İnatçısın, hem de çok küçüksün. İnatçılık bir oyun şimdi
sana, biliyorum; ama hiç vazgeçmeyeceğim seni beklemekten. Sana inanmaktan,
hayal kurmaktan vazgeçmeyeceğim. Ben de inatçıyım çünkü. Hadi bakalım iki keçi
olduk şimdi; hangimiz geçecek köprüden, hangimiz aşağıya düşecek ya da? Yapma!
Gel aç gözünü. Yoo, ikimize de yeter anlasana. Kime bu küslük, sen mi yüklendin
dünyanın bütün acısını? Haksızlık bu! Yapılacak çok şey varken niye bu
yorgunluk? Daha sevdiğim ağaçları anlatacağım sana… Bir gün ellerimizle
dokunacağız gövdelerine. Yıllar yıllar geçti üstünden ya, hâlâ dimdik durmanın
nasıl bir şey olduğunu soracağız onlara. Kulaklarımızı dayayıp gövdelerine, özsularını
dinleyeceğiz bir gün. “İşte!” diyeceğiz, “Yaşamak bunun adı.” Denizler
altındaki canavar kaptan, Nemo’ya yenilecek ve kitap mutlu sonla bitecek.
Hislerimi yazı ile anlatmakta daha iyiyim galiba, belki bir gün mektup yazarım
eski usul.
Bir deniz kıyısında oturacağız bir gün; hiçbir şey
yapmadan, öylesine telaşsız. Biz bunu hak ettik, değil mi? Denize bakacağız,
yüzümüzü güneşe vereceğiz; “Bu yaşamdı!” diyeceğiz eve dönerken. Oradaydık,
yaşadık, biz vardık… Elimizi denize
koyup, bu şöleni kutlayacağız. Bizim tuzumuz onunkine karışacak. Ama izin
vereceğiz bir imza atmak, bir kanıt bırakmak için, öyle değil mi? Tıpkı
sevdiğimiz ağaçlar gibi, inadına dimdik duracağız. Bir sen mi kaldın ufacık
boyunla bütün masalları haksız çıkaracak. Bu ne cüret hanımefend
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder