9 Mart 2017 Perşembe

“ELVEDA SEVDİKLERİM…”





20.yy’da Amerika’da resim sanatını değiştirmiş, soyut dışavurumcu akımın öncüsü olmuş bir ressamın Tate Galeri’sindeki retrospektif toplu sergisini kaçırmak istemeyecek birkaç Londra yolcusu için yazıyorum bu yazıyı veya bu yazıda bahsi geçen sanatçının hayatını merak edecek ve bu hayatın bizim hayatımızla kesiştiği noktaları yüreğinde hissedebilecek okuyucular için… 




21 Temmuz 1948'de New York'un banliyölerinden birinde bir atölyede kendini asmış olarak bulunduğunda 46 yaşındaydı Arshile Gorki. Bıraktığı kâğıtta 'elveda sevdiklerim' diyordu. Ve Jackson Pollock, de Kooning gibi modern resim ustalarına öncülük etmiş ve Amerika'da modern resimde yeni bir yüzyılı başlatmış bu büyük ressam 1902 yılında Van gölü kıyısında bugünkü Gevaş sınırlarındaki bir sahil köyünde Vostanig Manoog Adoyan olarak doğmuştu. Sahilde çocukken çizdiği şekillerde uzun uzun kalakalırmış etraftaki köylüler. Yıllarca birbirlerine anlatadurmuşlar bu çocuğun duvarlara, kumlara çizdiği şekilleri. Yoksulluk dayanılmaz bir hale gelince küçük Vostanig'in babası annesini ve kız kardeşini bırakarak Amerika'ya göçmüş 1910 yılında. 1915 yılında ise hala izlerini gölgemiz gibi taşıdığımız, hayaletimiz haline gelmiş bir karanlık dönemden kaçabilmek için Vostanig annesi ve kız kardeşiyle  Sovyetler Birliği'ne, Erivan'a giderler. 1919 yılında açlık anneyi alır götürür bu dünyadan ve iki kardeş babalarını bulmak üzere 1920 yılında  o zamanki adıyla Konstantinopolis üstünden Atina'ya geçer ve gemiyle New York'a giderler. 
Babayla yaşadığı birkaç yıl sonrasında Vostanig kendi dünyasını kendi kurmaya başlar ve önce babasını sonra adını terk eder ve çok sevdiği Rus yazar Gorki'nin ismini alır kendine. New York'un bohem yaşantısında şehrin en ilgi çeken gençlerinden biri olmuştu ama doğduğu yıldan doğduğu yere kadar sürekli değiştirdiği hayat hikâyesiyle tam bir bilinmezdi birçok kişi için. Örneğin Londra'daki sergide de gördüğümüz bir dizi resmine verdiği Khorkum isminin kurmaca bir başlık olduğunu düşünmüştü eleştirmenler. Oysa yıllar sonra bunun o Van Gölü kıyısındaki doğduğu köy olduğu çıktı ortaya. Bazen bile isteye, bazen istemeden ama kendi kurduğu yapmaca yüzünden kendine ait birçok şeyi inkâr etmek zorunda kalan bu sancılı adamın acısını anlamamak mümkün mü? Ne annesi, ne babası, ne köyü ne de ülkesi vardı artık. Yıllarca insanlar,  yazar Gorki'nin yeğeni ve Soçi doğumlu olarak bildiler bu uzun boylu posbıyıklı esmer Anadolulu delikanlıyı. Taa ki 1932 yılında yaptığı bir resme kadar; taburede oturan başörtülü bir anne ve onun yanında 10 yaşlarında ayakta bir erkek çocuğu tablosu. Bu resim Van'dan kaçmadan önce annesiyle çektirdikleri ve yıllar sonra New York'da bulduğu eski bir fotoğrafın yağlıboya çalışmasıydı. Ve bir süre aynı temaya farklı versiyonlarla devam etti. Ama hikâyenin en gerçek yanı, bu resmin, başlarına gelen trajedilerle yüzleşme ifadesinden ziyade, kendi geçmişiyle ikonik bir barışma töreninin dışavurumu olmasıydı. Artık annesi vardı, doğduğu köy tekrar hayatındaydı Gorki'nin. İsmi ve Ermeniliği hariç... Sözünü ettiğimiz bu anne-çocuk portrelerinden bir tanesi Londra'daki galeriye girince tam karşımızda bizi bekliyor, derinden derine içimize akıyor ve alabildiğince sorguluyor. Kaybolmuş hayatlar,  kaybolmuş hayaller karşımızda duran. Hangi oğul yaralanmaz bundan, hangi anne duyarsız kalabilir bu ayrılıklara; bitmeyen ve bitmeyecek ayrılıklara. Ve serginin bir başka dokunaklı resmi de sanırım ' mutfak önlüğü ' isimli çalışma. Vasdonig küçükken başını annesinin önlüğüne dayarmış ve önlüğün renkleri ve kokuları arasında kendi hikâyelerini hayal edermiş. Annesinin elleri, çocuğunun başını önlüğüne bastırdıkça  Vastonig’in dalıp gitmesi uzar ve öylece kalakalırmış. Bu önlüğün portresinde  anne kokusunu, nasırlı ellerin sıcaklığını ve yitmiş gitmiş bir çocukluk ülkesinin son izlerini görüyoruz. Ve bu çalışmanın Gorki'nin, Cezanne, Picasso ve Miro etkisinden sıyrılıp, kendi özgünlüğünü kurmaya başladığı ilk resimlerinden, biri olduğunu öğreniyoruz.




1948 yılına gelindiğinde stüdyosunda büyük bir yangın sonucu son yaptığı eserlerin önemli bir kısmı yanmış, kansere yakalanmış, karısı ve çocukları evi terk etmiş ve bir araba kazasında boynunu çeviremeyecek hale gelmişti.
“Elveda sevdiklerim…”



Evet, kendini asmış olarak bulduklarında bu not kâğıdı duruyordu masada. Tam da İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünyanın yaratıcısı rolüne soyunmuş, soğuk savaş yıllarının özgür iradeli ve bağımsız kafalı iddiasındaki  Amerika'nın genç ve yeni şampiyonlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde bırakıp gitmesi hiç de hoş olmamıştı Amerikalı sanat çevreleri ve politikacıları için. Yaşarken benimseyemediği yurttaşlığını, ölürken ayarlayamadığı zamansızlıkla bir kez daha reddetmişti. Amerika'nın sesi olamayacaktı maalesef.(?) Bir kez daha vatansız, bir kez daha kimliksizdi…

                                                                                                         

Levent KURUMLU

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder