25 Ağustos 2017 Cuma

PROF. DR. ZUHAL ARDA

Zuhal hocamın profesörlüğünü tebrik ediyorum.
(7 yıl önce kendisi ile yaptığımız sohbetten)




Sizi tanımak istiyoruz ilkönce, bize kendinizden söz eder misiniz?
Tabii… Dünyanın en zor işi, insanın kendini anlatması. Birisinin sizi anlatması daha güzel aslında. Ben, Niğde’de doğdum. Babam, devlet memuruydu. Dört kardeşten ilkiyim. Niğde çok özel bir şehirdir, küçük ama sosyal. Okumak, Niğdeli gençler için çok önemlidir. Gelir kaynağı yoktur fazla.



Resme nasıl başladınız?
Resme çocuk yaşta başladım diye bir öyküm yok benim. Her çocuk gibi ilkokul, ortaokul ( o zaman adları böyleydi) ve lise de, diğer derslerden daha fazla sevdiğim bir ders olarak ilgilendim resimle. Ben, Niğde’de memur bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldim. Liseyi bitirdiğim yıl, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmek istememe rağmen, olmadı. Evlendim bende. Eşim, banka müfettişi idi ve biz yurdun dört bir yanını onun görevi dolayısıyla geziyorduk. Her gittiğimiz kentte, resim sergilerini gezerdim. İçimde ukde idi, çünkü resim. Bir oğlum ve birde kızım dünyaya geldi. Yine böyle bir Eskişehir-Bursa arasında yolculuk esnasında trafik kazası geçirdik ailece. Bu kazada kızımı kaybettim. Üç yaşındaydı. Bende ağır yaralıydım. Vücudumda yedi kırık vardı. Yoğun bakımda hayatta kalma ya da kalmama arasında gidip gelirken, bilincimin açık olduğu vakitlerde, eğer bana ikinci bir yaşam hakkı verilirse hayatımı daha anlamlı kılmak için bir şeyler yapmalıyım diye düşündüm, hep. Yaşadığım duygusal travma, vücudumdaki kırıklardan çok daha fazla acı veriyordu.  Hayata tutunmanın bir yolu olmalıydı, bir şeyler yapmak zorundaydım. Ayağa kalkabildiğim ilk ayda üniversite giriş sınavlarına girdim. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Öğretmenliği Bölümü son sınıf öğrencisinden bir ay kurs alarak, aynı üniversitenin resim bölümünü kazandım. Prof. Dr. Oya Kınıklı’dan ders aldım. Oya Kınıklı çok farklı kişilikli iyi bir ressam ve değerli bir hocaydı. 1989 yılında başladığım resim eğitimime, ikinci sınıfa geçtiğim yıl eşimin tayininin Konya’ya çıkması sebebiyle, Selçuk Üniversitesi’ne yatay geçiş yaparak devam ettim. Doç. Dr. Alaybey Karoğlu atölye hocamdı. 1994 yılında mezun oldum. Alaybey Karoğlu,  ilginç kişiliği olan, coşkulu bir ressamdı ve ondan çok şey öğrendik.  Çok kitap karıştırmak zorunda kalırdık, onun derslerinde başarıyı yakalayabilmek için. Bugün çok kitap okuyarak farklı yorumlara varabilme yetimi, onun sayesinde edindiğimi söyleyebilirim. Biz, resim bölümünün ilk mezunlarıyız. Bizim zamanımızda atölye dersleri çok ağırlıktaydı. Şanslı bir dönem olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü sonradan atölye dersleri azaldı. Hem öğretmenlik ruhu ile hem de ressam olacak gibi yetiştik. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1998 yılında yüksek lisans, 2007 yılında da doktoramı tamamladım. Aynı zamanda bu yıllar boyunca, ilk görev yerim Konya Merkez Yarma Kasabası olmak üzere, birçok ilköğretim okulu ve liselerde resim öğretmeni olarak görev yaptım. Ayrıca Valilik oluruyla Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde gençlere ve yetişkinlere resim kursları verdim. 2000 yılında Konya Çimento A.Ş. tarafından yaptırılıp, milli eğitime hibe edilen Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’ne kurucu müdür olarak atandım.  5 yıl idarecilik ve öğretmenlik yaptım, Güzel Sanatlar Anadolu Lisesi’nde.





Hayat hikâyenizden çok etkilendiğimi söyleyebilirim hocam, gençlere örnek olacak nitelikte. Kolayca pes eden, hayatın zorlukları karşısında çabuk yılan bir gençlik var şimdilerde. Konya sizi hem Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’ndeki başarılı idareciliğinizden hem de güzel suluboya resimlerinizden tanıyor. Bize biraz anlatır mısınız, orayı.
Evet, bir masa, 24 sıra, bir resim öğretmeni ve bir müzik öğretmeniyle başladığımız lise, kısa sürede Türkiye’deki güzel sanatlar liseleri içinde hem başarı sıralaması hem de fiziki ortam olarak en ön sıralarda yer aldı. Çünkü ben ve öğretmen arkadaşlarım, çok özveriyle çalıştık, orada. Konya Çimento A.Ş. nin, Vali Ahmet Kayhan’ın, Milli Eğitim Müdürü Orhan Güçer’in çok fazla katkıları oldu. Başarı çizgisi yüksek bir okul. Siz yaptığınız işi önemsiyorsanız, bunu başkaları da önemsiyor. Artık mezunlarımız üniversitedeler ve benim de öğrencim oldular. Çok şevkle çalıştığım yıllardı. Mesai kavramımız hiç yoktu; günün her saati okulla ilgileniyorduk, tüm çalışanlarıyla. Çok güzel anılarla ayrıldım liseden. Halen görev yaptığım arkadaşlarımla çok sık görüşüyorum ve etkinliklerini de izlemeye özen gösteriyorum.
Daha sonra üniversiteye geçtiniz…
Evet, 2005 yılında S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak başladım. Halen aynı fakültede resim bölümünde yardımcı doçent doktor olarak çalışıyorum. Güzel Sanatlar Fakültesi; çok faal, çok sık ulusal ve uluslararası etkinliklere katılmamıza teşvik edilerek, yüreklendirildiğimiz bir kurum. Sanat eğitimini, bir meslek edinmenin de ötesinde, sosyalleşme ve hayatı yaşanılır kılma adına bir süreç kabul ediyorum. Tüm öğrencilerimin de sosyalleşmesi ve sanatın, hayatın anlamı olması gerektiği hususunda yönlendirmeye çalışıyorum. Her şey iyi bir eğitim ve gelecekte Türkiye’yi en üst seviyeye taşıyacak gençler için. Ben, gençlere güveniyorum. Ve üniversitede olmaktan, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde görev yapmaktan çok mutluyum. Selçuk Üniversitesi, sosyal aktiviteleri ve sanatsal çalışmaları önemseyen bir çizgiye sahip. Ancak gençler artık az okuyorlar, kendilerini ve duygularını anlatmakta zorlanan bir gençlik yetişiyor. Bu durum beni üzüyor biraz.





Üniversitede öğretim üyeliğinin dışında nelerle ilgileniyorsunuz?
Güzel Sanatlar Lisesi için, bugün okullarda ders kitabı olarak okutulan “Estetik” adlı kitabı yazdık, arkadaşlarımla. Güzel Sanatlar Liseleri ve Sosyal Bilimler Liselerinin resim programlarının hazırlanmasında görev aldım. Birçok jüri üyeliklerinde bulundum. Bunların dışında; arkadaşlarımla olmaktan, görmediğim yerler görmekten, seyahat etmekten, farklı kültürleri tanımaktan çok zevk alıyorum. Doğada yürüyüş yapmayı severim, kuş sesleri ve yeşillikler içinde tabii.




Resimlerinize gelelim. Sizi daha çok suluboya resimlerinizle tanıyoruz, bize resimlerinizden bahseder misiniz?
Ben suluboya resme öğrencilik yıllarımda başladım ve çok sevdim. Zaman zaman yağlıboya resim, şimdilerde tuval üzerine akrilik çalışıyorum ama sonra tekrar suluboyaya dönüyorum. Suluboya; sevgiye, iyi ve kaliteli boyaya,  grenli suluboya kâğıdına bağlı olarak kalitesi artan bir tekniktir. Çabuk çalışılması gereken, çabuk bozulabilen, zor bir tekniktir. Bazen büyük boy kâğıtlara lirik soyutlama olarak, genellikle doğadan çağrışımlar içeren renkçi bir anlayışla çalışıyorum. Bazen de küçük kâğıtlara eskizler yapıyorum, ama daima çiziktirdiğim defterlerim var, tabii. Ankara’da Ressam Mustafa Ayaz’ın atölyesine gittiğimde, hocanın neredeyse öğrenciliğinden beri hiçbir desen ve eskizini atmadığını, bir büyük kitaplığa sığacak kadar desen ve eskiz defterlerini gördüm ve çok etkilendim.





Kaç kişisel sergi açtınız, yakında bir sergi görebilecek miyiz?
9 kişisel sergim var. 100’e yakında karma sergiye katıldım. Bunların bazıları uluslararası sergiler. Tuval üzerine akrilik çalışmalarımda, suluboya tadında. Suluboyanın o şeffaf, duru güzelliğini akrilikle de verebiliyorsunuz. Ekim 2010’da Ankara’da bir sergim var, ona hazırlanıyorum şimdilerde.



Resimlerinizde canlı renkler var ve birbiri içinde eriyorlar,  formlar kayboluyor, bu bir seçim mi, yoksa tesadüfî bir şey mi?
Şüphesiz bu benim tercihim. Renklerle oynamayı seviyorum. Ama sanatta tesadüfî şeylerde vardır kuşkusuz. Bu tesadüfîlik, bazen beni çok heyecanlandırır. Resimlerde insan kişilikleri gibidir; nefes alır, yaşarlar, düşündürürler, hüzünlendirirler, yaşama sevinci verirler, eleştireldirler, özgürdürler, gerilim yaratırlar… Resmin düşünsel boyutu da çok çeker beni. Sanatçının yaratma süreci sancılıdır aslında. Çoğu zaman yapmak istediklerini yeterince anlatamadığı duygusu yaşar. Yüzyılımızda resmin yansıtmacılığı da, anlatımcılığı da kalmadı, ama resmin güzel sanatlar içinde farklı bir yeri vardır her zaman. Sanat öldü diye feryat figan koparılsa da, ölen sanat değil aslında. Ya sanatın ilkeleri, kuralları yok oldu ya da estetik kurallar yer değiştirdi, estetik olmayanla. Artık sanatın güzel kaygısı yok. Siz böyle bir kaygı taşıyor musunuz diye sorarsanız, evet taşıyorum hala. Ama resimlerimin düşünsel boyutu da, en az görünür kılınanlar kadar önemli. “Gönül vermeyince, gönül bulamazsın.” der Hz. Mevlana. Gönül vermeyince, gönlünü açmaz; resim de insana.
Elinize sağlık hocam, size kolaylıklar diliyoruz. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Derginize konuk ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Sanata ve sanat eğitimine daha çok önem verilen bir Türkiye diliyorum. 




7 Temmuz 2017 Cuma

Modigliani




Aşkın ne olduğunu biliyor musunuz?
Gerçek aşkın?
Hiç kendinizi cehennemin sonsuzluğuna mahkûm ettiğiniz güçlü bir aşk yaşadınız mı?
Ben yaşadım!
1919 Paris’i…
Kesif bir sigara dumanı kaplamış kabarede müzik, dans, alkol ve sohbet. Sanatçıların sıkça takıldıkları bir mekân. Ressamlar ve müzisyenler çoğunlukta. Soytarı ortalıkta dolaşır; güya oradakileri eğlendirecek, onu kimse umursamaz. Kenarda masanın birinde Picasso oturuyor ve bir şeyler karalıyor; peçetenin üzerine. Her ressam hemen hemen ya duvara ya da bir kadının vücuduna resim yapmakta. Çılgınlık. Sanki birbirleriyle yarışıyorlar. Soytarı bir broşür dağıtır; 5000 Frank ödüllü resim yarışması. Picasso kendinden emin tavırlar içerisindedir. Diepo Rivera bağırır: “ Picasso girmezse ben kazanacağım, yine kazanacağım.”



Hava soğuk; dışarıda yağmur var. Bir kadın kucağında bebek, barın karşı köşesinde beklemekte. Çok güzel bir bebek ve çok güzel bir kadın. Adı Jeanne… Kızını görmesi için babasını beklemekte. Bebeğin babası bir Yahudi.
O sırada bir adam girer bardan içeri… Elinde bir demet çiçek, fötr şapkasını vestiyere atar ve bir masanın üstüne çıkar. “Herkese iyi akşamlar!” diye bağırır. Nidalar yükselir. “Bu akşam köprüyü geçtim; ama köprü diye bir şey yoktu. Aşkın bütün yükünü taşıdım, fakat paylaşan kimse yok ve sonra seni düşündüm. Senin her şeyini… Seni seviyorum! Aşk, aşk, aşk…” der. Elindeki çiçekleri kadınlara atmaya başlar. “Bundan başka hiçbir şey görmek zorunda değiliz. Sanatın geleceği bir kadının yüzünde.” der. Bir kadına kompliman yapar. Bella Pablo, Picasso’ya: “Söyle bana Pablo, aşkı nasıl küpe çevirirsin?” diye bağırır. Dudaklarının arasına aldığı gülle Pablo’ya doğru sinir edercesine yaklaşır. Umursamaz onu, kucağına oturur, öper, gülü eline alır ve gülle yanaklarını okşar. Pablo’ya “Beni özledin mi?” der. Kadınsı bir eda ile dudaklarına uzanır. Pablo’da boynuna sarılır, masaya yatırır, çıldırmış bir İspanyol boğası gibi... Birçok insan araya girmek ister, ama başaramaz. Ayıramaz bu iki insanı. Ona uzatılan şarap kadehini eline alır ve o sırada Pablo’nun sesi duyulur: “Neden benden bu kadar çok nefret ediyorsun?”. Cevap hemen gelir: “Seni seviyorum Pablo, kendimden nefret ediyorum.” Şarabı içer, arkasını döner, Pablo’ya iyi geceler der ve çıkar bardan. Pablo darmadağın yüzü ve üstü başı ile masasına adeta çöker ve müzik tekrar başlar. “Onun hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorar biri Pablo’ya. O da: “Bir Tanrı.” der.



Yani; Modigliani...
Ona arkadaşları “Modi! Modi!” diye sesleniyorlardı, bir masanın etrafında içki kadehleri ellerinde.
O, resim delisi genç bir adamdı, Paris’de Montparnasse’de. Bir İtalyan Yahudi’ydi ve adı Amedeo Modigliani’ydi.
Söylenmesi zor olduğundan arkadaşları ve modelleri ona, Modi diye sesleniyorlardı. Bana kalırsa birbirini tamamlayan çok da ahenkli bir akışı var, Amedeo Modigliani isminin. Bu güzel ismin telaffuzu ne zaman ağzımdan çıksa, ona hayranlığım bir kez daha artıyordu.
Burjuva bir aileden geliyordu o, ileride onu öldürecek olan tüberküloz henüz 15 yaşındayken yakasına yapışmış. Fakat Modigliani asla yılmadan, fırçayı elinden düşürmeden, ressam olmanın derdinde.
Yıllarca parasız, bohem hayatı yaşasa da durmadan resmine devam etti. Uzun boyunlu kadınların ressamıydı, o.Bir boynun anatomik yapısını bilmediğinden değil, kaldı ki sıkı bir anatomi bilgisine de sahipti, Modigliani. Omurgada kaç tane kemik olduğunu elbette hesaplayabilecek düzeydeydi.
Zarafeti ve güzelliğiyle, birbirinden güzel kadın bedenlerini resmetti. Kimi zaman bu kadınların gözlerini kendi ruhuna nakşederek, izleyicinin bakışında görünmez kıldı. 



               Kendisinden çocuğu olan Jeanne’e, ruhunu anladığında, gözlerinin resmini çizeceğini söylemişti. Ve o zaman geldi, güzel gözlerin hakkını teslim etti. Ressam Jeanne’den önce, 1914 yılında İngiliz kadın ozan Beatrice Hastings’le derin bir ilişki yaşamıştı.
Bohem yaşamıyla elinden sigarası, masasından içkisi, ayağından postalları eksik olmayan bu yakışıklı ressam, birçok kadınla serüven yaşamıştır. Fakat birçok tablosunda ve deseninde resmettiği Beatrice Hastings’le ve ailesini hiçe sayarak ona her zaman sadık kalan, neredeyse harabe bir yerde onunla yaşamayı göze alacak kadar seven Jeanne, ressamın kalbinde farklı yerlerdedir.
Modigliani’nin en büyük şansı, cebinde fazla parası olmasa da, biriktirdiği paralarla ressamların tablolarını satın alan, Polonyalı Zborowsky’le tanışmış olmasıdır. Bu adam Modigliani’ye gönülden bağlanarak, ölene dek yanında olmuştur.
Modigliani, hastalığını düşünmeksizin her gün alkole kendini vererek, bir nevi intihar etmiştir. Vücudu günden güne zayıf düşerek, resim yapma gücünü kaybedecek duruma gelmiştir. Modigliani’nin figürlerindeki uzun boyunlar ve sarkık kolları içine alan rengin tenselliği, resimlerinin ruhunda beni her zaman ressamın acılarına da taşımıştır, aşklarına da…
                Bir gün gecelerin esrik dansını bir Balzac heykelinin önünde yapmıştır. Hatta bunu üstat Auguste Renoir kendi ağzından söyler. Artık gitgide ruhu zehirlenen, göğsü ve gözleri çöken, umutları tükenen Modigliani: “Size Soutine’i bırakıyorum” der.
Onun arkasından Jeanne de gebe bir halde kendisini baba evinin tavan boşluğundan aşağıya atarak, intihar eder. Son dileği belki de çok sevdiği, taptığı adamın yanına biran evvel gitmekti.
Artık onun resimleri canlıydı.
Ben ki, ne kadar sevdiğim bir ilkel yan bulsam da resimlerinde, Modigliani’nin sanatı daima modernliğini koruyacaktır!
Sevgilerle…  
Ömer L. BAKAN







30 Haziran 2017 Cuma

REPLİKLER: PRENSESİN UYKUSU




İnatçısın, hem de çok küçüksün. İnatçılık bir oyun şimdi sana, biliyorum; ama hiç vazgeçmeyeceğim seni beklemekten. Sana inanmaktan, hayal kurmaktan vazgeçmeyeceğim. Ben de inatçıyım çünkü. Hadi bakalım iki keçi olduk şimdi; hangimiz geçecek köprüden, hangimiz aşağıya düşecek ya da? Yapma! Gel aç gözünü. Yoo, ikimize de yeter anlasana. Kime bu küslük, sen mi yüklendin dünyanın bütün acısını? Haksızlık bu! Yapılacak çok şey varken niye bu yorgunluk? Daha sevdiğim ağaçları anlatacağım sana… Bir gün ellerimizle dokunacağız gövdelerine. Yıllar yıllar geçti üstünden ya, hâlâ dimdik durmanın nasıl bir şey olduğunu soracağız onlara. Kulaklarımızı dayayıp gövdelerine, özsularını dinleyeceğiz bir gün. “İşte!” diyeceğiz, “Yaşamak bunun adı.” Denizler altındaki canavar kaptan, Nemo’ya yenilecek ve kitap mutlu sonla bitecek. Hislerimi yazı ile anlatmakta daha iyiyim galiba, belki bir gün mektup yazarım eski usul.
Bir deniz kıyısında oturacağız bir gün; hiçbir şey yapmadan, öylesine telaşsız. Biz bunu hak ettik, değil mi? Denize bakacağız, yüzümüzü güneşe vereceğiz; “Bu yaşamdı!” diyeceğiz eve dönerken. Oradaydık, yaşadık, biz vardık…  Elimizi denize koyup, bu şöleni kutlayacağız. Bizim tuzumuz onunkine karışacak. Ama izin vereceğiz bir imza atmak, bir kanıt bırakmak için, öyle değil mi? Tıpkı sevdiğimiz ağaçlar gibi, inadına dimdik duracağız. Bir sen mi kaldın ufacık boyunla bütün masalları haksız çıkaracak. Bu ne cüret hanımefend

25 Haziran 2017 Pazar

YALNIZLIĞIN CAN SIKMAYAN HALLERİ…




Sabah uyandığımda gün henüz aydınlanmamış. Doğu tarafında küçük bir ışıltı gökyüzünde degrade bir laciverte bürünüyor. Kuşlar uyanmış ötüşüyorlar, cıvıl-cıvıl ortalık. Onlar birbirleriyle konuşurken, benim konuşabileceğim kimse henüz yok…
Evimin etrafındaki komşularda küçük hareketlenmeler başlamış. Köyde bayram da olsa, seyran da olsa sorumlulukların vardır. Önce sahip olduğun diğer canlı varlıklara bakacaksın. Kedilerin maması verildi, köpeğin önüne su ve yiyebileceği bir şeyler bırakıldı. Ördeklerin kapısı açıldı koşturarak havuzlarına doğru koştular. Tavukların suyu tazelendi, yemleri kaplarına konuldu. Bugün ilk defa kümesin kapısı açık bıraktım, etrafı tanımaya çalışıyorlar. Bu arada önlerine çıkan börtü-böcek ne varsa toplamaya başladılar bile. İçlerinden bir tanesi henüz güneş çıkmadan yumurtluyor, diğerleri öğlenden sonra yumurtlayacaklar. Yumurtayı sıcak-sıcak altında alıp kırıyorum, akını biraz akıtıp kalanını yutuyorum. Bunu huy edindim. Bıldırcınım diğer kuşlarla karşılıklı ötüşmeye başladı bile. Etrafta pastoral bir senfoni çalıyor sanki.
Evin önünden komşular geçmeye başladılar bile. İstikametleri cami, bayram namazı kılacaklar. Kiminin elinde bayramlık kıyafetleri ile çocukları, kiminin elinde torunları. Torunu olanlar başka bir sevinç içindeler; “torun sevgisi başka olmalı” diye düşünüyorum. Sahip olduğum diğer canlılarıma baktıktan sonra sıra bana geldi. Önce şeker ölçümü; gayet iyi 104. Sonra aç karnına içilecek ilaçlar ve sonrasında da sabah kahvesi, yanında bitter çikolata. Huzurlu olmaya çalışıyorum ama içimde küçük de olsa kıpırdanan huzursuzluk var: yalnız olma hali beni bayram sabahlarında hep hüzünlendirmiştir. Buralarda kendimi yalnız ve birçok sevdiğimden uzakta, annemden, çocuklarımdan ayrı… Yağmurda ıslanmış terk edilmiş kedi yavrusu gibiyim. Onun gibi titriyorum.
Güneş, yüzünü göstermeden önce gökyüzünü turuncuya boyamaya başlamış bile. Belli ki Orhan Veli herkesten önce kalkmış, yırtılan gökyüzünün yırtıklarını tamir etmiş, kimini yamamış, mavi boyası elinde gökyüzünü boyamaya başlamış bile. Gökyüzünü boyamak isteyenler yine geç kalmışlar. İşte böyle bir sabahın şahidiyim. Dakikalar geçtikçe hava ısınmaya başlıyor. Bostanı kontrol ediyorum, her şey güzel görünüyor ama yabani otlar büyümeye başlamışlar bile. Belli ki yarın çapa yapılacak. Eve dönüyorum, ortalık hala sessiz. Şu anda saat 10.46 ve hala uyuyorlar. Sıkıldım artık, inat ettim ne kadar sıkılsam da onları uyandırmayacağım; bakalım ne zaman kalkacaklar.
En iyisi bahçeye çıkıp, gölge bir yerde bir şeyler okumalı, en iyisi bu…

Günaydın… 
İyi bayramlar 

Ömer L. Bakan 
250620171450

14 Mart 2017 Salı

"ALDATTIM SENİ"





Şaşırma!  
Buz gibi bir gerçek bu,
Aldattım seni.
Hem de hiç gözümü kırpmadan aldattım…
Önce düşündüm senin yerine kimi koyabilirim diye. Uzun sürmedi. O gün senin yerine birini koydum. Tenini paylaştığım kimdi senin teninde? Kimi öptüm dudaklarından senin dudaklarında? Kimi okşadım da o an için unuttum seni? Kimdi kulağına fısıldadığım aşk sözcükleriyle gözleri parlayan kadın? Ben mi hak etmiştim onu yoksa sen mi beni itmiştin ona?
Hatırlamıyorum…
Ama bil ki aldattım seni. Çok ama çok eminim bundan. Bu, senin bendeki yokluğun kadar acı bir gerçek. Belki de kendimle bir hesaplaşmaydı bu. Sana bu kadar değer vermem doğrumuydu, bilmiyorum. Seni sensiz yaşadım uzun zamandır. Sıcak bir elin tenime dokunuşu iyi gelir diye düşündüm. Hani bazı anlar çaresiz kalırda tutunabileceğin ilk ele sarılırsın ya umutla, işte öyle. Bu da öyle bir şeydi işte. Çaresizliğim son bulacaktı ya da öyle olacağını umdum. Tenine dokunamama özlemim bitecekti sanki. Hayata tekrar sevgi dolu gözlerle bakacaktım, bunun için dokundum o tene.
Açtım hem de çok aç.
Yanlış anlama!
Tenine değil, sana açtım.
Gözleri…  Belki senin gözlerine benziyordu. Bu yüzden mi seni onda görmüştüm, bilmiyorum. Yoksa adı… Belki de senin adına benziyordu, bilmiyorum. Belki de sesi… Sanki hiç yabancı gelmiyordu, bilmiyorum. Elindeki kadehi dudaklarına götürürken göz göze gelmiştik onunla. Belki de senin gibi içiyordu, bilmiyorum. Orada öylece bakakaldık birbirimize. Sonrasında saatlerce konuştuk hiç sıkılmadan. Ne konuştuk, onu da bilmiyorum. Yoksa… Yoksa senimi anlattım ona? Hayır. Sarhoş değildim. Çünkü içmenin çare olmadığını biliyorum. Zaten içki uzun süredir de etki etmiyor bana. Saatlerce, günlerce hatta aylarca içsem bile devrilmiyorum. Dimdik ayaktayım. Devrilen sadece şişeler, kadehler, masalar. Ben yine ayaktayım.
Ne yaptın sen bana?
Seni ne zaman unutmak istesem, daha da kazınıyorsun beynime, yüreğime, ruhuma. İşte bu yüzden… Bu yüzden her şeyin farkındayım. Unutamıyorum, olmuyor işte. Sana bunu bu kadar kolay söyleyebileceğimi sanmıyordum. Aldattım seni! Yıllardır hiç kimsenin kalbime girmesine izin vermeyen ben, bu gece hiç tanımadığım bir kadına nasıl teslim ettim kendimi, şaşıyorum. Ve hala inanamıyorum. Nerede olduğunu hatırlayamadığım bir yerde, bir daha giremeyeceğim bir yatak odasında… Hatta… Hatta adını bile sormadığım biriyle uyandım o kara bulutlu sabahın ilk ışıklarında. Hava aydınlandıkça dünyam kararıyordu.
Bakıyorum…
Bakıyorum o birlikte olduğum beden sana ait değil. Bu o kadar acı verici ki inanamazsın. Yavaşça kalkacağım yataktan. Uyanmasını istemediğim o beden yanımda sere serpe, bense acılar içindeyim senin yüzünden. Adını hiç hatırlayamadığım o yerden, o bedenden ve sensizlikten, yavaşça uzaklaşıyorum yine sensizliğe doğru. İşte bende aldatan adamlardan biriyim artık. O yüzden ben, ben değilim.
Mutlu musun şimdi?
Dışarıdaki herkes kadar biriyim; ne bir eksik, ne bir fazla. Beni de herkes gibi yaptığın için utanmalısın. Ama nerde sende o yürek! Sahtekârsın, oynuyorsun… Onun için sana karşı en ufak bir suçluluk duygusu hissetmiyorum, bilesin.
Ben…
Ben bir suçluluk duygusu hissetmeliyim. Ama yok. Yok… Kim bilir, belki de seni suçluyorumdur beni sensiz günlere mahkûm ettiğin için. Belki de kendi suçluluğumdan kaçmak için… Bir kaçış, bir yok oluş… Sensizliğe alışmak çok zor olsa da tek yol bu belki de. Dışarı çıktığımda yaşadıklarıma dair hiçbir şeyin önemi kalmayacak. Aldattım seni.”                   Senin olmayan o bedeni bir daha asla görmeyeceğim. Dışarı çıktığımda… Evet, dışarı çıktığımda hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşamamış gibi davranacağım. Neden diye sorduğunda ise şunu söyleyeceğim: “Bende birazcık olsun eksilmedin. Seni biraz unutabilseydim eğer, kendimi dün gece yaşadıklarımdan dolayı daha çok suçlu hissedebilirdim. İşte yine aynı noktadasın ve ben yine seni doyasıya yaşamaya devam ediyorum.“

“Ama… Ama yinede bil istedim. 

KARAR VERİLDİ, BERAATİNE





Sanat ve siyaset. Aslında birbirlerinden çok da ayrı olmayan bir arada anılan kullanılan tatları hayatın. Maalesef ki günümüzde siyaset sanatı öldürmek için kullanılıyor. Siyasetle sanatlar hiç ediliyor. Nazım Hikmet, Türk ve dünya edebiyatı için önemli bir şair, önemli bir isim. Geç de olsa sahiplenebildiğimiz Türk şairin ölüm yıl dönümünde şiirlerine, kendisine yazılan şiirlere ve hayat öyküsüne yer veriyoruz.


Nazım Hikmet, tam adıyla Nazım Hikmet Ran, lakabı "Güzel Yüzlü Şair"dir. (d. 20 Kasım 1901 ya da 15 Ocak 1902, Selanik - ö. 3 Haziran 1963, Moskova) Türk şair ve oyun yazarı. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl'ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır. Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova'da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.
Eserleri birçok ödül almıştır. Ancak Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.
1938'de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nazım Hikmet şiiri, Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkmıştır.

Üslubu ve başarıları

İlk şiirlerini hece vezni yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece vezni ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliğinde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arama tepe noktasına ulaştı. O dönemdeki birçok şairden farklıydı.
Hece vezninden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest vezni benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden birçoğu müzisyen Zülfü Livaneli tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979'da "Güzel Günler Göreceğiz" ismiyle kaset olarak çıktı. Birkaç şiiri ise Yunanlı besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü'nün eski üyesi Selim Atakan ve Cem Karaca tarafından bestelenmiştir.

Ailesi

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır.
Çok güzel ve alımlı bir kadın olan Celile Hanım, bir dilci, eğitimci olan Enver Paşa'nın (Mustafa Celalettin Paşa'nın oğlu) kızıdır. Evinde piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Annesinin baba tarafından dedesi, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki'dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et meternes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Nazım Hikmet anneannesi tarafından da kuzey Kafkasya Çerkezlerindendir.
Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye'de (Dışişleri) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya, Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş, hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de nihayetinde iflâsla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye (Dışişleri) atanır.

Hayat

Selanik'te doğdu. Aslen 20 Kasım 1901 olan doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirildi.
İlk şiiri Feryad-ı Vatan’ı 1913'te yazar. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girer. Daha sonra Kurtuluş Savaşı için Anadolu'ya geçer. Fakat sağlık nedenleri ile bahriyeden ayrılmak zorunda kalır. Bu sırada Hamidye Kruvazörü'nde güverte subayıdır.
Bolu'ya öğretmen olarak atanır. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921'de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1924'te Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı ’28 Kanunisani’ sahnelenir. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar. Dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye'ye geri döner. Bu kez Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle Sovyetler Birliğine gitmek zorunda kalır. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca ülke vatandaşlığından çıkarılır ve Nazım Hikmet, mecburen büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzecki)'nın memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçer ve Borzecki soyadını alır. Moskova'da 3 Haziran 1963 tarihinde kalp krizinden ölür.

Davaları ve sürgün

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatan Mavi Gözlü Dev adlı film 2007 yılında vizyona girmiştir. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet)ile Moskova'da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa (Paris), Havana, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.

Ölümü ve sonrası

3 Haziran 1963 sabahı saat 06.30’da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda ölmüştür. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novo-Deviçye Mezarlığı'nda (Новодевичье кладбище) gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması durumu belirdi. Yıllardır tartışılmakta olan Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu maddenin sadece yaşamakta olanlar için düzenlendiğini ve Nazım Hikmet'i kapsamadığını öne sürerek bu öneriyi reddetti.
Şair Nazım Hikmet'in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye'nin torunu Kerem Bengü tarafından, Piraye'nin evrakları arasında, “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve 3 adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu.

Yeniden vatandaşlığa alınması

2009 yılının 5 Ocak Günü "Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükte kaldırılmasına ilişkin önerge" Bakanlar Kurulu'nda imzaya açıldı.
Nazım'a yeniden Türk vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve bu teklifin imzaya açıldığını ifade eden Hükümet Sözcüsü yaptığı açıklamada, 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Nazım Hikmet'in yeniden Türk vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu'nca oylanarak kabul edildiğini söyledi.

Bakanlar Kurulu'nun 05.01.2009 tarihinde aldığı bu karar, 10.01.2009 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlandı ve Nazım Hikmet, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı oldu. Nazım Hikmetin vatandaşlığa alındığı günün ertesinde ise hiç bir köşe yazısına konu edilmedi.

9 Mart 2017 Perşembe

“ELVEDA SEVDİKLERİM…”





20.yy’da Amerika’da resim sanatını değiştirmiş, soyut dışavurumcu akımın öncüsü olmuş bir ressamın Tate Galeri’sindeki retrospektif toplu sergisini kaçırmak istemeyecek birkaç Londra yolcusu için yazıyorum bu yazıyı veya bu yazıda bahsi geçen sanatçının hayatını merak edecek ve bu hayatın bizim hayatımızla kesiştiği noktaları yüreğinde hissedebilecek okuyucular için… 




21 Temmuz 1948'de New York'un banliyölerinden birinde bir atölyede kendini asmış olarak bulunduğunda 46 yaşındaydı Arshile Gorki. Bıraktığı kâğıtta 'elveda sevdiklerim' diyordu. Ve Jackson Pollock, de Kooning gibi modern resim ustalarına öncülük etmiş ve Amerika'da modern resimde yeni bir yüzyılı başlatmış bu büyük ressam 1902 yılında Van gölü kıyısında bugünkü Gevaş sınırlarındaki bir sahil köyünde Vostanig Manoog Adoyan olarak doğmuştu. Sahilde çocukken çizdiği şekillerde uzun uzun kalakalırmış etraftaki köylüler. Yıllarca birbirlerine anlatadurmuşlar bu çocuğun duvarlara, kumlara çizdiği şekilleri. Yoksulluk dayanılmaz bir hale gelince küçük Vostanig'in babası annesini ve kız kardeşini bırakarak Amerika'ya göçmüş 1910 yılında. 1915 yılında ise hala izlerini gölgemiz gibi taşıdığımız, hayaletimiz haline gelmiş bir karanlık dönemden kaçabilmek için Vostanig annesi ve kız kardeşiyle  Sovyetler Birliği'ne, Erivan'a giderler. 1919 yılında açlık anneyi alır götürür bu dünyadan ve iki kardeş babalarını bulmak üzere 1920 yılında  o zamanki adıyla Konstantinopolis üstünden Atina'ya geçer ve gemiyle New York'a giderler. 
Babayla yaşadığı birkaç yıl sonrasında Vostanig kendi dünyasını kendi kurmaya başlar ve önce babasını sonra adını terk eder ve çok sevdiği Rus yazar Gorki'nin ismini alır kendine. New York'un bohem yaşantısında şehrin en ilgi çeken gençlerinden biri olmuştu ama doğduğu yıldan doğduğu yere kadar sürekli değiştirdiği hayat hikâyesiyle tam bir bilinmezdi birçok kişi için. Örneğin Londra'daki sergide de gördüğümüz bir dizi resmine verdiği Khorkum isminin kurmaca bir başlık olduğunu düşünmüştü eleştirmenler. Oysa yıllar sonra bunun o Van Gölü kıyısındaki doğduğu köy olduğu çıktı ortaya. Bazen bile isteye, bazen istemeden ama kendi kurduğu yapmaca yüzünden kendine ait birçok şeyi inkâr etmek zorunda kalan bu sancılı adamın acısını anlamamak mümkün mü? Ne annesi, ne babası, ne köyü ne de ülkesi vardı artık. Yıllarca insanlar,  yazar Gorki'nin yeğeni ve Soçi doğumlu olarak bildiler bu uzun boylu posbıyıklı esmer Anadolulu delikanlıyı. Taa ki 1932 yılında yaptığı bir resme kadar; taburede oturan başörtülü bir anne ve onun yanında 10 yaşlarında ayakta bir erkek çocuğu tablosu. Bu resim Van'dan kaçmadan önce annesiyle çektirdikleri ve yıllar sonra New York'da bulduğu eski bir fotoğrafın yağlıboya çalışmasıydı. Ve bir süre aynı temaya farklı versiyonlarla devam etti. Ama hikâyenin en gerçek yanı, bu resmin, başlarına gelen trajedilerle yüzleşme ifadesinden ziyade, kendi geçmişiyle ikonik bir barışma töreninin dışavurumu olmasıydı. Artık annesi vardı, doğduğu köy tekrar hayatındaydı Gorki'nin. İsmi ve Ermeniliği hariç... Sözünü ettiğimiz bu anne-çocuk portrelerinden bir tanesi Londra'daki galeriye girince tam karşımızda bizi bekliyor, derinden derine içimize akıyor ve alabildiğince sorguluyor. Kaybolmuş hayatlar,  kaybolmuş hayaller karşımızda duran. Hangi oğul yaralanmaz bundan, hangi anne duyarsız kalabilir bu ayrılıklara; bitmeyen ve bitmeyecek ayrılıklara. Ve serginin bir başka dokunaklı resmi de sanırım ' mutfak önlüğü ' isimli çalışma. Vasdonig küçükken başını annesinin önlüğüne dayarmış ve önlüğün renkleri ve kokuları arasında kendi hikâyelerini hayal edermiş. Annesinin elleri, çocuğunun başını önlüğüne bastırdıkça  Vastonig’in dalıp gitmesi uzar ve öylece kalakalırmış. Bu önlüğün portresinde  anne kokusunu, nasırlı ellerin sıcaklığını ve yitmiş gitmiş bir çocukluk ülkesinin son izlerini görüyoruz. Ve bu çalışmanın Gorki'nin, Cezanne, Picasso ve Miro etkisinden sıyrılıp, kendi özgünlüğünü kurmaya başladığı ilk resimlerinden, biri olduğunu öğreniyoruz.




1948 yılına gelindiğinde stüdyosunda büyük bir yangın sonucu son yaptığı eserlerin önemli bir kısmı yanmış, kansere yakalanmış, karısı ve çocukları evi terk etmiş ve bir araba kazasında boynunu çeviremeyecek hale gelmişti.
“Elveda sevdiklerim…”



Evet, kendini asmış olarak bulduklarında bu not kâğıdı duruyordu masada. Tam da İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünyanın yaratıcısı rolüne soyunmuş, soğuk savaş yıllarının özgür iradeli ve bağımsız kafalı iddiasındaki  Amerika'nın genç ve yeni şampiyonlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde bırakıp gitmesi hiç de hoş olmamıştı Amerikalı sanat çevreleri ve politikacıları için. Yaşarken benimseyemediği yurttaşlığını, ölürken ayarlayamadığı zamansızlıkla bir kez daha reddetmişti. Amerika'nın sesi olamayacaktı maalesef.(?) Bir kez daha vatansız, bir kez daha kimliksizdi…

                                                                                                         

Levent KURUMLU