21 Ekim 2016 Cuma

JEAN PAUL SARTRE




“Sonunda kendim olabilmek için değişiyorum.” (Jean Paul Sartre)
“Sen, kendi tanıdığın ben’le bendeki saklı ben arasında bir uzlaştırıcı ve bunun için de benim gözümde dünyadaki en değerli, en vazgeçilmez varlıktın. Sen beni, olduğum gibi, hayır, olmayı istediğim gibi, sağlam, dengeli ve yalın bir varlık olarak görebiliyordun.”
“Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.” (Dostoyevski)
“Savaş bir hastalık değildir. Savaş, katlanılmaz bir felakettir, çünkü insana insan eliyle gelir.”
Jean Paul Sartre, 20. asır Fransız aydını. Bernard Henry Levi, bir söyleşisinde kendisi için “ilk medyatik entelektüel” benzetmesini yapmıştır. Sartre'ı Sartre yapan, yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve varoluşçuluk kuramının ilgi çekiciliği değildir; kimi zaman eleştirilmek için kullanılan medyatik sıfatını almasının sebebi sergilediği aktif aydın tavırdadır. Sartre, içinde bulunduğu toplumun sorunlarıyla ilgilenmiş, bu sorunlara karşı sorumluluk hissetmiştir. ‘Aydınlar Üzerine’ adlı kitabında, aydını; “Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan ve küresel insan ve toplum kavramı adına kabullenmiş gerçeklerin ve bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan kişi.” olarak tarif etmiştir. Sartre, Fransa-Cezayir savaşında Fransa'nın haksızlığını haykıran nadir entelektüellerden biridir. Avrupa'nın sömürücü tavrını da büyük bir ustalıkla eleştirmiştir.
Fransa-Cezayir savaşında Cezayir'i savunduğu için gözaltına alınması üzerine eleştirdiği Charles de Gaulle: “Çabuk onu serbest bırakın. Ben tarihe Jean Paul Sartre'ı tutuklatan başbakan olarak geçmem!” demiş ve Sartre’ı “Sartre Fransa”dır diye tanımlamıştır.
“İnsan olmanın ilk koşulu, bir şiddet eylemine katılmayı dolaylı ya da dolaysız reddetmektir...”  (J.P. Sartre)



İnsan yaptığı davranışların toplamıdır.”
"Sanıyorlar ki korkak ya da kahraman olarak dünyaya gelir insan; anasından nasıl doğmuşsa öyle kalır, hiç değişmez. Neden böyle düşünüyorlar dersiniz? Neden olacak, işlerine gelmiyor da ondan: Öyle ya korkak doğmuşsanız suç sizin mi? Bu durumda kim ne diyebilir size? Hiç kimse! Onun için üzülmeyin yaşamanıza bakın. Öte yandan kahraman doğmuşsanız yine kimse suçlayamaz sizi, üstünüze toz konduramaz. İçiniz rahat etsin, ölünceye değin kahraman kalacaksınız. Kahraman gibi yiyecek, kahraman gibi içeceksiniz! "
Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) denince ilk akla gelen isimlerdendir Sartre. Der ki, ”İnsan tanımlanmamış olarak doğar ve ardından tüm yaşantısı, onun seçimlerine ve isteklerine bağlı olarak oluşur.” Varoluşçuluk’a göre insan hayatı seçimlerden ibarettir. Ne yapıp ne yapmayacağına, ne olup ne olmayacağına sadece insanın kendisi karar verir. Bu demektir ki insan yapamadıklarından da sorumludur. İnsan her şeyden bağımsızdır. Toplum yargılarına göre hareket etmemekte her şey gibi seçime dâhildir. “İnsan yaptığı davranışların toplamıdır.” der Sartre. Hayattaki başarısızlıklarının sorumluluğunun kendisinde olması, çoğu insanın yüzleşmekten kaçtığı bir gerçektir. Çoğu zaman insan yaşadıklarının sorumluluğunu başkalarına bırakmayı ve kendisine edilgen bir rol seçmeyi tercih eder. Sartre bunu insanın kendini kandırması olarak adlandırır ve insanın kendini kandırmasını, özgürlükten kaçmasını şöyle açıklar: “... Kalıcı bir karaktere ve belirgin bir sosyal statüye sahip olduğumuzu düşünerek sorumluluktan kaçıyoruz. Bu tip tanımlamalar, kendimizi bir şeyi yapamayacağımız konusunda kandırmamıza, sorgulanabilir şeylerden ve tanımın dışında kalanlardan kaçmamıza yardım etmektedir…”



İnsanlar kendini kandırmaya çalışır, çünkü içinde bulundukları hayata böyle katlanabilirler ve seçimlerinin sorumluluğunu almamak çoğu insanın bilinçli ya da bilinçsiz tercihidir. ”Şartlar elverişli değildi, yoksa ben daha iyisine layıktım. Büyük bir aşk, büyük bir dostluk yaşamadım, öyle birine rastlamadım.” Varoluşçuluk der ki; gerçekleşenden başka aşk yok, yaşanandan başka hayat yok. Hayatta başarılı olamayan insanlar için yüzleşmesi pek sert bir öğretidir bu.
Hayatın kendi seçimlerinden oluştuğu, bütün yükün kişinin kendi omzunda olduğu fikri insana ağır bir sorumluluk duygusu verir. Bu sorumluluk duygusu Sartre’ın pek çok bahsettiği bulantı hissine neden olur. Bu noktada varoluşçuluk, kötümserlikle, karamsarlıkla itham edilmektedir. Sartre’ın eserlerindeki kahramanlarda egemen olan karamsarlığın varoluşçuluk felsefesini yansıttığı iddia edilse de, karakterlerin yaşamlarının sorumluluğunu almaktan kaçmasından dolayı yaşadığı karamsarlık anlatılmaktadır.
Varoluşçuluk, insanın seçim yapmakta zorlanmasına neden olacağı ve hayatını olumsuz etkileyeceği iddiasıyla eleştirilmiştir. Fakat Sartre bunun aksini iddia etmektedir. Sartre bu durumu meydan savaşı yöneten komutan örneğiyle açıklar. Meydan savaşında yapılan ufak bir taktik değişikliği, savaşın kazanılmasına ya da kaybedilmesine sebep olabilir. Bunu bilen komutan, omzuna yüklenen ağır sorumluluğun bulantısıyla hareketsizlik yaşamaz. Aksine hata yapmamak için elinden geleni yapar. Aslında varoluşçuluğun yargılanan ve eleştirilen yanı kötümserliği değil, iyimser sertliğidir. O, insanın kaderinin kendi elinde olduğunu gösterir.  Yaşamın bize sunduklarını değil, yaptığımız seçimleri yaşarız der. Sartre, varoluşçuluğa mal edilen karamsarlığı kabul etmez; çünkü insanın hayatı üzerinde bir etkisi olmadığını düşünmesi boş vermişlik ve umutsuzluğa neden olurken, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak bu boş vermişliği ve karamsarlığı önleyecektir. Bir şey olup olmamak, senin elinde der, bu yönüyle de insanı nesneleştiren ve önceden belirlenmiş tepkilerin sonucu gören materyalizmden ayrılır. Hümanist bir nitelik kazanır.



“… İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sartre 1964 Nobel’i’ diye atmak aynı şey değildir.”
Bazı internet sitelerinde Nobel ödüllü yazar olarak tanıtılsa da,  “Les Mots” adlı eseriyle kendisine verilmek istenen Nobel ödülünü reddetmiştir. Nobel ödülünü neden reddettiğini açıklayan mektubu ise Sartre’ı ve felsefesini özetlemektedir.
“… Hadisenin bir skandal niteliği almasından üzgünüm; bir ödül verilmiş, ben reddediyorum. Sebep, hazırlıktan vaktinde haberdar edilmeyişimdir… Doğrusu, Nobel Ödülü'nün seçilenin fikri alınmadan verilmediğini bilmiyor ve vaktinde harekete geçtiğimi sanıyordum. Ama bir seçim yapan akademinin, sözünden dönemeyeceğini şimdi anlıyorum. Ödülü reddediş sebeplerim İsveç Akademisi’yle ya da Nobel Ödülü’yle doğrudan doğruya ilgili değildir. Bunu, akademiye yazdığım mektupta da belirttim. İki sebep üzerinde durdum; şahsi olanlar ve objektif sebepler. Şahsi sebeplerim şunlar: … Bu tutumun temelinde benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kâğıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı “Jean Paul Sartre” olarak atmakla, “Jean Paul Sartre 1964 Nobel’i" diye atmak aynı şey değildir, diyorum. … Objektif sebeplerimi de şöyle sıralayabilirim: Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, doğu ve batı kültürlerinin bir arada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum, bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın zorunlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim, ama bu karşılaşma, işe müesseseleri karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler arasında olmalıdır diyorum. Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum; ben, bu çelişmelerden yapılmışım. Gönlüm inkâr edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle doğu bloğundan yanadır; ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. Bu durumum, iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin tümüyle işbirliği etmemi kolaylaştırıyor. Böyle de olsa, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım. … Nitekim Nobel, günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görülmektedir. Mesela, Güney Amerika’nın en büyük şairlerinden biri olan Pablo Neruda, ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Cezayir savaşı günlerinde, “121'ler Beyannamesi”ni imzaladığımız sırada verilseydi, Nobel'i sevinçle kabul ederdim, zira o zaman bu mükâfat sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete de şeref kazandıracaktı. Ama bu olmadı ve ben, savaş bittikten sonra ödüle layık görüldüm.
... Ödülü geri çevirmeyi, kabul etmekten daha az tehlikeli buluyorum. Kabul etmekle, “bağımsızlıktan taviz verme” diyebileceğim bir sonucu da benimsemiş olurdum.
Bitirmeden, para meselesine de değinmek isterim. Seçimine çok büyük bir para ödülü de eklemekle, akademi, seçtiğinin omuzlarını çökertecek bir yük daha ilave etmiş olmaktadır; bu, hadisenin beni ayrıca rahatsız eden yanı oldu... 250.000 Kuron’u geri çeviriyorum, çünkü Doğu'da olsun, Batı'da olsun müesseseleştirilmek istemiyorum... Bu açıklamayı İsveç halkına sevgilerimi ileterek bitirmek isterim.”
Jean Paul Sartre

“Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister... Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu...” (Bulantı)ftwsuffftwsuff

ÖMER L. BAKAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder