14 Mart 2017 Salı

"ALDATTIM SENİ"





Şaşırma!  
Buz gibi bir gerçek bu,
Aldattım seni.
Hem de hiç gözümü kırpmadan aldattım…
Önce düşündüm senin yerine kimi koyabilirim diye. Uzun sürmedi. O gün senin yerine birini koydum. Tenini paylaştığım kimdi senin teninde? Kimi öptüm dudaklarından senin dudaklarında? Kimi okşadım da o an için unuttum seni? Kimdi kulağına fısıldadığım aşk sözcükleriyle gözleri parlayan kadın? Ben mi hak etmiştim onu yoksa sen mi beni itmiştin ona?
Hatırlamıyorum…
Ama bil ki aldattım seni. Çok ama çok eminim bundan. Bu, senin bendeki yokluğun kadar acı bir gerçek. Belki de kendimle bir hesaplaşmaydı bu. Sana bu kadar değer vermem doğrumuydu, bilmiyorum. Seni sensiz yaşadım uzun zamandır. Sıcak bir elin tenime dokunuşu iyi gelir diye düşündüm. Hani bazı anlar çaresiz kalırda tutunabileceğin ilk ele sarılırsın ya umutla, işte öyle. Bu da öyle bir şeydi işte. Çaresizliğim son bulacaktı ya da öyle olacağını umdum. Tenine dokunamama özlemim bitecekti sanki. Hayata tekrar sevgi dolu gözlerle bakacaktım, bunun için dokundum o tene.
Açtım hem de çok aç.
Yanlış anlama!
Tenine değil, sana açtım.
Gözleri…  Belki senin gözlerine benziyordu. Bu yüzden mi seni onda görmüştüm, bilmiyorum. Yoksa adı… Belki de senin adına benziyordu, bilmiyorum. Belki de sesi… Sanki hiç yabancı gelmiyordu, bilmiyorum. Elindeki kadehi dudaklarına götürürken göz göze gelmiştik onunla. Belki de senin gibi içiyordu, bilmiyorum. Orada öylece bakakaldık birbirimize. Sonrasında saatlerce konuştuk hiç sıkılmadan. Ne konuştuk, onu da bilmiyorum. Yoksa… Yoksa senimi anlattım ona? Hayır. Sarhoş değildim. Çünkü içmenin çare olmadığını biliyorum. Zaten içki uzun süredir de etki etmiyor bana. Saatlerce, günlerce hatta aylarca içsem bile devrilmiyorum. Dimdik ayaktayım. Devrilen sadece şişeler, kadehler, masalar. Ben yine ayaktayım.
Ne yaptın sen bana?
Seni ne zaman unutmak istesem, daha da kazınıyorsun beynime, yüreğime, ruhuma. İşte bu yüzden… Bu yüzden her şeyin farkındayım. Unutamıyorum, olmuyor işte. Sana bunu bu kadar kolay söyleyebileceğimi sanmıyordum. Aldattım seni! Yıllardır hiç kimsenin kalbime girmesine izin vermeyen ben, bu gece hiç tanımadığım bir kadına nasıl teslim ettim kendimi, şaşıyorum. Ve hala inanamıyorum. Nerede olduğunu hatırlayamadığım bir yerde, bir daha giremeyeceğim bir yatak odasında… Hatta… Hatta adını bile sormadığım biriyle uyandım o kara bulutlu sabahın ilk ışıklarında. Hava aydınlandıkça dünyam kararıyordu.
Bakıyorum…
Bakıyorum o birlikte olduğum beden sana ait değil. Bu o kadar acı verici ki inanamazsın. Yavaşça kalkacağım yataktan. Uyanmasını istemediğim o beden yanımda sere serpe, bense acılar içindeyim senin yüzünden. Adını hiç hatırlayamadığım o yerden, o bedenden ve sensizlikten, yavaşça uzaklaşıyorum yine sensizliğe doğru. İşte bende aldatan adamlardan biriyim artık. O yüzden ben, ben değilim.
Mutlu musun şimdi?
Dışarıdaki herkes kadar biriyim; ne bir eksik, ne bir fazla. Beni de herkes gibi yaptığın için utanmalısın. Ama nerde sende o yürek! Sahtekârsın, oynuyorsun… Onun için sana karşı en ufak bir suçluluk duygusu hissetmiyorum, bilesin.
Ben…
Ben bir suçluluk duygusu hissetmeliyim. Ama yok. Yok… Kim bilir, belki de seni suçluyorumdur beni sensiz günlere mahkûm ettiğin için. Belki de kendi suçluluğumdan kaçmak için… Bir kaçış, bir yok oluş… Sensizliğe alışmak çok zor olsa da tek yol bu belki de. Dışarı çıktığımda yaşadıklarıma dair hiçbir şeyin önemi kalmayacak. Aldattım seni.”                   Senin olmayan o bedeni bir daha asla görmeyeceğim. Dışarı çıktığımda… Evet, dışarı çıktığımda hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşamamış gibi davranacağım. Neden diye sorduğunda ise şunu söyleyeceğim: “Bende birazcık olsun eksilmedin. Seni biraz unutabilseydim eğer, kendimi dün gece yaşadıklarımdan dolayı daha çok suçlu hissedebilirdim. İşte yine aynı noktadasın ve ben yine seni doyasıya yaşamaya devam ediyorum.“

“Ama… Ama yinede bil istedim. 

KARAR VERİLDİ, BERAATİNE





Sanat ve siyaset. Aslında birbirlerinden çok da ayrı olmayan bir arada anılan kullanılan tatları hayatın. Maalesef ki günümüzde siyaset sanatı öldürmek için kullanılıyor. Siyasetle sanatlar hiç ediliyor. Nazım Hikmet, Türk ve dünya edebiyatı için önemli bir şair, önemli bir isim. Geç de olsa sahiplenebildiğimiz Türk şairin ölüm yıl dönümünde şiirlerine, kendisine yazılan şiirlere ve hayat öyküsüne yer veriyoruz.


Nazım Hikmet, tam adıyla Nazım Hikmet Ran, lakabı "Güzel Yüzlü Şair"dir. (d. 20 Kasım 1901 ya da 15 Ocak 1902, Selanik - ö. 3 Haziran 1963, Moskova) Türk şair ve oyun yazarı. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl'ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır. Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova'da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.
Eserleri birçok ödül almıştır. Ancak Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.
1938'de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nazım Hikmet şiiri, Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkmıştır.

Üslubu ve başarıları

İlk şiirlerini hece vezni yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece vezni ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliğinde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arama tepe noktasına ulaştı. O dönemdeki birçok şairden farklıydı.
Hece vezninden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest vezni benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden birçoğu müzisyen Zülfü Livaneli tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979'da "Güzel Günler Göreceğiz" ismiyle kaset olarak çıktı. Birkaç şiiri ise Yunanlı besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü'nün eski üyesi Selim Atakan ve Cem Karaca tarafından bestelenmiştir.

Ailesi

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır.
Çok güzel ve alımlı bir kadın olan Celile Hanım, bir dilci, eğitimci olan Enver Paşa'nın (Mustafa Celalettin Paşa'nın oğlu) kızıdır. Evinde piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Annesinin baba tarafından dedesi, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki'dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et meternes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Nazım Hikmet anneannesi tarafından da kuzey Kafkasya Çerkezlerindendir.
Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye'de (Dışişleri) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya, Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş, hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de nihayetinde iflâsla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye (Dışişleri) atanır.

Hayat

Selanik'te doğdu. Aslen 20 Kasım 1901 olan doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirildi.
İlk şiiri Feryad-ı Vatan’ı 1913'te yazar. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girer. Daha sonra Kurtuluş Savaşı için Anadolu'ya geçer. Fakat sağlık nedenleri ile bahriyeden ayrılmak zorunda kalır. Bu sırada Hamidye Kruvazörü'nde güverte subayıdır.
Bolu'ya öğretmen olarak atanır. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921'de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1924'te Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı ’28 Kanunisani’ sahnelenir. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar. Dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye'ye geri döner. Bu kez Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle Sovyetler Birliğine gitmek zorunda kalır. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca ülke vatandaşlığından çıkarılır ve Nazım Hikmet, mecburen büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzecki)'nın memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçer ve Borzecki soyadını alır. Moskova'da 3 Haziran 1963 tarihinde kalp krizinden ölür.

Davaları ve sürgün

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatan Mavi Gözlü Dev adlı film 2007 yılında vizyona girmiştir. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet)ile Moskova'da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa (Paris), Havana, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.

Ölümü ve sonrası

3 Haziran 1963 sabahı saat 06.30’da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda ölmüştür. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novo-Deviçye Mezarlığı'nda (Новодевичье кладбище) gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması durumu belirdi. Yıllardır tartışılmakta olan Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu maddenin sadece yaşamakta olanlar için düzenlendiğini ve Nazım Hikmet'i kapsamadığını öne sürerek bu öneriyi reddetti.
Şair Nazım Hikmet'in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye'nin torunu Kerem Bengü tarafından, Piraye'nin evrakları arasında, “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve 3 adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu.

Yeniden vatandaşlığa alınması

2009 yılının 5 Ocak Günü "Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükte kaldırılmasına ilişkin önerge" Bakanlar Kurulu'nda imzaya açıldı.
Nazım'a yeniden Türk vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve bu teklifin imzaya açıldığını ifade eden Hükümet Sözcüsü yaptığı açıklamada, 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Nazım Hikmet'in yeniden Türk vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu'nca oylanarak kabul edildiğini söyledi.

Bakanlar Kurulu'nun 05.01.2009 tarihinde aldığı bu karar, 10.01.2009 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlandı ve Nazım Hikmet, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı oldu. Nazım Hikmetin vatandaşlığa alındığı günün ertesinde ise hiç bir köşe yazısına konu edilmedi.

9 Mart 2017 Perşembe

“ELVEDA SEVDİKLERİM…”





20.yy’da Amerika’da resim sanatını değiştirmiş, soyut dışavurumcu akımın öncüsü olmuş bir ressamın Tate Galeri’sindeki retrospektif toplu sergisini kaçırmak istemeyecek birkaç Londra yolcusu için yazıyorum bu yazıyı veya bu yazıda bahsi geçen sanatçının hayatını merak edecek ve bu hayatın bizim hayatımızla kesiştiği noktaları yüreğinde hissedebilecek okuyucular için… 




21 Temmuz 1948'de New York'un banliyölerinden birinde bir atölyede kendini asmış olarak bulunduğunda 46 yaşındaydı Arshile Gorki. Bıraktığı kâğıtta 'elveda sevdiklerim' diyordu. Ve Jackson Pollock, de Kooning gibi modern resim ustalarına öncülük etmiş ve Amerika'da modern resimde yeni bir yüzyılı başlatmış bu büyük ressam 1902 yılında Van gölü kıyısında bugünkü Gevaş sınırlarındaki bir sahil köyünde Vostanig Manoog Adoyan olarak doğmuştu. Sahilde çocukken çizdiği şekillerde uzun uzun kalakalırmış etraftaki köylüler. Yıllarca birbirlerine anlatadurmuşlar bu çocuğun duvarlara, kumlara çizdiği şekilleri. Yoksulluk dayanılmaz bir hale gelince küçük Vostanig'in babası annesini ve kız kardeşini bırakarak Amerika'ya göçmüş 1910 yılında. 1915 yılında ise hala izlerini gölgemiz gibi taşıdığımız, hayaletimiz haline gelmiş bir karanlık dönemden kaçabilmek için Vostanig annesi ve kız kardeşiyle  Sovyetler Birliği'ne, Erivan'a giderler. 1919 yılında açlık anneyi alır götürür bu dünyadan ve iki kardeş babalarını bulmak üzere 1920 yılında  o zamanki adıyla Konstantinopolis üstünden Atina'ya geçer ve gemiyle New York'a giderler. 
Babayla yaşadığı birkaç yıl sonrasında Vostanig kendi dünyasını kendi kurmaya başlar ve önce babasını sonra adını terk eder ve çok sevdiği Rus yazar Gorki'nin ismini alır kendine. New York'un bohem yaşantısında şehrin en ilgi çeken gençlerinden biri olmuştu ama doğduğu yıldan doğduğu yere kadar sürekli değiştirdiği hayat hikâyesiyle tam bir bilinmezdi birçok kişi için. Örneğin Londra'daki sergide de gördüğümüz bir dizi resmine verdiği Khorkum isminin kurmaca bir başlık olduğunu düşünmüştü eleştirmenler. Oysa yıllar sonra bunun o Van Gölü kıyısındaki doğduğu köy olduğu çıktı ortaya. Bazen bile isteye, bazen istemeden ama kendi kurduğu yapmaca yüzünden kendine ait birçok şeyi inkâr etmek zorunda kalan bu sancılı adamın acısını anlamamak mümkün mü? Ne annesi, ne babası, ne köyü ne de ülkesi vardı artık. Yıllarca insanlar,  yazar Gorki'nin yeğeni ve Soçi doğumlu olarak bildiler bu uzun boylu posbıyıklı esmer Anadolulu delikanlıyı. Taa ki 1932 yılında yaptığı bir resme kadar; taburede oturan başörtülü bir anne ve onun yanında 10 yaşlarında ayakta bir erkek çocuğu tablosu. Bu resim Van'dan kaçmadan önce annesiyle çektirdikleri ve yıllar sonra New York'da bulduğu eski bir fotoğrafın yağlıboya çalışmasıydı. Ve bir süre aynı temaya farklı versiyonlarla devam etti. Ama hikâyenin en gerçek yanı, bu resmin, başlarına gelen trajedilerle yüzleşme ifadesinden ziyade, kendi geçmişiyle ikonik bir barışma töreninin dışavurumu olmasıydı. Artık annesi vardı, doğduğu köy tekrar hayatındaydı Gorki'nin. İsmi ve Ermeniliği hariç... Sözünü ettiğimiz bu anne-çocuk portrelerinden bir tanesi Londra'daki galeriye girince tam karşımızda bizi bekliyor, derinden derine içimize akıyor ve alabildiğince sorguluyor. Kaybolmuş hayatlar,  kaybolmuş hayaller karşımızda duran. Hangi oğul yaralanmaz bundan, hangi anne duyarsız kalabilir bu ayrılıklara; bitmeyen ve bitmeyecek ayrılıklara. Ve serginin bir başka dokunaklı resmi de sanırım ' mutfak önlüğü ' isimli çalışma. Vasdonig küçükken başını annesinin önlüğüne dayarmış ve önlüğün renkleri ve kokuları arasında kendi hikâyelerini hayal edermiş. Annesinin elleri, çocuğunun başını önlüğüne bastırdıkça  Vastonig’in dalıp gitmesi uzar ve öylece kalakalırmış. Bu önlüğün portresinde  anne kokusunu, nasırlı ellerin sıcaklığını ve yitmiş gitmiş bir çocukluk ülkesinin son izlerini görüyoruz. Ve bu çalışmanın Gorki'nin, Cezanne, Picasso ve Miro etkisinden sıyrılıp, kendi özgünlüğünü kurmaya başladığı ilk resimlerinden, biri olduğunu öğreniyoruz.




1948 yılına gelindiğinde stüdyosunda büyük bir yangın sonucu son yaptığı eserlerin önemli bir kısmı yanmış, kansere yakalanmış, karısı ve çocukları evi terk etmiş ve bir araba kazasında boynunu çeviremeyecek hale gelmişti.
“Elveda sevdiklerim…”



Evet, kendini asmış olarak bulduklarında bu not kâğıdı duruyordu masada. Tam da İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünyanın yaratıcısı rolüne soyunmuş, soğuk savaş yıllarının özgür iradeli ve bağımsız kafalı iddiasındaki  Amerika'nın genç ve yeni şampiyonlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde bırakıp gitmesi hiç de hoş olmamıştı Amerikalı sanat çevreleri ve politikacıları için. Yaşarken benimseyemediği yurttaşlığını, ölürken ayarlayamadığı zamansızlıkla bir kez daha reddetmişti. Amerika'nın sesi olamayacaktı maalesef.(?) Bir kez daha vatansız, bir kez daha kimliksizdi…

                                                                                                         

Levent KURUMLU

  

7 Mart 2017 Salı

SOHBET: TAHİR KASIMOV



               





Tahir Kasımov Kimdir?
                
1978 yılında Azerbaycan'ın Bakü şehrinde doğup büyüyen sanatçı, ilk ve ortaöğrenimini aynı şehirde tamamladı. 1988 yılında Bakü'de bulunan T. İsmailov Çocuk ve Gençler Sanat okuluna başladı. 1992 yılına kadar sanat okulunda eğitim alarak, aynı yıl Azerbaycan Devlet İnce Sanat ve Medeniyet Üniversitesine, Dekoratif Tatbiki Sanatlar Fakültesi, Sanatsal Metal Bölümünü kazandı. 1998 yılında aynı okuldan mezun olarak sanatsal çalışmalarını serbest olarak sürdürdü. 2000 yılından itibaren çalışmalarına Türkiye’de devam eden sanatçı, Anar Eyni ve Mutluhan Taş’la beraber anıtsal heykel alanında çalışmalar yaptı. 2003 - 2004 yılları arasında Afyon Kocatepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak görev aldı. Azerbaycan ve Türkiye'de 8 kişisel sergi açmakla birlikte birçok karma sergiye de katıldı. Halen Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam etmektedir.

               



Siz, Sanatsal Metal Bölümünden mezun oldunuz ve hala Anıt Heykel üzerine çalışmalar yürütüyorsunuz; ancak açmış olduğunuz sergileriniz resim ağırlıklı. Bu fark sizce bir çelişki sayılabilir mi?
            
 Aslında bu bir çelişki olarak nitelendirilemez. Çünkü sanata meyilim resimle başladı, üniversiteye girinceye kadar da aynı yönde devam ettim. Üniversite sınavlarına başvurduğum yıl, Resim ve Heykel bölümüne öğrenci alımı 1 yıllığına dondurulmuştu. Bende her ikisinde bünyesinde barındıran Sanatsal Metal bölümünü tercih ettim. Küçük ebatlı tezgâh heykeltıraşlığı ile tanışmamda o yıllarda başladı. İlerleyen zaman içerisinde, aynı üniversitenin heykel bölümünden arkadaşım olan Anar Eyni ile yapmış olduğum ortak çalışmalarla heykel sanatına olan yakınlığım artarak devam etti. Yapmış olduğumuz bu ortak çalışmalar, benim Anıtsal Heykel alanında yeni projeler ve uygulamalarıma zemin hazırladı. Ben burada önemli bir noktayı belirtmekte fayda görüyorum; “resim ve heykel birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır.” Resim ve anatomi bilgisi olmayan bir heykelden bahsetmek de mümkün değildir. Bir heykeltıraş iyi bir desen ve anatomi bilgisine sahip olmadan asla heykel yapamaz; dolayısıyla benim resim çalışmalarım, yapmış olduğum heykellerinde bir nevi hazırlık aşamasıdır denilebilir.

                



Hocam, o halde yapmış olduğunuz resimlere,  yine yapmış olduğunuz heykellerin bir eskizi demek de mümkün olabilir mi?
                
Tam olarak öyledir demek eksik olur; çünkü yaptığım her resim, heykel için bir altyapı niteliği taşımıyor. Resim ve heykel her ne kadar birbirinden ayrılması mümkün olmayan bütünün parçaları sayılsa da her iki sanat dalının da kendi içinde olmazsa olmaz farklı disiplinleri de söz konusudur. Ancak; heykel için hazırlamış olduğum bazı eskizlerimi resimlerim içinde; resim için yaptığım bazı kompozisyonları da heykellerimde kullandığım oluyor.

               



O halde size sorularımızı resim ve heykel çalışmalarınızı ayırarak soralım isterseniz. Yapmış olduğunuz resimlerinizde genelde hangi konuları işliyorsunuz?
               
Geçmişe ve bugünümüze baktığımızda birçok sanatçı, sanat hayatının belli dönemlerinde farklı tarz ve üsluplarda eserler vermişlerdir. Çok az sanatçı sanat hayatını tek bir tarzda yapmış olduğu çalışmalarla sürdürmüştür. Ben de birçok sanatçının yapmış olduğu gibi dönem dönem farklılıklar gösteren çalışmalara imza attım. Ancak; Fuzuli konusuna bugüne kadarki sanat hayatımın gelişim ve üretim sürecinde aralıklarla dönerek, yeniden yorumlamalarda bulundum. Eğer o an, desen çalışmak istiyorsam desen ağırlıklı resimler yaptım, suluboya ile çalıştığım fırtına ve gemiler konusu meşgul etti bir müddet zihnimi, sonra tasavvuftaki Aşk ile ilgili çalışmalarım oldu, zaten Fuzuli konusuna tekrar tekrar dönmemin altında yatan sebepte;  Fuzuli’nin aşk tanımlamasını ondan daha iyi anlatan birinde bulamamamdan kaynaklanıyor. Yani anlatmak istediğim şu ki; bence sanat herhangi bir çerçeveye ve kalıba sığdırılmamalıdır. Bir konuya veya bir tarza bağlı kalarak üretmekte benim için bir sınırlama anlamı taşıyor.  O halde; Mevlâna’nın da dediği gibi:

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım




               


Sizin kitap resimlemeleriyle de uğraştığınızı biliyoruz; bununla ilgili ne söylemek istersiniz?

               
İllüstrasyon çalışması en ilginç alanlardan birisidir. Hele ki konu tasavvuf olursa... Bizim de ilk illüstrasyon çalışmamız “Rumi ve Aşkın Terapi” isimli kitap üzerineydi. Bizim diyorum çükü bu çalışmayı sanatçı arkadaşlarım Mutluhan Taş ve Anar Eyni ile birlikte tamamladık. Tasavvuf konulu hikâyeleri normal bir hikâye gibi resimlemek de mümkündür ancak; bu durumda mana ve anlam değil sadece hikâyedeki gidişattan bir kesit anlatılabilir. Biz ise kitaptaki mesneviden alıntılara dikkat çekerek oradaki manayı anlatmaya çalıştık. Tasarım konusunda kararlarımız ortak alındı. Her bir konuyu anlatabilmek için ayrı semboller bulduk.
                Bundan başka, Konya Büyükşehir Belediyesi’nin çocuklar için hazırlamış olduğu 5 ciltlik Mesnevi hikâyelerinin illüstrasyonlarını ve Ömer Seyfettin, Mehmet Akif Ersoy, Cheov gibi yazarlardan seçilmiş 10 esere 10'ar adet illüstrasyonlar yaptım.

                2000 yılından bu yana Türkiye’de anıtsal heykeller yaptığınızı söylediniz. Türkiye’de şimdiye kadar kaç anıtta çalıştınız?
                Bunun sayısını söylemek gerçekten çok güç. Yanılmıyorsam 60'a yakın eseri ben ve arkadaşlarım ortak olarak çalıştık, ama bireysel olarak da, Tarsus Eshab-ı Kehf Anıtı, Konya Adalet Sarayı ve Hukuk Fakültesi önündeki Themis Anıtı(Adalet Tanrıçası), Selçuk Üniversitesi Kampus alanında Selçuklu Anıtı, Mehmet Akif Ersoy Büstü, Lokman Hekim Heykeli gibi anıtları yaptım.
                Buna ilaveten küçük tezgâh heykelleri ile çalışmalarıma devam etmekteyim.