17 Ağustos 2016 Çarşamba

PABLO NERUDA






Onun adını duymuşsunuzdur. Fotoğrafını görmüş, filmlere konu olan hayatını acı bir tebessümle izlemişsinizdir. Şilili olduğunu, 1971 yılında Nobel kazandığını, Moskova’da Nazım Hikmet ile tanıştığını bile biliyor olabilirsiniz. Belki sıcak bir yaz gecesinde sevdiğiniz biri O’nun şiirlerini kulağınıza fısıldamıştır kim bilir? Hanginiz onun sesinden şiir dinlediniz? Onun sesi biraz Nazım Hikmet, biraz da Atilla İlhan’dır.
Size bu sayıda bir kaptanı anlatıyoruz. O hem şiirin hem de karanın kaptanı. Şiirin kaptanı olduğunu bütün dünya kabul ediyor. Karanın kaptanı olduğunu ise kendisi söylüyor.
Fotoğrafta gördüğünüz ev, dünyanın en ünlü şairlerinden, belki de Şili’nin milli kahramanlarından birine dönüşen Pablo Neruda’nın evi. 1904’te doğup, 1973’te ölen şairin mezarının Şili’ye gelmesi yirmi yılı buldu. Çünkü bu evde yaşadığı hayatta, oraya gömülmeyi vasiyet etse de,  ölmeden on gün önce iktidarı ele geçiren Şili diktası, O’nun Şili’ye gömülmesine izin vermedi. Yaşadığı evin önemli bir simge mekânına dönüşmesi, dikta tarafından istenmiyordu. Ama onlar gittikten sonra Pablo Neruda evine tekrar döndü üstelik de üçüncü eşiyle beraber. Orada, son yıllarını birlikte geçirdiği eşiyle beraber yaşamayı seviyordu. Neruda’nın ölümünden 12 yıl sonra Matilda da öldü. Ve sonunda şairin istediği gibi, evinin gemi başını andıran bahçesinde bulunan mezarlıkta, koyun koyuna yatmaya başladılar. Anlattığımız bu kişi kimdir? Nerede yaşamıştır? Bu ev neden bir gemiye benzer? Bir şair ne kadar bir koleksiyonere dönüşebilir? Ya da bir şairin içinde nasıl bir denizci yaşar? O denizcinin şiirleri, şiirine nasıl yansır? ona bakalım… Asıl adı Netali Ricardo Reyes Basoalto. 14 yaşındayken babası yazdığı şiirleri beğenmez korkusuyla, takma bir isim kullanmaya başlamış. O günden bu yana, O Pablo Neruda. O bir politikacı, O bir diplomat. O aslında tüm dünyanın tanıdığı bir şair. Bütün bu özellikleri Pablo Neruda’nın bu evinin her köşesine yansımış. Bu ev 1939 yılında yapılmaya başlamış. Ülkesine geri döndüğünde yanında üçüncü eşi Matilda vardı ve O duvara kendi elleri ile şu yazıyı kazımıştı. “Seyahatlerden döndüm, yeterince yeri eğlenceli bir şekilde gördüm.” Evinin içi bir gemiye benziyor çünkü bir gemi gibi inşa edilmiş. Anlaşılacağı gibi Neruda aslında denizden korkan bir denizci. O yüzden ben karanın kaptanıyım diyormuş. Ve burada karada olsa bile, kendisini bir denizci gibi hissediyor ve dışarıdan, okyanustan gelen çeşitli gemileri de evinden devamlı selamlıyormuş. Uzakta bir gemi gördüğü zaman, evinin bahçesindeki çanı çalıyormuş. Çünkü kaptanlar birbirleriyle çan çalarak haberleşirlermiş. Evinde ise köpek balığı adında bir kayığı var. Neruda zaman zaman bu kayığın üzerinde arkadaşları ile içermiş. Kendisine “Neden kayığını denize indirmiyorsun?” diye sorulduğunda da: “Deniz sallantılı, karada insan sallanmıyor.” der ve gülermiş. Pablo Neruda üç kez evlendi. En çok hangi eşini sevdi bilinmez ama pek çok şiirini yıllarca kavuşamadığı Matilda’sına yazdı.




Ekmeğimi al,
Havamı al dilersen
Gülüşünden yoksun bırakma beni,
Gülsüz bırakma beni,
Tanelediğin demirsiz bırakma,
Kıvancından aniden parlayan
Susuz bırakma
Senden yayılan
Gümüş dalgasız bırakma beni,

Amansız kavgam yüzünden
Bazen de hep aynı kalan toprağa
Bakıp durduğum için
Gözlerim yorgun dönerim eve
Ama eşiği aşar aşmaz
Gülüşün yükselir gökyüzüne
Arar beni
Ve açar benim için
Yaşamın bütün kapılarını

En karanlık saatte bile sevgilim
Gülüşünü tanele
Ve eğer, kanımı birden bire
Sokak taşlarını lekelediğini görürsen,
Gül, gülüşün hemen
Ellerime serin bir kılıç olur.

Denizin son yazında
Gülüşün ayaklandırsın
Köpük çağlayanını
Ve ilkyazda sevgilim,
Beklediğim çiçek olsun gülüşün
Mavi çiçek,
Gülü olsun
Çın çın öten ülkemin.

Geceyle dalga geç,
Gündüzle dalga geç
Dalga geç ayla,
Dalga geç adanın
Bu başıboş sokaklarıyla,
Dalga geç bu adamla,
Bu toy âşıkla
Ama ben gözlerimi açtığımda
Ya da yeniden kapattığımda
Ekmeksiz, havasız bırak
Şafaksız baharsız bırak
Ama gülüşünden yoksun bırakma,
Ölümüm olur yoksa…




Neruda’nın macera dolu bir yaşantısı oldu. Gençliğinde İspanya Savaşı’na katıldı. Kendi ülkesinde kaçak olarak iki yıl yaşadı. Yurtdışına kılık değiştirip kaçmak zorunda kaldı. Bir ara dönemin başkanının yerine aday olarak gösterildi. Öncesinde milletvekili seçildi. İşçileri desteklediği için istifa etti. Neruda diplomat olduğu için yıllarca dünyanın dört bir yanında yaşadı. Bu seyahatlerinin birinde Moskova’da Nazım Hikmet ile de tanıştı. Bakın Pablo Neruda, Nazım Hikmet’i nasıl tarif etmiş:

“Nazım Hikmet çok heybetli biridir. Yaklaşık 2 m.ye  varan boyu, açık renk gözleri ile tanıdığım en neşeli insan. Yattığı odanın ışığını söndürmeyi hep unuturdu. Bu çok doğaldı çünkü 18 yıl kaldığı hücrenin tavanındaki ampul hep açık iken uyudu. 18 yıl boyunca, hücrenin kapılarını hep birileri açtı ve kapattı. Ülkesi Türkiye’nin en önemli milli şairlerindendir. Ben onu yaşayan en büyük şairlerden kabul ediyorum.”

Hiçbir şeyim yoktu aşkım, seni sevmeden önce
Sürtüyorum sokaklarda, eşyalar arasında
Hiçbir şey seslenmiyordu bana,
Hiçbir şeyin tadı yoktu.
Havanın beklentisindeydi dünya

Kül renkli salonları o zaman tanıdım.
Ayın konakladığı tünelleri o zaman tanıdım.
İnsanların dinlendiği o korkunç ambarları,
Kuma çizilmiş sorunları o zaman tanıdım.
Her şey yalnızca boşluktu,
Ölüm ve sessizlikti.
Düşüştü, terk edilişti, her şey düş kırıklığıydı
Çığırından çıkmıştı her şey, istemez.

Her şey hem herkesindi, hem kimsenin değildi,
Güzelliğin ve yoksulluğun bana,
Armağanlarla dolu o gözü
Vermeden önce…


Pablo Neruda yeşillerin içindeydi. Bu da şiirlerine yansımıştı. Bu yüzden de şiir yazarken hep yeşil mürekkep kullanmıştı. Elleri mürekkep olduğu için onları sık sık yıkıyor ve evin neredeyse her köşesine antika gemilerden çıkma antika lavabolar yerleştiriyordu. Dünyayı etkileyen en güzel aşk şiirlerini evinde yazdı Neruda. Dünya Neruda’yı doksanlı yıllarda çekilen bir film ile yeniden keşfetti. Bu filmde, Pablo Neruda’nın evinde yaşananlar anlatılıyordu. Çekilen bir diğer film olan Postacı’da ise, 70’li yıllarda Şili sahil kasabasında geçen olaylar anlatılıyordu. Pablo Neruda, 1973 yılındaki Şili darbesinden üç gün sonra hayata veda etti. Bugün geriye yüzlerce şiiri, Şili’de müze haline getirilmiş olan üç tane evi kaldı. 





14 Ağustos 2016 Pazar

Piyer Loti




Julien Viaud nam-ı diğer Piyer Loti. Ufak tefek, koca kafalı, iri kavisli burunlu biriydi. Hani ailelerde ‘tekne kazıntısı’ adı verilen, ağabeyleri ve ablaları ile arasında büyükçe yaş farkı bulunan, anne ve babalarının yaşlılığında dünyaya gelmiş ve bu yüzden fazla ilgilenilmemiş çocuklar vardır ya, işte Julien’de onlardandı. Üstelik yüzündeki sedef lekeleri gözlere hiçte hoş görünmüyordu. Hele hele uzun deniz yolculukları sonunda derisi güneş ile rüzgârdan yandığında, görünüşü büsbütün çirkinleşiyordu. Nitekim yazar Claude Farrere, onu ilk gördüğünde Kahire Müzesi’ndeki Ramses Mumyasına benzetir ve “Karşıdan bakınca sadece gözdü, sanki her zaman fal taşı gibi açık, hareketsiz sabit gözler. Yarı yarasa, yarı kedigözü.” der. Çöp gibi ince görünümü nedeniyle adalelerini geliştirmek için cambazhanede çalışmayı deneyecek kadar yapısından memnun değildi.
Doğum yeri olan Batı Fransa’nın Atlas Okyanusu üzerindeki Rochefort kentindeki ilk eğitim günlerinde, arkadaşları ve öğretmenleriyle anlaşamayan içine kapalı bir çocuktu. Davranışlarında bir günü diğerine uymuyor, özel bir yeteneği de görünmüyordu. Hatta öğretmeni; “Bu çocuk hiçbir zaman Fransızca yazmayı başaramayacak.” yargısında bulunmuştur. Ailesi ve ailesinin kadınlarıyla –anne, hala, abla- yaşamıştır. Tahiti’deki ağabeyinin gönderdiği mektuplarda yer alan, yabancı ve tropikal ülke hayranlığını körükleyen bilgiler onu daha çok ilgilendiriyordu. İçine kapanıklığını aşmanın yolunu hatıra defteri tutmak, resim yapmak ve piyano çalmakta buluyordu.
                Denizci olmak istemesinde, ailesinin geçmişinde bir hayli denizcinin bulunması kadar, uzak denizlerde uzun süre dolaştıktan sonra oralardan getirdiği eşyalar ve nebatlar arasında tropik bir yaşam süren amcasına özenmesi de rol oynadı. Ama hepsinden önce eğitimini yatılı bir okulda devlet hesabına yapıp, ailesine yük olmama zorunluluğu vardı. Çünkü belediyede başkâtip olan babasının mali durumu oldukça bozuktu. Parlak bir öğrenci olmaması, 1856’da on altı yaşındayken girdiği bahriye okulu sınavında başarı sağlamasını engelledi. Paris’e gidip bir yıl çalışmanın sonucunda nihayet seksen kişi arasında kırkıncı olarak kazanabildi.
                18 yaşındayken katıldığı eğitim gezilerinde Fransa’nın Atlantik Sahillerini tanıdı. Yirmisindeyken ikinci sınıf subay adayı olmuştu ve Akdeniz’i, Kuzey Afrika’yı, Atlantik Okyanusu’nu, Brezilya’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Kanada’yı dolaştı.
                Julien, bu ilk dünya turunda en çok içine kapanıklıktan sıyrılmanın sevincini yaşadı. Çeşitli ülkelerin birbirinden farklı insanlarını hele kadınlarını değerlendirmek için çok gençti. Ama öğrenme isteği de yadsınamazdı. Deneyimlerinin, hele karşı cinsle ilişkileri konusunda ileri sürdüklerinin ne kadarı gerçek ne kadarı hayal ürünü bilinmez. Bunların kendisinden başka tanığı yoktur. 1870 Şubat’ında altı gün kaldığı İzmir’de Osmanlı Toplumu’yla ilk temasa geçmenin sonucunda ileri sürdüğü yargılar; Avrupa’dan Uzak Doğu’dan ve Afrika İslam Toplumlarından farklı bir yapıyı gözlemlediğini ortaya koyuyor.
                “Boyalı ve yıldızlı kayıklarda meraklı ve rengârenk elbiseler giymiş insanlar bizi izliyordu. Bütün vadilerden uzun deve kervanları, yavaş yavaş büyük doğu kentine doğru iniyorlardı. Uzakta siyah servisler ve ince minarelerle dolu görünen bu kentten harikalar bekliyorduk, zira her şey renkli ve orijinaldi. Oysa bizi tam bir hayal kırıklığı bekliyormuş.
                


Bir gün bizi, seller gibi yağan yağmurun altında, düzensiz ve sanatsız inşa edilmiş evlerin oluşturduğu karmaşıklığın altında karaya çıkardılar. Her şeyden bir parça vardı; Türkler, İranlılar, Rumlar, Yahudiler, İngilizler, develer ve sokakların acayip ırkını oluşturan küçük serseriler.
                Doğuya, bütün büyülü yanlarıyla doğuya, şairlerin ve seyyahların tasvir ettikleri şekliyle doğuya, İzmir’in eski çarşı mahallelerinde rastlanır. Bu Türk pazarlarının öyle garip görünüşleri vardır ki, orada olan her şeyin gerçekliğinden şüphe edilir ve eski doğu öykülerinin peri masallarını andıran ortamına taşınmış sanır insan kendini… Bu peri masallarından çıkıldığı zaman Avrupalıların mahallesine geçilir ve bizim bu halklarınkine nazaran son derece soğuk ve aptalca uygarlığımızla karşılaşılır.”
1876 yılının 3 Mayıs’ında yaşamını ve sanatla olan ilişkisini kökünden değiştirecek bir yolculuğa çıktı. İki Avrupa devleti konsolosunun Müslüman halk tarafından linç edilmesi üzerine, Selanik’teki Avrupalıların güvenliğini sağlamak üzere gönderilen Couronne adlı savaş gemisine atandı. Uğradığı limanlarda karaya yalnız başına çıkmayı adet haline getiren Julien, Selanik’te de aynı yola başvurdu. İki buçuk ay Selanik’te kaldıktan sonra 1 Ağustos1876’da İstanbul’daki Gladiaeur gemisine nakledildi ve 17 Mart 1877’ye kadar orada kaldı. 7 aylık süre boyunca Galata-Beyoğlu bölgesinde kalmakla yetinmeyerek, yazarlık merakıyla İstanbul tarafına geçti ve Türk yaşamını tanımaya çalıştı; Türkçe öğrendi, aldığı eşyaları evine götürüp Türk köşesi kurdu.
                İki yıl sonra Paris’te Aziyade adında bir roman yazdı. Alışılmışın aksine kitapta bir yazar ismi yoktu. Kitabın kapağına konan güzel bir doğulu kadın resminin okuyucunun ilgisini çekmek için yeterli olacağını düşünmüş olmalıydılar. Kitap haremle ilgiliydi; İngiliz Bahriyeli Teğmen ile Abidin Efendinin dördüncü karısı Aziyade’nin yasak aşkını anlatıyordu.1877 Mart’ında teğmenin görevli olduğu savaş gemisine İngiltere’ye dönme emri verilir. Aziyade ve teğmen bu ayrılışa gözyaşı dökerler. Ama iki tarafta birbirinden kopmamakta kararlıdır. Teğmen İngiltere’deyken bu yasak aşk Aziyade’nin kocası tarafından öğrenilir ve Aziyade güneş görmeyen bir odada ölüme terk edilir ve çok geçmeden ölür.  İstanbul’dayken Osmanlı ordusuna girmek için başvuruda bulunan teğmen İstanbul’a döner. Aziyade’nin başına gelenleri öğrenir, çok üzülür. Aziyade’nin mezarını ziyaret eder. Aslında kitaptaki İngiliz Teğmen Loti’nin kendisidir.



1903’te İstanbul’da elçilik koruma gemisinin süvariliğine atanma olasılığı gündeme geldiği andan itibaren büyük bir rahatsızlık hissetmeye başladığını günlüklerine yazmıştır. ’Otuz yıllık İstanbul’da yaşama rüyasının gerçekleşmek üzereyken engellenmesi’ endişesini kafasından atamadı. O kadar ki, bundan vazgeçilirse ‘her şeyinin, ününün, onurunun, eserinin ve anılarının yıkılacağından’ korkuyordu. Belki de uzun yıllar önemli bir eser verememiş olmanın etkisi altındaydı ve İstanbul’dayken kendisinden bir şeyler bekleyenleri tatmin edememenin endişesi içerisindeydi.
Atama emri gelince ‘son derece melankolik bir alt-üst oluşun’ etkisini yaşamaya başladı. Eski olaylar, Aziyade’nin ‘tatlı kaderi’ yeniden canlandı. ‘Eskiden olsaydı yaşamımı zevkle dolduracak bir karar, ama bugün İstanbul’un bütün çekiciliği benim için küçük bir mezara kapanmış durumda’ diye kaydediyordu. Aslında asıl endişesinin gençliğinde yaptıklarını aynen tekrarlayamamaktan geldiği, bir yaşlılık psikozu içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Sadece 53 yaşındaydı ama yirminci yüzyılın başında bu sayı yaşlılık olarak algılanıyordu.



İstanbul’a dönerken, Pire’de uzun bir aradan sonra ilk kez Türk kahvesi ile nargile içip Türkçe konuşarak, Türkleşme yolunda ilk adımlarını attı. 10 Eylül 1903’te İstanbul’a gelen ve Beykoz’da demir atan Vautour gemisine yerleşti. Beykoz’un son derece Türk olan köy havası, yaydığı Türk kokuları ve nihayet sessizliği delen müezzinin ezanı, rüyasının gerçekleştiğine, tatlı ve melankolik bir sürgün geçireceğine onu inandırmaktaydı. Bu ortam içinde Aziyade’yi ve onunla geçirdiği tatlı günleri anmaya başladı. Rochefort’taki evinin oryantal odasındaki oryantal giysiler göz önünde bulundurulduğunda, zaman zaman yapay yaşadığı doğulu hayatın yerine tam zamanlı bir Türk olmayı gerçekten düşünüyor muydu acaba? Burası biraz şüphe götürmesine karşın, Türk kamuoyunda uyandırdığı sempati sonucunda ‘İstanbul şehri fahri hemşerisi’ olur.
Can Çekişen Türkiye yapıtı, Türkiye’nin Batı dünyası ile arasındaki ilişkiyi konu edinir. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türkiye’nin haklarını galip Avrupa ülkelerine karşı savunan yazılar yazar. Mütareke döneminde işgal altındaki İstanbul’da, onun Türk dostu kimliğine dayanarak bir cemiyet kurulur. Bu derneğin düzenlediği bir konferansta, Türkiye’nin siyasal bağımsızlığına kavuşma yolundaki direnişini işgal kuvvetlerinde yankılar uyandıracak biçimde dile getirir. Kendini Türklere bir caddeye ve kahvehaneye ismini verdirecek kadar sevdirir.




Loti’nin eserleri şunlardır: Aziyade, İzlanda Balıkçısı, Bir Sipahinin Romanı, Madam Krizantem, Bir Çocuğun Romanı, Acıma ve Ölüm Kitabı, Karanlık Yol Üzerindeki Yansımalar, Mutsuz Kadınlar, Can Çekişen Türkiye, İlk Gençlik, Zavallı Genç Bir Subay.



6 Ağustos 2016 Cumartesi

LOUİS ARAGON (1897-1982)






Kendimle uzlaşmak gibi bir arzum yok, olmadı da hiç. George Brassens’in bestelediği ve yaygınlaştırdığı ‘Mutlu Aşk Yoktur’, 1943’te yazdığım bir şiirin dizesidir. Söz konusu mutsuzluk işgal yıllarının mutsuzluğu. Fransa’nın içinde bulunduğu o acıklı durumda mutlu bir aşk olabilir miydi? Ortak bir mutsuzlukta bireysel mutlulukların olamayacağı teması; o zamanlar işlediği bu tema, aslında hemen hemen yazdığım tüm yapıtlarda da var. Gerçekten, bu şiirde ortaya çıkan sorun, mutlu aşkın olup olmayacağı değil, mutlu çiftin olup olmayacağıdır. Kadın-erkek çiftini erkeğin ve kadının en yüce şekli olarak düşündüğümü söylemiştim. Umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk taşır.”
                Aşk ve özgürlük üzerine şiirleriyle ünlü Fransız şair ve romancı Aragon, Paris’te dünyaya geldi. Gerçek soyadı Andrieux’tur. Tıp öğrenimi gördükten sonra 1. Dünya Savaşı sırasında askere alındı. Askerlik arkadaşları arasında geleceğin ünlü edebiyatçıları Andre Breton ve Paul Eluard da vardı. Bu arkadaşlarıyla dostluğunu ve daha başka sanatçıları Anicet (Anicet ou le Panorama; 1921) adlı romanında anlatmıştır. Aragon, savaştan sonra arkadaşlarıyla birlikte Dada adlı edebiyat topluluğuna katıldı. Dada’cılar 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk ortamında her türlü baskıya ve toplumsal kurala, özellikle şiirde anlama karşıydılar. Örneğin Aragon’un bu dönemde yazdığı bir şiir, alfabedeki harflerin rastgele sıralanmasından oluşuyordu. 1919’da Philippe Soupault ve Breton ile birlikte Litterature adlı Gerçeküstücü dergiyi kurdu. Gerçeküstücülük akımı her türlü sanat ve düşünce anlayışını kökten değiştirmeyi amaçlıyordu. Bir köylünün Paris izlenimlerini gerçeküstücü anlayışla anlattığı le Paysan de Paris (Parisli Köylü) romanı 1926’da yayımlandı.
1927’de Fransız Komünist Partisi’ne giren Aragon’un sanat ve düşün yaşamında köklü değişmeler oldu. Toplumcu-Gerçekçi anlayışa yönelerek Gerçeküstücülerle ilişkisini kesti, sanat ve edebiyat konularında partinin sözcülüğünü üstlendi. Bu dönemde yazdığı romanlarında Fransız toplumunun insan tiplerini, toplumsal gerçeklerini sergilemeye ağırlık verdi. Le Monde reel (1933-44; Gerçek Dünya) adıyla yayımladığı dört ciltlik roman dizisinde özellikle zenginlerin yaşam biçimi üzerinde duran Aragon, onların bencilliklerini, çürümüşlüklerini, işçilerin yaşam koşullarını ve özlemlerini dile getirdi. Bu romanlardan ikisi Kibar Semtler (les Beaux guartiers; 1936) ve Çalardı Basel’in Çanları (les Cloches de Bâle; 1933) adıyla Türkiye’de de yayımlandı. Partinin 1939-40 dönemindeki öyküsünü anlattığı altı ciltlik roman dizisi les Communistes (1949-51; Komünistler) ve 1810’lar Fransa’sını konu alan la Semaine sainte (1958; Kutsal Hafta) gibi romanlarında Toplumcu-Gerçekçi çizgisini sürdürdü.
1930’da Charkov’da toplanan devrimci yazarlar kurultayına katılan Louis Aragon, 1937 yılında J. R. Bloch’la birlikte toplumcu değerleri savunan akşam gazetesi ‘Ce Soir’i’ kurdu. İki yıl sonra askere gitti. İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllar Aragon için hiç de kolay geçmedi. Fransa’nın kuşatılmasıyla birlikte daha ilk günden direniş mücadelesine başlayan yazar, kalemini faşizme karşı verilen mücadelenin hareketlenmesi ve Fransız kültürünün savunulması için kullandı. Direnişçi yazarların merkezi haline gelen C. N. F.’e bağlı olarak yasadışı yayımlandığı şiir ve hikâyeleri ile yeni tarihsel göreve yakışır boyutlar getirdi. Özgürlük temasını işlediği ve çoğu şarkı ya da marş olarak bestelenen şiirleri dilden dile dolaşarak yaygınlaşıyor, direniş önderlerinden General De Gaulle, Cezayir radyosundan Aragon’un şiirini okuyarak halkı direnişe katılmaya çağırıyordu. Kararlı ve çok yönlü mücadelesini savaştan sonra da sürdürdü. Bu çabaları 1957 yılında Barış Ödülü kazanmasının da başlıca nedeni oldu. 1944’ten başlayarak uzun yıllar, sanat ve edebiyat dergisi Les Letters Française’de yazıları çıkan Aragon, 1967-1968 yılları arasında Akademie Goncourt üyeliğinde bulundu.



Geniş kapsamlı ve çok yönlü yapıtları sadece Fransa için değil 20. Yüzyıl dünya edebiyatı için de önem taşıyan Aragon, Fransa’da burjuva sanat anlayışına karşı bir seçeneğin yaratılabileceğini ve bunun yaygınlaştırılabileceğini kanıtladı. Tarihsel olayların olduğu kadar ilerici Fransız edebiyatına da dayanan eserleri, bir sanatçının toplumsal süreçleri aydınlatma ve dünyayı değişime uğratma sorumluluğunun çok usta bir kanıtını oluşturdu.
1928’de tanıştığı ve 1939’da evlendiği Rus kökenli Elsa Triolet için yazdığı aşk şiirleri Aragon’un şair olarak ünlenmesinde büyük rol oynadı. Bu şiirlerde anadilini ustalıkla kullanıyor, yeni imgelerle büyüleyici bir hava yaratıyordu. Aragon, geleneksel Fransız şiirinin yanı sıra Doğu şiirinden, özellikle de Arap ve İran şiirlerinden esinlendi. Doğu şiirindeki gizem ve Tanrısal güçleri yüceltme, Aragon’un şiirinde Elsa’yı, Elsa’nın aracılığıyla da kadını yüceltmeye dönüşüyordu.
Eşi Elsa Triolet’in Sovyet edebiyatından yaptığı çeviriler sayesinde kendi çizgisini daha da geliştiren Aragon, Rus edebiyatının ve onun önde gelen yazarlarının Fransa’da tanınmasına önayak oldu. Zaten onun Sürrealist akımdan koparak toplumcu çizgiye yönelten nedenlerden biri de Rus edebiyatıyla tanışması oldu. Dost çevresi onu Dadacılık ve Gerçeküstücülük akımının içine çekmek istese de dünyayı güzelleştirme isteği yıkıcılığı ilke edinen Dadacılığa baskın çıktı. Bir dönem içinde yer aldığı Sürrealist akımın etkisiyle yazdığı Paris Köyleri adlı eserinde Paris’in zengin görüntüsünün eşliğinde akla güvenmeyen ve tüm umudunu hayal gücüne bağlayan yeni estetik anlayışının örneklerini verir. Yapıtlarında Paris burjuvazisinin çok sert dille eleştirilmesinin yanı sıra, toplumun devrimci yolda değiştirilmesi çağrısı vardır. Sovyet halkının geleceğe yönelik başarısını övdüğü kadar, üslup açısından ünlü Rus şair Mayakovski’nin etkilerini taşır. Yürek Sancısı şiiriyle, 1941’de milyonlarca Fransız’a ulaşan Louis Aragon, bilinçli biçimde şiirdeki ulusal geleneklere yönelerek, kuramsal temellere dayanan ölçü ve uyak düzeni içinde şiire yeni bir görünüş kazandırır. Fransa’nın kuşatılması sırasında ise yazdığı şiirlerle bir yandan yaşananlara tanıklık eder bir yandan da direnişe önayak olur.
Bitmemiş Roman adlı kitabında olduğu gibi, şairin sözcüğe bağlanış içinde bütünleşmiş bir dünya sevgisini tek başına arayışına geri dönerek bakar. Bu hep yeni bir sevinç içinde duyulan tüm insani özlemleri giderici sevgi, geniş kapsamlı felsefi düşünceyi de oluşturur. Aragon, şiirde olduğu kadar romanda da son derece başarılıdır. İlk roman dizisi Gerçek Dünya’da, burjuva toplumunu çok farklı kesimler ve olaylar içinde ele alırken insanlığın geleceğine yönelik bir öngörü de barındırmaktadır. Basel’in Çanları’nda ise Aragon, yüzyılın başlarında Fransa’daki gerçekliği üç kadın tipini ele alarak vermeye çalışır. Dizinin ikinci kitabı Kibar Semtler’de yazar burjuvazinin temsilcisi iki kişinin çizdiği iki ayrı yolu vererek yaptığı çözümlemeyi bir adım öne götürür.
Yirminci yüzyılın ortalarında yayımladığı Kutsal Hafta romanıyla Fransa’da büyük yankılar uyandıran Louis Aragon, 1815 yılı Paskalya Haftası’ndan bir kesit içinde Fransa tarihine dönerek burjuva toplumunun palazlanmasıyla işçi hareketini aynı anda verir. Bu arada bireyin tarihsel olaylarla olan ilişkisini de göz önünde tutan yazar, çeşitli sanatsal araçları kullanarak gelecekle bir köprü oluşturur.
Türkiye’de Elsa’ya Şiirler, Elsa’nın Mecnun’u ve Mutlu Aşk Yoktur adlarıyla yayımlanan bu şiirlerde Aragon aşk, özgürlük, mutluluk temalarını işliyordu. 1953-72 yılları arasında Les Letters Française dergisinin yayın yönetmenliğini yapan Aragon, makale ve denemelerinde Fransız ve Sovyet edebiyatını inceledi. Elsa’nın 1974’te ölümünden sonra evine çekilen şair, bütün çabasını şiirlerini gözden geçirmeye harcadı.  24 Aralık 1982’de Paris’te yaşamını yitiren Louis Aragon, arkasında edebiyat tarihine yazılan onlarca eser bırakmıştır.




SANA BÜYÜK BİR SIR SÖYLEYECEĞİM
                                        

Sana büyük bir sır söyleyeceğim 
Zaman sensin
Zaman kadındır ister ki hep okşansın 
Diz çökülsün hep 
Dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına 
Bir taranmış, 
Bir upuzun saç gibi zaman
Soluğun buğulandırıp sildiğin ayna gibi
Zaman sensin, uyuyan sen 
Şafakta ben uykusuz seni beklerken 
Sensin gırtlağıma dalan, bir bıçak gibi
Ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın
Bu mavi çanaklarda kan gibi
Durdurulmuş zamanın işkencesisin
Ah bu daha beter işkence hiç mi hiç giderilmemiş istekten
Bu göz susuzluğundan sen yürürken odada
Bense bilirim büyüyü bozmamak gerektiğini
Daha beter seni kaçak
Seni yabancı bilmekten
Aklın ayrı bir yerde, gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan
Tanrım ne ağırdır sözcükler
Asıl demek istediğim bu
 
Hazzın ötesinde sevgim
Hiç bir zararın erişemeyeceği yerde bugün 
Sevgim
Sen ki benim saat-şakağımda vurursun
Boğulurum soluk alıp vermesen
Tenimde bir duraksar ve yerleşir adımın
 
Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden, pencerelere doğru akşamüzeri
El kol oynatışından, söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan
Korkuyorum senden
 
Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam 
Sevgilim



MUTLU AŞK YOKTUR

İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü, ne güçsüzlüğünü, ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur

Hayatı bu, silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur

Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur

Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yoktur

Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da
YALNIZ İNSAN
Yalnız insan merdivendir
Hiçbir yere ulaşmayan
Sürülür yabancı diye
Dayandığı kapılardan

Yalnız insan deli rüzgâr
Ne zevk alır ne haz verir
Dokunduğu küldür uçar
Sunduğu tozdur silinir

Yalnız insan yok ki yüzü
Yağmur çarpan bir camekân
Ve gözünden sızan yaşlar
Bir parçadır manzaradan

Yalnız insan kayıp mektup
Adresi mi yanlış nedir
Sevgiler der fırlatılır
Kim bilir kim tarafından