20.yy’da Amerika’da resim
sanatını değiştirmiş, soyut dışavurumcu akımın öncüsü olmuş bir ressamın Tate
Galeri’sindeki retrospektif toplu sergisini kaçırmak istemeyecek birkaç Londra
yolcusu için yazıyorum bu yazıyı veya bu yazıda bahsi geçen sanatçının
hayatını merak edecek ve bu hayatın bizim hayatımızla kesiştiği noktaları
yüreğinde hissedebilecek okuyucular için…
21 Temmuz 1948'de New York'un
banliyölerinden birinde bir atölyede kendini asmış olarak bulunduğunda 46
yaşındaydı Arshile Gorki. Bıraktığı kâğıtta 'elveda sevdiklerim' diyordu. Ve
Jackson Pollock, de Kooning gibi modern resim ustalarına öncülük etmiş ve
Amerika'da modern resimde yeni bir yüzyılı başlatmış bu büyük ressam 1902
yılında Van gölü kıyısında bugünkü Gevaş sınırlarındaki bir sahil köyünde
Vostanig Manoog Adoyan olarak doğmuştu. Sahilde çocukken çizdiği şekillerde
uzun uzun kalakalırmış etraftaki köylüler. Yıllarca birbirlerine
anlatadurmuşlar bu çocuğun duvarlara, kumlara çizdiği şekilleri. Yoksulluk
dayanılmaz bir hale gelince küçük Vostanig'in babası annesini ve kız kardeşini
bırakarak Amerika'ya göçmüş 1910 yılında. 1915 yılında ise hala izlerini
gölgemiz gibi taşıdığımız, hayaletimiz haline gelmiş bir karanlık dönemden
kaçabilmek için Vostanig annesi ve kız kardeşiyle Sovyetler Birliği'ne,
Erivan'a giderler. 1919 yılında açlık anneyi alır götürür bu dünyadan ve iki
kardeş babalarını bulmak üzere 1920 yılında o zamanki adıyla
Konstantinopolis üstünden Atina'ya geçer ve gemiyle New York'a giderler.
Babayla yaşadığı birkaç yıl sonrasında Vostanig kendi dünyasını kendi
kurmaya başlar ve önce babasını sonra adını terk eder ve çok sevdiği Rus yazar
Gorki'nin ismini alır kendine. New York'un bohem yaşantısında şehrin en ilgi
çeken gençlerinden biri olmuştu ama doğduğu yıldan doğduğu yere kadar sürekli
değiştirdiği hayat hikâyesiyle tam bir bilinmezdi birçok kişi için. Örneğin
Londra'daki sergide de gördüğümüz bir dizi resmine verdiği Khorkum isminin
kurmaca bir başlık olduğunu düşünmüştü eleştirmenler. Oysa yıllar sonra bunun o
Van Gölü kıyısındaki doğduğu köy olduğu çıktı ortaya. Bazen bile isteye, bazen
istemeden ama kendi kurduğu yapmaca yüzünden kendine ait birçok şeyi inkâr
etmek zorunda kalan bu sancılı adamın acısını anlamamak mümkün mü? Ne annesi,
ne babası, ne köyü ne de ülkesi vardı artık. Yıllarca insanlar, yazar
Gorki'nin yeğeni ve Soçi doğumlu olarak bildiler bu uzun boylu posbıyıklı esmer
Anadolulu delikanlıyı. Taa ki 1932 yılında yaptığı bir resme kadar; taburede
oturan başörtülü bir anne ve onun yanında 10 yaşlarında ayakta bir erkek çocuğu
tablosu. Bu resim Van'dan kaçmadan önce annesiyle çektirdikleri ve yıllar sonra
New York'da bulduğu eski bir fotoğrafın yağlıboya çalışmasıydı. Ve bir
süre aynı temaya farklı versiyonlarla devam etti. Ama hikâyenin en
gerçek yanı, bu resmin, başlarına gelen trajedilerle yüzleşme ifadesinden
ziyade, kendi geçmişiyle ikonik bir barışma töreninin dışavurumu olmasıydı.
Artık annesi vardı, doğduğu köy tekrar hayatındaydı Gorki'nin. İsmi ve Ermeniliği
hariç... Sözünü ettiğimiz bu anne-çocuk portrelerinden bir tanesi Londra'daki
galeriye girince tam karşımızda bizi bekliyor, derinden derine içimize akıyor
ve alabildiğince sorguluyor. Kaybolmuş hayatlar, kaybolmuş
hayaller karşımızda duran. Hangi oğul yaralanmaz bundan, hangi anne
duyarsız kalabilir bu ayrılıklara; bitmeyen ve bitmeyecek ayrılıklara. Ve
serginin bir başka dokunaklı resmi de sanırım ' mutfak önlüğü '
isimli çalışma. Vasdonig küçükken başını annesinin önlüğüne dayarmış
ve önlüğün renkleri ve kokuları arasında kendi hikâyelerini hayal edermiş.
Annesinin elleri, çocuğunun başını önlüğüne bastırdıkça Vastonig’in dalıp
gitmesi uzar ve öylece kalakalırmış. Bu önlüğün portresinde anne kokusunu, nasırlı
ellerin sıcaklığını ve yitmiş gitmiş bir çocukluk ülkesinin son izlerini
görüyoruz. Ve bu çalışmanın Gorki'nin, Cezanne, Picasso ve Miro etkisinden
sıyrılıp, kendi özgünlüğünü kurmaya başladığı ilk resimlerinden, biri olduğunu
öğreniyoruz.
1948 yılına gelindiğinde stüdyosunda
büyük bir yangın sonucu son yaptığı eserlerin önemli bir kısmı yanmış, kansere
yakalanmış, karısı ve çocukları evi terk etmiş ve bir araba kazasında boynunu
çeviremeyecek hale gelmişti.
“Elveda sevdiklerim…”
Evet,
kendini asmış olarak bulduklarında bu not kâğıdı duruyordu masada. Tam da
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünyanın yaratıcısı rolüne soyunmuş, soğuk
savaş yıllarının özgür iradeli ve bağımsız kafalı iddiasındaki
Amerika'nın genç ve yeni şampiyonlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde bırakıp
gitmesi hiç de hoş olmamıştı Amerikalı sanat çevreleri ve politikacıları için.
Yaşarken benimseyemediği yurttaşlığını, ölürken ayarlayamadığı zamansızlıkla
bir kez daha reddetmişti. Amerika'nın sesi olamayacaktı maalesef.(?) Bir kez
daha vatansız, bir kez daha kimliksizdi…
Levent
KURUMLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder