tekerinin yanından
uzanmış iki denge tekeriyle) ve çürümüş kumaşının deliklerinden görünen
samanları ile beyaz olduğunu tahmin ettiğim, toza ve zamana yenik düşmüş bir at
gördüm. Şaşırdım. Bunlar kimindi ve burada ne arıyordu? Dişlileri aramayı
bırakarak, hemen aşağıya indim, dedeme sordum: “Yukarıdaki at ile bisiklet
kimin(?) dede.” Şaşkınlıkla yüzüme bakan dedemin yanaklarından yaşlar süzülmeye
başladı “Onlar senindi Ömer Lütfi.” dedi. O, hep iki adımla seslenirdi, çünkü
adını aldığım dedemdi. Hikâyesini anlattı ağlayarak. Ben de ağlamıştım ama
sevinçten. Çünkü dedem beni çok seviyordu ve bana asla bir şey olmasını
istemiyordu. Beni hep korurdu, en çokta babamdan. Ben onun ilk torunuydum ve
zürriyetinin devamıydım, onun için önemliydim. Beni korumak için saklamıştı,
atı ve bisikleti. O an babam ve annem geldi aklıma. Onlar beni sevdiklerinden
değil, pili bitmesin ve oyuncaklarım bozulmasın diye saklamışlardı treni ve
uçağı. Annem arada sırada oynamam için verirdi, treni veya uçağı. Ama babam, oynamam
için bana asla bir şey vermedi. Ömrü boyunca bana hiç oyuncak almadı, aldıysa
da hatırlamıyordum. Alsaydı hatırlardım mutlaka çünkü o gün benim için çok özel
olurdu. Hatta sınıf geçtiğimde bile bana bisiklet almadı. Şimdi diyeceksiniz ki
“Sınıfını geçtiğinde sana bisiklet almaya mecbur mu?”. Tabii mecbur değil. Peki,
sınıfını geçtiğinde kardeşime neden(?) bisiklet aldı ha neden? Sorarım size?
Onun için babam beni erken terk etti, dört yıl önce bu dünyadan gitmesine
rağmen.
Aklım ermeye el
yeteneğim gelişmeye başladığında, kendi oyuncağımı kendim yapmaya başladım.
Yetenekliydim çünkü ben Ömer Lütfi ustanın torunuydum, Nurettin ustanın, Sıtkı
ustanın yeğeniydim ama asla babamın oğlu olamadım. Biçimi uygun kalın dallardan
yaptığım tabanca, tüfek, sapan, ok ve yay. İnşaat demirini biçimlendirerek yaptığım
çemberim. Telden araba, makaralardan çeşitli düzenekler. İnşaatlardan çaldığım
tahtaları kesip biçerek yaptığım, dedemin verdiği rulmanları takarak sokaklarda
deli gibi gittiğim benim aracım. Hatta rulman sesinden rahatsız olan mahalledeki
kadınların babama şikâyetleri yüzünden bir araba dayak yediğim patenim.
Şimdilerde oyuncakçılarda satılan adına scooter denilen ve çocukların uğruna
dayak yemedikleri oyuncak. Ne garip değil mi, 40 yıl önce tüm mahallenin
çocuklarına yaptığım rulman üzerinde giden paten, 40 yıl sonra karşıma scooter
olarak çıktı. Oyuncak olarak yaptığım daha neler var neler. Ta ki büyüyüp
oyuncak çağımı geride bırakana dek bu böyle devam etti.
Evlendim,
çocuklarım oldu. Caner’e aldığım ilk oyuncak uçaktı. Sonra tren ve cismini
şimdi hatırlayamadığım daha birçok oyuncak. Ama aradan yirmi yedi yıl geçmesine
rağmen uçakla treni çok iyi hatırlıyorum. Sonra Cihan doğdu. Abisinden kalan
kırık dökük oyuncaklarla tanıştı. Hatta abisi kıskanmasın diye doğumundan iki
gün sonra evimize dönerken Aksaray alt geçidindeki oyuncakçıların birinden
kocaman, pedallı bir araba aldım. Kapıya geldiğimizde Cihan’ı arabanın içine
koyarak kapıyı çaldık. Paytak ayak seslerini duyduğumuz Caner anneannesinden
önce koşarak kapıyı açtı. Caner arabayı görünce içindekinin farkına bile
varamadı. Onu kardeşiyle tanıştırdık. Kardeşi dünyaya gelirken ona kocaman bir
araba getirmişti. Caner, o andan itibaren çocukların leylekler tarafından
dünyaya getirildiğine inanmadı. Ve inatla, çocukları dünyaya “ayabalay” getirir
tezini savundu. Büyüyene kadarda karşısına asla anti tez koyamadık. Kardeşler
birbirlerini kıskanmadan büyüdüler. Neredeyse beni dede yapacak yaşa geldiler
ama aralarında asla kıskançlık yok. Belki de var ama bana hissettirmiyorlar.
Peki, ben öylemi büyüdüm? Asla. Bütün çocukluğum kardeşimi kıskanmakla geçti ve
hâlâda kıskanırım. Babamın ve annemin yüzünden kıskanıyorum çünkü beni onlar
böyle yaptılar, elimde değil.
Şimdilerde
kendi oyuncağını kendi yapan çocuklar pek kalmadı. Bu tabii ki hayal gücüyle
sınırlıdır. Çocukların hayalleri teknolojik gelişmelerle değişti. Televizyon,
çocukların ilgi alanını değiştirdi. Bizler Adile teyzenin masallarını dinler, ders
alınası oyun gemisini ve eğitimimize katkısı olan çizgi filmler izlerken,
çocuklarımız; ne idüğü belirsiz, savaşmayı temel ilke sayan, kötülerin hep
güçlü olduğu karakterlerle bezenmiş, Amerikan ekolü, bana cinnet geçirten çizgi
filmlerle büyüyorlar. Aynı içeriklerle biçimlendirilen bilgisayar oyunlarını
oynuyorlar. Ve böyle filmlerin oyuncak tasarımları da ona göre oluyor. En küçük
oğlum Hazarcan Doğa’yı bu illetten kurtaramıyorum.
12 Eylül
sonrası değişmeye başlayan Türkiye’miz, ANAP iktidarıyla birlikte zincirlerini
kırdı ama farklı zincirler genç nesillerin önce ayaklarına dolandı, sonrada
beyinlerine. Türkiye hızla değişiyor, ithalat yolları hızla açılıyordu. İthalat
ile birlikte oyuncak dünyası da genişledi. Elektronik devreye girdi, oyuncağın
tarzı değişti. Şimdiki çocuklar şanslı mı şanssız mı bilmiyorum. Sanki biz
kendi ürettiğimiz oyuncaklarla çok daha mutluyduk. Sokakta çocuk kültürüne
uygun oyunlarımızla daha çok eğleniyorduk, bunu gözlemleyebiliyorum. Bizim
hayallerimizin sınırı yoktu. Şimdiki çocukların hayalleriyse, babalarının veya
annelerinin onlara ne alacakları ile sınırlı. Aslında bu da bir hayal değil,
sadece tahmin. Bunları sizlerle paylaşmayı düşündüğümde aklıma oyuncağın tarihi
takıldı. Günseli, o sırada İstanbul’daydı. Beni Oyuncak Müzesi’nden aradı.
Tamamen tesadüfî olan bu gelişme, konuyu iyice incelememe ve anılarımı
tazelememe yetti. Günseli de bir sürü doküman ve gözlemle döndü. Okuduğumda bir
kez daha anladım ki oyuncak çocuk için çok önemli. Benim için öyleydi.
Tarihçesinden de bu anlaşılıyor, yüz yıllar öncesine dayanan.
Ömer Lütfi BAKAN
OYUNCAĞIN
TARİHÇESİ
İngilizce’de
oyuncak anlamına gelen toy, Hollandaca’daki tuig (tauf okunur) sözcüğünden
türemiştir. Tuig, Hollanda dilinde alet anlamına gelmektedir. Gerçekten de, oyuncaklar
çocuklar için tasarlanmış aletler değil midir? Bu açıdan bakıldığında, oyuncak
için ‘alet’ tanımlaması uygun olmaktadır.
Tarihte bilinen
ilk oyuncaklar, Mısırlılara aittir. Arkeolojik kalıntılar, M.Ö. 5. yüzyılda,
Mısır’daki çocukların tahta atlarla oynadıklarını göstermektedir. M.Ö. 2.
yüzyılda ise Mısır’da çocukların topaç ve misketlerle oynadıkları
belirlenmiştir. Yine aynı dönemlere ait Firavun mezarlarında, oyuncak bebekler
bulunmuştur. Eski Yunan, Roma ve Çin’de de kilden yapılan fırınlanmış, hareketli
kol ve bacaklara sahip bebekler yapıldığı görülmektedir. El arabaları,
çemberler, çıngıraklar ve yo-yoları da ilk oyuncaklar arasında sayabiliriz.
Orta Çağlarda ise çocukların oyuncak silahlara ilgi duydukları tesbit
edilmiştir. El yapımı tahta atlar ve kuklalar ise sonradan ortaya çıkmıştır.
Oyuncakların
seri üretimi, 18. yüzyılda başlamıştır. Varlıklı aileler çocuklarına alfabe ve
haritalara ilişkin öğretici oyuncaklar almayı tercih ederlerken, dar gelirli
ailelerin çocukları ise daha basit ve daha eğlendirici oyuncakları tercih
etmişlerdir. Ünlü oyuncak fabrikaları, 1800’lü yılların sonlarında açılmıştır.
Oyuncakların tarihi incelendiğinde sırasıyla; tahta, kâğıt, preslenmiş karton,
teneke, yaylı-kurmalı, buharlı, elektrikli ve sonrada pilli oyuncaklar olarak
şekil değiştirdikleri görülür. 1800’lü yılların ortalarında üretilen ilk
konuşan bebekler, sadece ‘anne’ diyebiliyorlarken, günümüzdeki bebekler; adeta
sohbet edercesine birçok sözcüğü söyleyebilmekte ve bazı nesneleri, hatta
sahiplerini tanıyabilmektedirler. 19. yüzyılda, teknoloji ürünü buharlı
makineler, yanardöner fenerler, oyun küpleri ve kaleidoscope türü optik
oyuncaklar yaygınlaşmıştır.
1800’lü
yıllarda İngiltere’de başlayarak tüm dünyaya yayılan ve Endüstri Devrimi olarak
tanımlanan teknolojik, sosyo-ekonomik ve kültürel kalkınma hareketi, dünya
oyuncak pazarında da etkisini göstermiştir. Teneke oyuncaklar, bu dönemde
popüler olmuştur. Çocuklar teneke oyuncaklar arasında en fazla ilgiyi; gemiler,
denizaltılar, arabalar, uçaklar ve atlı arabalara göstermişlerdir.
İkinci Dünya
Savaşı sonrasında yaşanan ekonomik zorluklar ve ham madde sıkıntısı nedeniyle,
oyuncak pazarında bir durgunluk yaşandığı gözlemlenmektedir. Ne acıdır ki,
oyuncak atölyeleri, savaş yıllarında silah üretimi amacıyla kullanılmıştır. Bu
dönemde, genellikle evlerde üretilen, el yapımı oyuncaklar dikkat çekmektedir.
1800’lü yılların sonlarında, teneke oyuncaklarda, ‘lithograph’ adı verilen
renkli baskı tekniği kullanılmaya başlamıştır. 1970’li yıllarda, çocukların
güvenliği nedeniyle, teneke oyuncakların yerini plastik oyuncaklar almıştır.
Plastik oyuncaklar, düşük maliyeti ve paslanmaz özellikleriyle kısa zamanda
yaygınlaşmıştır. 20. yüzyılda ise sinema ve televizyonun etkisiyle sinema ve
çizgi film kahramanlarının oyuncakları üretilmiştir.
Yabancı
ülkelerde üretilen 20. yüzyıl oyuncaklarını aşağıdaki şekilde
sınıflandırabiliriz:
1) İkinci Dünya Savaşı öncesi
oyuncakları (1910-1939): Bu dönemde, özellikle teneke oyuncak üretiminde,
Almanya ön planda görülmektedir. Alman oyuncaklarını Amerika Birleşik
Devletleri, İngiltere ve Fransa’da üretilen oyuncaklar takip etmektedir.
Almanya’da Marklin ve Bing, ABD’de Marx ve Strauss, İngiltere’de Hornby ve Chad
Valley ve Fransa’da da Fernand Martin oyuncakları dönemin en ünlü markalarıdır.
2) İkinci Dünya Savaşı sonrası
oyuncakları (1945-1969): Savaşın bitiş tarihi ile 1950 yılları arasında
üretilen Alman oyuncaklarının üzerinde ‘Made in US Zone’ yazarken, 1950
sonrasında ‘Made in West Germany’ yazmaktadır. Savaş sonrasında yaşanan ekonomik
sıkıntıların aşılmasından sonra, Alman ve Japon oyuncak pazarında bir canlanma
olmuştur. Bu dönemde Japonya, ucuz fakat dayanıklı oyuncaklar üreten bir ülke
olarak dikkat çekmektedir. Bunlar arasında modern plastik malzemeden yapılmış
oyuncaklar bulunsa da, kurmalı ve pilli oyuncakların çoğunlukta olduğu görülür.
1922 yılından önce üretilen Japon oyuncaklarının üzerinde ‘Made in Nippon’
yazmaktadır. 1922 ile İkinci Dünya Savaşı arasında yapılan Japon oyuncaklarında
‘Made in Japan’ ve 1945 - 1952 yılları arasındaki ABD işgali döneminde ise
‘Made in Occupied Japan’ damgası bulunmaktadır.
3) Modern Çağ oyuncakları (1970
sonrası): Japonya, modern teknolojinin katkısıyla dünya oyuncak endüstrisinde
zirveye tırmanmış ve 1980’li yıllarda pazardaki yerini Hong Kong, Singapur,
Taiwan, Malezya ve son yıllarda da Çin’e devretmiştir. Günümüzde, ABD’de
satılan oyuncakların %75’i Çin’de üretilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder