“Sonunda kendim olabilmek için değişiyorum.” (Jean
Paul Sartre)
“Sen, kendi tanıdığın ben’le bendeki saklı ben arasında bir uzlaştırıcı
ve bunun için de benim gözümde dünyadaki en değerli, en vazgeçilmez varlıktın.
Sen beni, olduğum gibi, hayır, olmayı istediğim gibi, sağlam, dengeli ve yalın
bir varlık olarak görebiliyordun.”
“Her insan herkes karşısında her şeyden
sorumludur.” (Dostoyevski)
“Savaş bir hastalık değildir. Savaş, katlanılmaz bir felakettir, çünkü
insana insan eliyle gelir.”
Jean Paul Sartre, 20. asır Fransız
aydını. Bernard Henry
Levi, bir söyleşisinde kendisi için “ilk medyatik entelektüel” benzetmesini yapmıştır.
Sartre'ı Sartre yapan, yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve varoluşçuluk
kuramının ilgi çekiciliği değildir; kimi zaman eleştirilmek için kullanılan
medyatik sıfatını almasının sebebi sergilediği aktif aydın tavırdadır. Sartre,
içinde bulunduğu toplumun sorunlarıyla ilgilenmiş, bu sorunlara karşı
sorumluluk hissetmiştir. ‘Aydınlar Üzerine’ adlı kitabında, aydını; “Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu
sokan ve küresel insan ve toplum kavramı adına kabullenmiş gerçeklerin ve
bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan kişi.” olarak
tarif etmiştir. Sartre, Fransa-Cezayir savaşında Fransa'nın haksızlığını
haykıran nadir entelektüellerden biridir. Avrupa'nın sömürücü tavrını da büyük
bir ustalıkla eleştirmiştir.
Fransa-Cezayir savaşında Cezayir'i
savunduğu için gözaltına alınması üzerine eleştirdiği Charles de Gaulle:
“Çabuk onu serbest bırakın. Ben tarihe
Jean Paul Sartre'ı tutuklatan başbakan olarak geçmem!” demiş ve Sartre’ı “Sartre Fransa”dır diye tanımlamıştır.
“İnsan olmanın ilk koşulu, bir şiddet eylemine katılmayı
dolaylı ya da dolaysız reddetmektir...” (J.P. Sartre)
“İnsan
yaptığı davranışların toplamıdır.”
"Sanıyorlar ki korkak ya da kahraman olarak dünyaya
gelir insan; anasından nasıl doğmuşsa öyle kalır, hiç değişmez. Neden böyle
düşünüyorlar dersiniz? Neden olacak, işlerine gelmiyor da ondan: Öyle ya korkak
doğmuşsanız suç sizin mi? Bu durumda kim ne diyebilir size? Hiç kimse! Onun
için üzülmeyin yaşamanıza bakın. Öte yandan kahraman doğmuşsanız yine kimse
suçlayamaz sizi, üstünüze toz konduramaz. İçiniz rahat etsin, ölünceye değin
kahraman kalacaksınız. Kahraman gibi yiyecek, kahraman gibi içeceksiniz! "
Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) denince
ilk akla gelen isimlerdendir Sartre. Der ki, ”İnsan tanımlanmamış olarak doğar ve ardından tüm yaşantısı, onun
seçimlerine ve isteklerine bağlı olarak oluşur.” Varoluşçuluk’a göre insan
hayatı seçimlerden ibarettir. Ne yapıp ne yapmayacağına, ne olup ne
olmayacağına sadece insanın kendisi karar verir. Bu demektir ki insan
yapamadıklarından da sorumludur. İnsan her şeyden bağımsızdır. Toplum
yargılarına göre hareket etmemekte her şey gibi seçime dâhildir. “İnsan yaptığı davranışların toplamıdır.”
der Sartre. Hayattaki başarısızlıklarının sorumluluğunun kendisinde olması,
çoğu insanın yüzleşmekten kaçtığı bir gerçektir. Çoğu zaman insan
yaşadıklarının sorumluluğunu başkalarına bırakmayı ve kendisine edilgen bir rol
seçmeyi tercih eder. Sartre bunu insanın kendini kandırması olarak adlandırır
ve insanın kendini kandırmasını, özgürlükten kaçmasını şöyle açıklar: “... Kalıcı bir karaktere ve belirgin bir sosyal
statüye sahip olduğumuzu düşünerek sorumluluktan kaçıyoruz. Bu tip
tanımlamalar, kendimizi bir şeyi yapamayacağımız konusunda kandırmamıza,
sorgulanabilir şeylerden ve tanımın dışında kalanlardan kaçmamıza yardım
etmektedir…”
İnsanlar kendini kandırmaya çalışır,
çünkü içinde bulundukları hayata böyle katlanabilirler ve seçimlerinin sorumluluğunu
almamak çoğu insanın bilinçli ya da bilinçsiz tercihidir. ”Şartlar elverişli değildi,
yoksa ben daha iyisine layıktım. Büyük bir aşk, büyük bir dostluk yaşamadım,
öyle birine rastlamadım.” Varoluşçuluk der ki; gerçekleşenden başka aşk yok, yaşanandan
başka hayat yok. Hayatta başarılı olamayan insanlar için yüzleşmesi pek sert
bir öğretidir bu.
Hayatın kendi seçimlerinden oluştuğu,
bütün yükün kişinin kendi omzunda olduğu fikri insana ağır bir sorumluluk
duygusu verir. Bu sorumluluk duygusu Sartre’ın pek çok bahsettiği bulantı hissine neden olur. Bu noktada
varoluşçuluk, kötümserlikle, karamsarlıkla itham edilmektedir. Sartre’ın
eserlerindeki kahramanlarda egemen olan karamsarlığın varoluşçuluk felsefesini
yansıttığı iddia edilse de, karakterlerin yaşamlarının sorumluluğunu almaktan kaçmasından
dolayı yaşadığı karamsarlık anlatılmaktadır.
Varoluşçuluk, insanın seçim yapmakta
zorlanmasına neden olacağı ve hayatını olumsuz etkileyeceği iddiasıyla
eleştirilmiştir. Fakat Sartre bunun aksini iddia etmektedir. Sartre bu durumu
meydan savaşı yöneten komutan örneğiyle açıklar. Meydan savaşında yapılan ufak
bir taktik değişikliği, savaşın kazanılmasına ya da kaybedilmesine sebep
olabilir. Bunu bilen komutan, omzuna yüklenen ağır sorumluluğun bulantısıyla hareketsizlik
yaşamaz. Aksine hata yapmamak için elinden geleni yapar. Aslında varoluşçuluğun
yargılanan ve eleştirilen yanı kötümserliği değil, iyimser sertliğidir. O,
insanın kaderinin kendi elinde olduğunu gösterir. Yaşamın bize sunduklarını değil, yaptığımız
seçimleri yaşarız der. Sartre, varoluşçuluğa mal edilen karamsarlığı kabul
etmez; çünkü insanın hayatı üzerinde bir etkisi olmadığını düşünmesi boş
vermişlik ve umutsuzluğa neden olurken, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak bu boş
vermişliği ve karamsarlığı önleyecektir. Bir şey olup olmamak, senin elinde der,
bu yönüyle de insanı nesneleştiren ve önceden belirlenmiş tepkilerin sonucu
gören materyalizmden ayrılır. Hümanist bir nitelik kazanır.
“… İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak
atmakla, ‘Jean Paul Sartre 1964 Nobel’i’ diye atmak aynı şey değildir.”
Bazı internet sitelerinde Nobel ödüllü yazar
olarak tanıtılsa da, “Les Mots” adlı
eseriyle kendisine verilmek istenen Nobel ödülünü reddetmiştir. Nobel ödülünü
neden reddettiğini açıklayan mektubu ise Sartre’ı ve felsefesini
özetlemektedir.
“… Hadisenin bir skandal niteliği
almasından üzgünüm; bir ödül verilmiş, ben reddediyorum. Sebep, hazırlıktan
vaktinde haberdar edilmeyişimdir… Doğrusu, Nobel Ödülü'nün seçilenin fikri
alınmadan verilmediğini bilmiyor ve vaktinde harekete geçtiğimi sanıyordum. Ama
bir seçim yapan akademinin, sözünden dönemeyeceğini şimdi anlıyorum. Ödülü
reddediş sebeplerim İsveç Akademisi’yle ya da Nobel Ödülü’yle doğrudan doğruya
ilgili değildir. Bunu, akademiye yazdığım mektupta da belirttim. İki sebep
üzerinde durdum; şahsi olanlar ve objektif sebepler. Şahsi sebeplerim şunlar: …
Bu tutumun temelinde benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset,
topluluk ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak
kendi imkânlarını, yani kalemini ve kâğıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her
paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum.
İmzamı “Jean Paul Sartre” olarak atmakla, “Jean Paul Sartre 1964 Nobel’i"
diye atmak aynı şey değildir, diyorum. … Objektif sebeplerimi de şöyle
sıralayabilirim: Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, doğu ve batı
kültürlerinin bir arada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen
sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum, bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın
zorunlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim, ama bu
karşılaşma, işe müesseseleri karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler
arasında olmalıdır diyorum. Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda
olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum; ben, bu çelişmelerden yapılmışım. Gönlüm
inkâr edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle doğu bloğundan yanadır;
ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. Bu durumum,
iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin tümüyle işbirliği etmemi kolaylaştırıyor.
Böyle de olsa, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım. … Nitekim
Nobel, günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen
bir ödül olarak görülmektedir. Mesela, Güney Amerika’nın en büyük şairlerinden
biri olan Pablo Neruda, ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu
halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Cezayir savaşı günlerinde,
“121'ler Beyannamesi”ni imzaladığımız sırada verilseydi, Nobel'i sevinçle kabul
ederdim, zira o zaman bu mükâfat sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete
de şeref kazandıracaktı. Ama bu olmadı ve ben, savaş bittikten sonra ödüle
layık görüldüm.
... Ödülü geri çevirmeyi, kabul etmekten
daha az tehlikeli buluyorum. Kabul etmekle, “bağımsızlıktan taviz verme”
diyebileceğim bir sonucu da benimsemiş olurdum.
Bitirmeden, para meselesine de değinmek
isterim. Seçimine çok büyük bir para ödülü de eklemekle, akademi, seçtiğinin
omuzlarını çökertecek bir yük daha ilave etmiş olmaktadır; bu, hadisenin beni
ayrıca rahatsız eden yanı oldu... 250.000 Kuron’u geri çeviriyorum, çünkü
Doğu'da olsun, Batı'da olsun müesseseleştirilmek istemiyorum... Bu açıklamayı
İsveç halkına sevgilerimi ileterek bitirmek isterim.”
Jean Paul Sartre
“Birini
sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister,
körlük ister... Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden
sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu...” (Bulantı)
ÖMER L. BAKAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder