Röportaj
Ömer L. Bakan
Anlat dostum Firdevsi!
Yoksul bir
ailenin çocuğu olarak 1953 yılında Sivas Zara'da doğdum. Biz başkalarının eski
elbiselerini giyerek büyüdük. Yamalı elbiseler ile. Yedi yaşımdayken heykelin
ne olduğunu bilmezdim ama çamurdan at, eşek heykelleri yapardım. İlkokulda yeteneğimi
keşfeden öğretmenlerim yoksul olduğumuz için yatılı öğretmen okullarına
yönlendirdiler beni. Sınavı kazanarak Yıldızeli Pamukpınar İlköğretmen Okulu’na
girdim. Orada resim öğretmenim Muharrem PİRE idi, benim ilk resim öğretmenimdi.
Kendisi şimdi meşhur bir ressam ve Ankara'da yaşıyor. Bende bir yetenek görmüş
olmalı ki beni İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim
Semineri'ne hazırlamaya
başladı. Benimle birlikte yedi kişi daha vardı ama orayı kazanan tek ben oldum.
Eğitimime orada devam ettim. Fakat ilk yıl uyum sağlayamadığım için sınıfta
kaldım. Kısa yoldan mesleğe atılmam gerekiyordu bu nedenle Pamukpınar’a geri
döndüm ama orada çok köklü bir eğitim aldım. Öğretmenlerimden Hamdi Dicle şu an
Antalya’da yaşıyor. Mezun olduktan sonra ilk görev yerim Gaziantep Islah Evi oldu. Benim İstanbul'da okuduğum vakitler
Deniz Gezmiş hareketinin olduğu dönemdi. Deniz Gezmiş’in asıldığı dönemdi aynı
zaman da. Tabii bütün bu olanlardan etkilendik. Islah evindeyken öğretmen
örgütü olan TÖBDER'e üye oldum ve sonrasında yönetici olarak sendika
yönetiminin içine girdim. Eğitimimi devam ettirme olanağım olmadığı için daha
iyi yerlere gidip eğitim alamadım. Bir yandan politik bir mücadelenin içerisine
girmiştim. O bütün zamanımı alıyordu zaten. Diğer her şeyi unutmuş bir kenara
koymuştuk. Arkasından 1980 yılları… 12 Eylül, işkenceler, ceza evi, eğitimden
uzaklaştırma… Tabii resim tutkusu hep içimde kaldı, hep içimi dürtükledi ama
hiç bir zaman olanak bulamadım. 2004 yılına geldiğimizde oğlum elinde bir
dosya, içinde resim kâğıtları ve kalem silgi ile geldi. O zaman resme başladım.
O günden beri resim yaparak aradaki farkı kapatmaya çalışıyorum. Yani hayatımız
çok acılarla dolu geçti.
Biraz 12 Eylül olaylarını, öncesini ve sonrasını
açsanız. Mesela sendika size neler kazandırdı neler kaybettirdi?
Bizim tek düşüncemiz vardı; ülkenin
emperyalizme bağımlı olması ve giderek daha çok bağlı hale gelmesi bizi çok
rahatsız ediyordu. Öte yandan yoksul kitlelerin giderek artması üzüyordu bizi. Bunlara
karşı bir örgütlenme gerekiyordu, bir karşı duruş gerekiyordu. O nedenle bunu
bir ihtiyaç olarak hissettik yani sorumluluk duyduk. Biz bu işe tertemiz
duygularla sarıldık, hiç bir çıkar gözetmeden. Her şeyin bir bedeli vardır ya bunun
bedelleri de sadece kendi açımdan değil bütün aydınlar ve gençlik açısından çok
acı yaşandı. Yaptıklarım konusunda pişmanlık duymadım sadece resim sanatından
uzaklaşmamın önemli bir eksikliğini yaşadım. O zamanlar ‘devrim kitlelerin
eseridir’ deniyordu ve sanata karşı bir uzak duruş vardı. Biz de onun etkisinde
kaldık. Oysa sanatı kullanarak da bir direniş verilebilirdi. Bu bizim en önemli
eksikliğimiz olmuştur. O dönemki hareketler açısından da önemli bir
eksikliktir. O zamanlar devletin bir sanat politikası vardı. Şimdi yok. Sanat
politikası gereği İstanbul Çapa’da bir müzik ve sanat bölümü açıldı. Devletin
amacı buradan sanatçı yetiştirmekti yani biz sanatçı yetişmek üzere
seçilmiştik. Devlet daha sonra bu sanat olaylarından da elini çekti. Eğer biz Avrupa
ülkelerinden birinde yaşıyor olsaydık devlet mutlaka elimizden tutardı. Bizde
sanat açısından gerekli hizmeti sunardık.
12 Eylül sonrasında ne oldu peki?
12 Eylül’den
sonra sanat hep beni dürtüklemiştir. Ama hiçbir zaman o ortamı yakalayamadım. Çünkü
ekmek parası gerekiyordu, çocuklarımız olmuştu. Dekorasyon işleri yapmaya başladım.
İlk önce tabela yazdım, becerim oydu. Arkasından duvar kâğıdı ve döşeme
işlerini de yapabilirim diyerek onu da ekledim. Ben bunları yapmaya çalışırken
bazı insanlar dükkânları dolaşıp bu adam komünisttir sakın bu adama iş vermeyin
diye önümü kesmeye çalışıyorlardı. Buna rağmen işimi ciddi ve düzenli yaptığım
için müşterilerim oldukça çoktu. Ama bir yandan da göreve dönmek istiyordum,
çünkü düşüncelerimden dolayı görevimden alınmıştım. Tabii ki bu 12 Eylül’ün
sonucuydu ve bunu hazmedemiyordum. 1990 yılında mahkeme kararı ile göreve
döndüm. Arkasından geriye dönük haklar için dava açarak gene sendika içinde
mücadelede yer aldım. 2004 yılında emekli oldum. O zamandan beri evimi atölye
olarak kullanarak çalışmalarıma devam ediyorum.
Geriye dönük açtığınız davaları kazandınız mı? Suçunuz
düşünce suçumuydu sadece?
Evet, geriye dönük
açtığım davaları kazandım. Tutuklanma sebebimde düşünce suçuydu. Ben öyle
olaylar gördüm ki… Mesela; Kilis’te polis özellikle spor ayakkabı giyen gençleri
şüpheli olarak algılayıp minibüse dolduruyor ve “On dört kişiyi gözaltına aldık.”
diye merkeze bildiriyorlar. Yolda polisin birinin aklına geliyor ve sayıyor, on
üç çıkıyor. Tekrar sayıyor yine on üç çıkıyor. Merkeze de on dört olarak
bildirmişler sayıyı. “Hadi şurada top oynayan çocuklardan bir tanesini alalımda
on dörde tamamlayalım.” diyorlar. Ben ceza evine girdiğimde bu çocuk bir
senedir hiç mahkemeye girmeden idam ile yargılanıyordu, çünkü işkence zoruyla
bir sürü faili meçhulü üzerine yıkmışlardı. 12 Eylül böyle bir dönemdi.
Çıktıktan sonra ne yaptınız? Kesinleşmiş
cezamıydı?
İlk mahkemede
tahliye oldum. İkinci mahkemede de beraat ettim, çünkü suçlayacak bir şeyleri
yoktu. Arkadaşlarımız işkenceden öldüler. Dışarı çıktığımda kendimi özgür
hissedemedim, zaten çıkar çıkmaz bu defa asker kaçağı olarak gözaltına aldılar.
Yaklaşık on beş gün karakollarda zor koşullarda betonun üstünde yattım. Askerlik
şubesine getirdiler asker kaçağı olarak. “Ben asker kaçağı değilim.” dedim. Bana bir ay kadar tolerans tanıdılar. Yaklaşık
bir ay sonrada İstanbul Çatalca'ya er olarak askere gittim. Askerliğimi
bitirdikten sonra geldim dekorasyon işlerine başladım, tabii çok zor koşullarda
para yok pul yok… Eşimle tanıştıktan sonra hemen evlendik 1980 yılında. Ama gözaltılar,
ceza evi, askerlik sebebiyle yaklaşık beş yıl bir araya gelemedik. Sonrasında
benden dolayı eşimi de suçlu görerek onu da gözaltına aldılar. Bu ayrıntılara
fazla girmek istemiyorum, çünkü hayatımız roman gibi acılarla dolu. Ben dükkânımı
açtığımda o Ağrı Dağı’ndaydı. İki yıl tayinini yapmadılar. Askerler gelip beni
sınıftan aldıktan sonra ertesi gün eşimi de almışlar. O zaman Demet yeni doğmuştu,
kırk günlüktü. 12 Eylül dönemi bizim için böyle başlamıştı. Bir araya gelmemiz
bile çok zor olmuştu. Bu tür şeyler çok fazla problem yaratıyor. Evlilik
ilişkilerinde de çok problem yaratıyor. Sağ olsun eşim her şeye rağmen
direnmesini bildi.
Peki, sen bu travmayı atlatabildin mi?
Ayakta kalmayı
becerebildik. Büyük ölçüde atlatabildik, ama ne kadar sağlıklı kalabildim farkında
değilim, çünkü mutlaka izler bırakıyor. Gözaltında bulunduğum zamanlarda,
birinci şubelerde bir yandan günlerce çığlık seslerini duymak bir yandan soğuk
ve tüm bunlara rağmen uyuyabilmek çok zordu. Ben o dönemleri konuşurken bile
geriliyorum, ürperiyorum.
Hapisten çıktıktan sonra içerideki insanlarla karşılaştın
mı? Seni tanıyan oldu mu?
76 döneminde üç
arkadaşımla beraber götürdüler. Gözbağlarının altından manyetoyla elektrik
veren kişiyi tanımladım. Dışarı çıktığımda gazetelerde resmini gördüm adı Uğur
Gür'müş onu tanıyabildim. Bana işkence yapanın Uğur Gür olduğunu ve o ekibin
başında olduğunu o zaman anladım. 12 Eylül’de de “Hiç değilse çay içtiğin bir arkadaşının adını
ver.” dediler. Bende “Herkesle çay içerdim.” dedim. Hiç kimsenin adını
vermedim. Çünkü çok aşağılık bir olay. Teslim olanların içinden olmadık
kişilerin adını verenler mutlaka olmuştur. O şartlara dayanabilmek gerçekten
zor. Ben her şeye rağmen ölmeyi göze aldım, bunun insanlık dışı bir şey
olduğunu fark ettim ve konuşmadım.
Senin gibi çok az insan dayanabilir buna, çok
çabuk çözülür insan, orada direnmek kolay değil.
Bana dediler ki
“Şimdi eşini getireceğiz, göz bağını çözeceğiz. Buradaki on, on beş kişi
hepimiz sıraya girip önüne arkasına cop sokacağız.” Bu tamamen devletin bir
politikasının sonucu, kişilerin değil. Çünkü devlet istese bütün bunlara engel
olurdu. Kenan Evren, uluslararası tepkiler karşısında biz işkence yapmıyoruz,
onu yapmıyoruz bunu yapmıyoruz diye o dönemlerde bas bas bağırıyordu, ama o bunları
söylerken aynı anda binlerce kişiye işkence yapılıyordu.
Bir soru daha sorayım ve ondan sonra sanata
başlayalım. Türkiye'de solcu olmak nasıl bir şey?
Türkiye'de sadece solcu olmak değil,
yanlışlara karşı muhalif olmakta suç oluşturuyor. Türkiye'de hortumcular, soyguncular
ceza evinin bir kapısından girer öbür kapısından çıkar. Çıkarken de “Türkiye
seninle gurur duyuyor!” diye sloganlar atarlar. Böyle bir ülke burası. Bu
nedenle eğer sistemin yanlışlarına karşıysan suçlusun demektir, ülkeni
seviyorsan ülkenin insanlarını seviyorsan suçlusun demektir, sömürgeye karşı
çıkıyorsan suçlusun demektir, düşünceni söylemek istiyorsan ve söylüyorsan
suçlusun demektir. Biz böyle bir ülkede yaşıyoruz. Ama aydınlar ve sanatçılar
her koşulda doğruları söylemekten geri durmamalı bence.
Çoğu durmuyor ama duranlarda var. Böyle bir
tecrübeden sonra resimlerine baktığımda bir anlatım var ki doğayla bütünleşmiş,
doğadan aldığı bir takım küçük parçacıkları hikâye haline getirmiş. Neden böyle
yumuşak resimler var. Çok fazla renkte kullanmıyorsun.
Biz düşünce olarak
son derece hümanist insanlarız. Yani biz bir karıncayı bile incitmekten çekinen
insanlarız. O hümanizm içimizde her zaman var oldu. Biz güzellikleri ortaya
çıkararak çirkinlikleri kapatalım istiyoruz. Duygusal, şiirsel bir görünüm
mutlaka var resimlerde. Ama bunların içerisinde geçmişin yıpranmışlığı, acıları,
yaşanmamışlıkları da vardır sanıyorum. Çünkü ben kendi resmimi yapmaya
çalışıyorum, kendimi resimlerde ifade etmeye çalışıyorum. Her yapanda kendini
ifade ediyordur, eğer ticari olarak bakmıyorsa resme. Çünkü ticari bakmak
sanatı öldürüyor. Yani içinde mutlaka yaşadıkları vardır, özlemleri vardır,
duyguları vardır. Yaşamadığı ne varsa bunları yansıtıyordur. Önemli olan
bunları görebilmek tabii ki. Bu da eğitim düzeyi ile alakalı bir şey. Şu andaki
eğitim sistemine baktığımızda sistem çökmüş durumda. Öğrenciler yarış içerisine
sokularak sanattan, sportif ve kültürel faaliyetlerden uzak tutuluyorlar. Böyle
yetişen bir toplumda sanata ilgi elbette az olacak dolayısıyla sanatçılarda çok
olmayacaktır.
Ya da bunları anlamaya çalışmak için zamanları
olmayacaktır. Senin gibi naif bir insanın düşünce suçundan yargılanması çok
garip. Hep güzellikler var ortada çünkü. Şimdi eşine sormak istiyorum, Firdevsi'nin
karısı olmak nasıl bir şey?
Biraz zor. Sanatçı
bir insanın eşi olmak kolay değil. Ama eşler birbirini tamamlarmış genellikle, onun
için birbirimizi tamamlıyoruz. Mesela birimiz gerçekçiyiz, birimizinse hayal
gücü daha fazla. Benim hayal gücüm azdır, bu anlamda o beni tamamlıyor bende
gerçekçiliğimle onu tamamlıyorum.
Bir insanı hayal dünyasından koparmak, gerçekleri
yüzüne söylemek ne kadar doğru sizce?
Koparmak
istemiyorum aslında, ama bazı koşullarda insanlara mutlaka gerçekleri göstermek
gerekiyor. Hayal zarar verebiliyor, çünkü insanı beklentiye itiyor. Gerçekleşmeyince
de hayal kırıklığı oluyor. Bende bundan korkuyorum.
12 Eylül’de Firdevsi’ye yapılanlar size yapılsaydı…
Evet, böyle birçok
insan vardı çevremde. Mesela bir bayan vardı, o bana büyük bir güç verdi. On
beş gün gözaltında tutulduktan sonra çıkarılıp yarım saat sonra tekrar içeri alınıyordu
ve bu durum birkaç kez tekrarlanmıştı. Otuz metre karelik bir gözaltı
yerindeydik. Orada dişlerini fırçalıyor, sporunu yapıyordu. O koşullar içerisinde
elinden ne geliyorsa değerlendiriyordu. İşte o bana güç verdi. Sonuçta bizim
bir suçumuz yoktu. Ben suçlu olduğuma inanmıyordum. Çünkü bu sistemin getirdiği
bir şeydi. Hatta polise “On beş gün sonra çıkaracaksın beni.” dedim. Güldü ve “İki
dakika sonra geri alırım ben seni.” dedi. “Olabilir. Siz yaparsınız.” dedim
bende. Ama buna rağmen suçsuz olduğumuza inanıyorduk. “Hangi gazeteyi okuyorsun?”
gibi sorular sordular. Biz öğretmeniz. İnsanları aydınlatmamız gerekiyor,
dolayısıyla her türlü yayını okumamız gerekiyor. Gerçektende okumaya çalışırdım
gücüm oranında. Bu şekilde yaşamaya devam ettik. Zaten o koşullarda eşimi
bırakamazdım. Birbirimize ihtiyacımız vardı. Bir darbede benden yememesi
gerekirdi. İnançlarımızda ortaktı. Duygusal anlamda da maddi manevi anlamda da inişli
çıkışlı hayatımız oldu, ama birbirimize kenetlenmeyi bildik ve bu günlere kadar
geldik.
Ev içerisinde resim yapması seni rahatsız ediyor
mu?
Ev içerisinde
tabii ki zor oluyor. Çok dağınık oluyor ve dağınıklığı toplamakta zor oluyor.
Ev hep toplu olmak zorunda mı?
Biz öyle
alıştık. Ama şimdi çocuklar insana birçok şey öğretiyor. Bizim çocuklar “Anne,
babam yapsın. Burası onun dekoru.” dediler. Ben ev düzgün olacak diye
şartlanmıştım. Çocuklar “Babamı rahat bırak ve destek ol.” deyince bende o
anlamda yumuşadım.
Firdevsi: Boyaların yerinin değişmiş, fırçanın
oradan kaldırılmış olduğunu görünce sinir oluyordum ya da resimle ilgili koyduğum
bir dergi yerinden kaldırıldığında. Onu yerinde bulamadığım an konsantrasyonum
bozuluyor. Aslında ayrı bir atölye şart, ama koşullarımızdan dolayı onu
oluşturamadık.
Bende dağınık bir insanım, ama o dağınıklık benim
düzenim. O dağınıklık içerisinde ben aradığım şeyi hemen buluyorum.
Eşi: Bizim oturma alanımız aynı zamanda
onun çalışma alanı. Televizyon izlemeyi ve bizimle birlikte olmayı seviyor. Ayrıca
pencere kenarında çalışmaktan hoşlanıyor. Çalışması için evde bunların hepsi
aynı anda olacak. Dolayısıyla biz de o dağınıklık ile yaşamak zorundayız. Bizim
çocuklarda dağınık. Temizlik yapayım, düzenleyeyim gibi bir kaygıları yok. Ev
dağınıksa bile oturup kitap okuyorlar. Şimdiki gençlik farklı, bizim büyürken
aldığımız eğitimler farklı.
Ayak uydurabiliyor musunuz?
Uydurmaya
çalışıyoruz. Ben biraz fazla yoruluyorum. İşleri paylaşmak gerek. Firdevsi ile
bazı kurallar koyduk ve paylaşmaya başladık. Ben o zaman rahatladım. Yük sadece
benim üstümdeyken çıldırma noktasına geliyordum. O zamanda gergin oluyor, olmayacak
davranışlar gösteriyordum.
Firdevsi’nin yaptığı resimlerde kendinden bir
şeyler bulabiliyor musun?
Evet, ben
çiçekleri çok severim. Sürekli çiçek alır bahçemde yetiştiririm. O da benim çiçek
sevdamdan etkilendi herhalde sürekli doğa ile ilgili resimler yapıyor.
Resimlerinde başka hangi konu ya da konuları
işlemesini isterdin?
Şimdiki resimlerinden
önce işkence resimleri yaptı. Görenlerin çoğu da beğendi. Ama kendimi alıcı olarak
düşündüğümde duvarımda sürekli işkence görmek istemem, beni rahatlatan resimleri tercih ederim. O
yüzden çiçek resimleri yapmasını seviyorum.
Firdevsi: Aslında güzel resim yoktur. İyi resim
kötü resim ya da iyi fotoğraf kötü fotoğraf vardır.
Eşi: Güzel derken eve bir neşe, bir
canlılık versin anlamında söylemiştim.
Bu yaşadığın olaylardan sonra protest resimler yaptın
mı diye soracaktım, ama işkence resimleri yapmışsın.
Çok az miktarda
yaptım. Yaşadığım olayları bir şekilde ifade etmem gerekiyordu, ama sürekli
sloganist resimler yapmaktan da uzak durdum. Çünkü o tür sanatsal çalışmaların
derinliği ve ömrü yoktur. Sloganist şiirler yazarsan, resimler çizersen uzun ömürlü
olmaz yaptıkların. Sadece içinde olduğu döneme hitap eder.
Yaptığın işkence resimlerindeki amaç senin içinde
bulunduğun durumu geleceğe aktarmak değil mi?
Bu resimlerdeki
ifadeler o üzüntüleri, ayrılıkları eminim ki taşıyorlar. Tabii okumasını bilmek
gerekiyor.
Ama ben senin gibi taşıdıklarına inanmıyorum.
Düşünsel
anlamda sanatçı gerek yaptığı resimlerle gerekse sözleriyle sisteme mutlaka
müdahale etmeli. Mesela 12 Eylül’ün mahkûm edilmesi gerekiyor. Mahkûm edilmeden
bu ülkeye zaten demokrasi gelmez. 12 Eylül’deki zulmün, akıttığı kanın hesabının
mutlaka sorulması gerekir, bu sorulmadan insanca yaşamın başlangıcı kurulamaz.
Ruhlar rahat bırakılacak, özgürlüklerine
kavuşacaklar. Yaşayanlarda belki çektiklerinin cezasının verildiğinin farkına
varacaklar. Bu yüzden 12 Eylül mutlaka yargılanmalı. Kenan Evren'in resim
yapmasına ne diyorsun?
Katil bir insan
ressam olamaz. Belki özenebilirler ama katiller gerçekten sanatçı olamazlar. Kenan
Evren, Fikret Otyam’ın bir resmini kopyalamıştı ve benim resmim diye piyasa
sunmuştu Fikret beyde dava açtı. Sanırım bir liralık bir tazminat davasıydı. Kenan
Evren kendisi resim yapamaz, ancak başkalarının resimlerini çalarak kendi
resmim diye lanse edebilir. Canlılara zarar veren bir insandan gerçekten
sanatçı olmaz.
Sanat konuşacağız diyoruz ama dönüp dolaşıp yine
siyasete geliyoruz. Ne zaman bitiyor senin elmalar gelincikler?
Aslında sonsuza
kadar sürebilir. Kullandığım nesne sadece doğadaki bir görüntü değil. Ben onu
kendime göre değiştirip dönüştürüyorum. Çoğu zamanda bir semboldür onlar. Ne
zaman bıkarsam ya da seriyi ne zaman tamamlarsam ondan sonra başka bir konuya
geçeceğim.
Var mı düşündüğün bir konu?
Düşündüğüm çok
şey var aslında. En çok ilgimi çekende ayakkabılar. Çünkü insanın statik
konumda belirleyicisi. Mesela işli, yırtık köylü ayakkabıları ya da bir
burjuvanın giymiş olduğu ayakkabı. Bunlar insanın sosyal durumunu gösteren
çarpıcı şeyler, bu yüzden ayakkabılar dikkatimi çekiyor. Ayrıca yaşadığım yerde
kömür madeninde çalışan işçiler var. Kömür artıklarından kömür toplayan
yüzlerce insanın durumları, yaşam tarzları da ilgimi çekiyor, ileride bunları
yapabilirim. Kısaca insanı ilgilendiren, insana dair ne varsa resimlemek
isterim. Ama insanın ömrü buna yetmez. Ne kadarını yapabilirim bilmiyorum. Son
nefesime kadar resim yapmaya devam edeceğim. Bunlardan para kazanacağım diye
bir gayem yok. Amatör bir ruh ile yapıyorum. Resimlerde de bir ruh olması
gerektiğine inanıyorum. İzleyici ile resim arasında empati kurulabilinirse o
zaman asgari şekilde resmim olmuş diyorum.
Tabii izleyen içinde öyle. Ya o resim içinden
kendine bir şeyler alacak ya da kendinden bir şeyler görecek. Sanatçı ile
sanatsever arasında ilişki kurmak, o empatiyi sağlamak için sanırım onlara
biraz yardımcı olmak gerekiyor. Çünkü sanattan anlayanda var anlamayanda.
Eşi: Sıradan insanların resimdeki ruhu
görmesi için yardımcı olmak gerekiyor. Biz eğitmeniz, eğiteceğiz. Herkes sadece
okul ile yetişemez. İnsanın anlaması gerekiyor, merak edip araştırması
gerekiyor. Dolayısıyla farklı kesimlere hitap etmek zorundayız.
Firdevsi: İnsanlar iş bulma derdindeyse, iş
bulanlarda yaşama derdindeyse elbette sanatla ilgilenecek zamanları olmayacak. Eğer
bu ülkede eşit bir paylaşım olabilirse, insanlar adam gibi ücret alıp adam gibi
yaşamaya başlarlarsa gazeteye, tiyatroya, resim sergilerine zaman ve para
ayıracaklardır. Sanat ve edebiyat ancak o zaman gelişebilir. İnsanların %80’ini
yoksul bırakırsanız devlet olarak, o ülkede elbette sanatçıya ilgi olmayacaktır.
Eşi: Devlet eskiden yeteneklerini fark
ettikleri çocukları toplayıp yetenekleri doğrultusunda eğitiyormuş. Ama şimdi tesadüfen
bir öğretmen ya da aile farkına varırsa ancak o zaman çocuğunu kurtarabiliyor. Sadece
matematik ve Türkçe öğretiyoruz ama hayat bunlardan ibaret değil. Ben matematik
öğretmeni olduğum için fen sınıflarına bakıyorum. Bir sınıfa girdim, Türkçe
matematik sınıfı. Çocukların hiçbir bilgisi yok. Onlar benden nefret ediyor ben
onlardan nefret ediyorum. Yıl sonunda bir sergi oldu ve o benim hiçbir işe
yaramaz gözüyle baktığım çocuklar çok güzel şeyler üretmişler. O zaman anladım ki
ben bu çocuklara yanlış bakıyorum onlarında farklı yetenekleri var. Bunları
bulmamız gerekir. Bir çocuğun illâki matematik zekâsı olmayabilir. Bu da eğitim
sisteminin çarpıklığından kaynaklanıyor. O işe yaramaz dediğim çocuklar benim
gözümde büyüdüler.
Hapse girdiğinde neden geldin diye sorarlar, sende
dersin işlemediğim bir suçtan dolayı. Onlarda buradaki herkes suçsuzdur der.
Eşi: Ama toplumda en yakın arkadaşlarınız
bile size suçlu gözüyle bakıyor. Bir dönem dışladılar mesela. Aslında
korktukları için öyle davrandılar.
Firdevsi: İnsan hiç ölmeyecek gibi yaşamalı ve
ölünceye kadarda üretken olmalı bence.
Eşi: İnsan ömrü çok kısa. Daha önümüzde
çok yıllar var diyorsun ama bir bakmışsın gelmiş, geçmiş. Ben çok düşündüm düşüncelerimizi,
duygularımızı yazayım diye. Ama bazı şeyleri belgeleyemedik. Öyle insanlar
tanıdık ki orada, o koşullar altında mücadele etmesini, orada yaşamasını biliyor.
Çocukları bile hapishanede büyüyor. Hayranlık uyandırdı bende. Yaşam kavgasıydı
onunki. Polisler bile yılmıştı ondan. İfade verirken altı-yedi polisin
hakkından geliyordu.
O günün karmaşasından bugüne kadar geliyorsun.
Bugünse farklı karmaşalar var; kapitalizmin getirdiği bir takım kavramsal kargaşalar.
İnsanların tek amacı var o da para. İnsanlar kimliklerini bile kaybettiler.
Şimdi kimliksiz bir yaşam var. Bilgi çağı deniliyor ama bilgi yok, fikir yok.
Firdevsi: İnsanlar ikilemler arasında
sıkıştırılıp oraya hapsediliyorlar.
Eşi: İnternette birçok bilgi var ama doğru
mu yanlış mı belli değil. Bunları denetleyebileceğiniz bir kaynak yok.
İnternet insanları hem çok fazla tembelleştirdi
hem de yanlış, eksik ve yetersiz bilgiler çok fazla. Artık üniversitelerde
yazılan tezler bile çok fazla basitleşti. Hiç kimse çaba harcayarak bitirme
tezi hazırlamaya çalışmıyor. Eskiden
araştırmak için günlerce kütüphanelere kapanırdı insanlar. Ama şimdi küçücük
odasından her şeye erişiyor.
Firdevsi: YÖK 12 Eylül’ün yarattığı bir kurum
ve YÖK ile birlikte bilimsel araştırmalarda tarihe karıştı. TÜBİTAK’a müdahale
ediliyor. Bunun daha ötesi olabilir mi?
Peki, nereye kadar gidecek bu böyle?
Biz insan olarak
doğru bildiğimiz ne varsa onu yapmaya çalışacağız. Galileo dünya dönüyor
dediğinde dünyanın döndüğüne inanan tek kişidir. Ama bugün dünyanın döndüğünü
herkes biliyor. İnsan ömrü küresel süreç içerisinde bir nokta bile değildir
zaman olarak. Tarihsel süreç olarak değerlendirmek gerek bunları. Yarına,
çocuklarımıza bu düşüncelerden biraz kırıntı bırakırsak onlar o ışığı yayacak,
çoğalarak genişleyecektir. Belki de dünyayı değiştireceklerdir.
Ama o kırıntılardan hiç ders çıkarmıyorlar.
Firdevsi: Bugün olmasa bile yarın elbet
olacaktır. Çünkü tarihsel sürecin akışına bakıldığında önce sistem yıkılmış.
Tabii bu kısa süreç içerisinde de iyiye değil kötüye giden bir sonuç yaşıyoruz.
Fırtına biraz uzun sürebilir. Ama her durgunluğun ardından yine bir fırtına
gelir.
Konuşmalarınızdan art niyetli olmadığınız çok
belli. Bunun zararını geçmişte gördünüz hala görüyor musunuz?
Tabii geçmişte
yaşadıklarımın zararını mutlaka görüyorum. Çünkü bu insanın beynine yerleşiyor.
Ama var olan ilişkilerde de zarar görüyorsunuz. Bir insana güveniyorsunuz, bir
süre sonra bakıyorsunuz ki kötülük yapıyor o zaman hayal kırıklığına
uğruyorsunuz. Bu seferde daha seçici olmaya çalışıyorsunuz. Öylede olmak
gerekiyor. Ben kimseyle selamı sabahı kesmeyi istemem en sıradan insanla bile.
Çünkü bizde sıradan insanlarız. Resim yapıyor olmak bir farklılık yaratsa da
bizde oralardan geldik. O insanlara da bir şekilde ışık göstermenin yolunu
bulmak gerektiğine inanıyorum.
Son olarak ne söylemek istersin?
Nasihatten
hoşlanmam ama insanlar bilimin gösterdiği ışıktan ayrılmadıkları sürece ya da
bilimi kendilerine rehber ettiklerinde bence daha doğru, daha insancıl bir
bakış açısına sahip olacaklardır.
Harika!
YanıtlaSilTEŞEKKÜRLER AYSEL HANIM
YanıtlaSilTEŞEKKÜRLER AYSEL HANIM
YanıtlaSil