1 Ağustos 2014 Cuma

"SMYRNA GÜNLÜKLERİ 4" (SON)


BEN ESKİ ZAMAN AŞIĞIYIM,
SEVMEK KADAR KATLANMAK TA GELİR ELİMDEN.
OKTAY RIFAT



-Aramızdaki nedir?
-İlla tanım mı olması gerekir?

Gece, ne zaman, nasıl, neden uyumuşum, hatırlayamadan, zihnim uyandı; gözlerim kapalı, elimi yatağın sol tarafına attığımda; yoksun. Senin sıcaklığından yoksun olduğumu fark ettim. 
Gözlerimi açtım; gerçekten dün gecem de yok muydun? Yine kahve kokusu, yine küçücük ayaklarının -sessizce tırmandığın- merdivenlerdeki sesiydi, beni kendime getiren. Başımı sağa çevirdiğimde, önce kıvır kıvır saçını, sonra yüzünü, göğüslerini ve çırılçıplak bedenini gördüm. Basamak basamak izledim seni. Dışarıda "GEVREEEK" diye bağıran adam ve ardından sessizlik. Yatak ta kahve keyfi, ayrılacağımızın arifesinde, ritüel halini aldı. Biz nasıl ayrılacaktık, buna kim izin verecek ti? Sen mi, ben mi, yoksa ikimizde mi? Üç bilinmeyenli denklem gibi yaşadıklarımız, konuştuklarımız, seviştiklerimiz. Bunca çabalarımdan sonra, o sabah, seni ikna etme gayretimden vaz geçtim. Her şeyi oluruna bırakacaktım(!) ve kesinlikle de öyle yaptım. Birden "Haydi o koya gidelim." dedim ve alelacele hazırlanıp, yola koyulduk. Havadan sudan sohbetle geçti yolculuğumuz. Koya iyice yaklaştığımızda birden bire sordum? "Beni seviyor musun?" Duraksamadan cevapladın. "Evet" dedin. Ardından, "Biz şimdi ayrılıyor muyuz?" dedim. Yine duraksamadan, "Evet" dedin. Kafam karışıyor yine, hem seviyor, hem de terk ediyor. Sustum. Artık bu konu hakkında kesinlikle konuşmayacağım! Söz verdim bana. Yoruldum. Madem öyle istiyor, öyle olsun, dedim, içimden. Kıyıya yürürken, "Sen, beni terk edemeyeceksin, yine beni çağıracaksın." Dedim, bana verdiğim sözü bir kez daha yerine getiremedim, durmadan çabalıyorum, durmadan bir şeyler söylüyorum. Sustu. Cevap vermedi. Gözlerinin dolduğunu fark ettim; denizle, gökyüzünün birleştiği yere boş boş bakıyordun: Beyaz atlı prens değil de, Beyazlara bezenmiş küçük bir yelkenli bekliyor gibiydin. Birden çocukluğumuzun masalları geldi aklıma.



Çocukken masallara nasıl da inanırdık, değil mi? hayatımızın o masallardaki gibi olacağını düşünürdük. Beyaz elbiseler içindeki prens seni dağların en zirvesindeki şatosuna götürecek; atının terkisine attığı gibi seni, uçarcasına gideceksiniz, gün batmadan. Geceleri yatağına yattığında, gözlerini kapar, bunları düşünürsün. Sanki fantezilerin gerçekleşecekmiş gibi, buna canı-ı gönülden inanırsın. Çeşitli masal kahramanları gelir, geçer, gözlerinin önünden, aklından. Hepsi o kadar gerçek gelirdi ki sana, hayallerinin tatlarını bile alacağını sanırdın. Aslında bir şeyler eksikti, önemli bir malzeme yok, neden hatırlamıyorsun? Eninde sonunda büyürsün. Bir gün gözlerin açılır ve masallar kaybolur. Pek çok insan güvenebileceği şeylere ve insanlara sarılır. Olay şu ki aslında, masallardan asla tam olarak vaz geçemiyorsun. Hemen herkes bir gün o çok hayallerini kurduğu masalın içinde uyanacaklarına dair bir inancı, bir umudu her zaman içinde taşır. Her şey bittikten sonra, elinde inançların kalır. Hiç tahmin etmediğin bir anda, karşına dikiliverir. O gün, masalın, tahmin ettiğinden biraz daha farklı olduğunu anlarsın. Şato ise, şato olmasa da olur. Önemli olan sonsuza kadar yaşamak değil, yaşadığının mutlu bir an olmasıdır. Bazen insanlar seni şaşırtabilir, bazen ise nefesini bile keser. Bizler yetişkiniz, ne zaman büyüdük. Ne yazık ki, diş tellerini geçip, sutyen takacak yaşa geldiğinde sorumluluk üzerine yapışıyor. Tamam, sorumluluktan kaçılmaz. Ya bununla yüzleşirsin, ya da sonuçlarına katlanırsın. Yine de yetişkin olmanın iyi tarafları var. Giydiğin harika elbiselerden tut da, harika sevişmelerine kadar, sana ne yapman gerektiğini söyleyen ebeveynlerin olmaması çok güzel bir şeydir ve seni özgür kılar veya özgür olduğunu sanırsın. 


Şu anda beni duymuyorsun, ben sadece, sonra okursun diye, sana yazıyorum. Her yerde, haleler ve yiyebildiğin kadar açık büfeler olan o ışığa gitmen için, karşı konulmaz istek duyduğunu da biliyorum. Sadece yaşa. Bana, sana, bize bu iyiliği yapabilir misin? Yollara ağla. Önünde o kadar çok gidebileceğin yollar var ki, hepsi seni bekliyor, hepsi seni çağırıyor, hepsi seni... Eğer, benim sınırlarım var diyorsan, sen bilirsin. Ama sınırlar başkalarını dışarıda tutmaz, seni içeriye hapseder. Ben, şunu iyi biliyorum ki, başka bir açıdan bakarsan, manzara harikadır. Mutlaka sırların vardır: Açıklamadığın, açıklayamadığın sırların en büyük sorunu budur. Sırlar da, kötü olaylar gibi, üst üste gelir. Her şeyi ele geçirene kadar içinde birikirler, yığılırlar. Onlar içindeki tortu birikintileridir. Sonunda içinde sırlardan başka hiçbir şeye yer kalmaz. Sırlar seni öyle bir doldurur ki, patlayacak gibi olursun. Sen sırlarını açıklamanın verdiği rahatlığı unutmuşsun. Sonuçları iyi de, kötü de olsa, istersen açığa çıkarabilirsin, beğensen de, beğenmesen de. Sırlar açığa çıktı mı, arkalarına saklanman da gerekmez. Sırların en büyük sorunu, kontrolün sen de olduğunu sansan bile, aslında olmamasıdır; esas dikkat etmen budur. Sahi başka hangi sırların var senin? Masal kahramanların kimlerdi veya var mıydı? Ben sen de neyim, bir masal kahramanın mıyım, gerçeğin miyim, ya da sırrın mıyım, içinde biriken.



Kahvaltı masasına oturduğumuzda bu düşüncelerimden sıyrılıp etrafımla ilgilendiğimi fark ettim. Pek kimse yoktu dikkat çeken, saat daha erkendi, gelirler elbet etraf dolar taşar. Ben onları inceleyeceğim, hikâyelerini okuyacağım yüzlerinden ve sana anlatacağım. Doyduk. Kalktık, incir ağacı altındaki masaya oturduk. Yaşadıklarımızdan, içtiklerimizden, uyuyamadıklarımızdan ikimiz de yorgunuz; içimiz ha geçti, ha geçecek. Suskunuz. Pek konuşmuyoruz. Deniz suyu acaba önceki günkü gibi soğuk mu? Dayanabilecek miyiz çelik gibi soğuk suya. Girmeden suya anlaşılmaz tabi. Kendimize gelmek adına atlıyoruz suya. Şaşırtıcı, su çok güzel, ne çabuk ısınmış su, adeta sevişiyoruz ılık suyun şahitliğinde: Vaz geçemiyoruz yeniden birbirimizden. Biz nasıl ayrılacağız, kafamın içinde bu soru sürekli dönüyor.
Tekrar incir ağacı altındaki masamıza dönüyoruz, bedenlerimiz ıslak, bırakıyoruz kendimizi kurumaya. Ben, 'Bento'nun Eskiz Defteri' adlı kitabı çantamdan çıkartırken, sen de eline 'Kavim' adlı kitabı almışsın bile. Konuşmamanın en güzel gerekçesi kitap okumaktı. Ben kendimi kitaba veremiyorum. Sen az kalan sayfalarıyla romanı bitirmeye niyetlisin. 



Benim gözüm etrafta, hikâyesini okuyacağım birini, birilerini bulmak istiyorum. Bakınıyorum, çayımı yudumlarken. Derken bir kadın giriyor tesisten içeri. Uzun boylu, biçimli vücudu, dolgun göğüsleri, yürüyüşü, kendinden emin duruşu, hemen dikkatimi çekiyor. Telefonu çalıyor ve sertçe konuşuyor; yüzünden, mimiklerinden belli. Ardında, annesi ve babası olduğunu tahmin ettiğim, yaşlıca bir çift. Baba mutsuz, nereden geldik buraya der gibi etrafına bakınıyor. Anne kayıtsız adamın yanında, ona bir şeyler söylüyor. Kadın hâlâ telefonda, karşısındakine fırsat vermeden konuşuyor, mimikleri ve hareketleri gittikçe sertleşiyor. Akıl-misafiri oluyorum konuşmalarına, bir tek kelimesini duymadan. Belli ki sevgilisiyle konuşuyor. Sevgilisi evli, bayram tatilini, karısıyla ve çocuklarıyla geçiriyor. Kadın bundan hoşnutsuz ve bu hoşnutsuzluğunu sert bir biçimde adama haykırıyor. Bütün yılı benimle geçiriyorsan, bayramı da benimle geçireceksin, diyor. Ben burada neler çekiyorum, biliyor musun, diyor. Mecbur kalmış annesiyle babasının kaprislerine. Hem de onu çok özlemiş, daha ayrılalı iki gün olmasına rağmen. Sen değil miydin, boşanacağım, bu ilk özgür bayram tatilimiz olacak, diyen. Sen beni ne sanıyorsun, kullanıp ortalığa atılacak kadın değilim. Bu yaptıklarını fitil fitil burnundan getireceğim, bak öyle canın çektiği zaman kapımı çalabilecek misin? Yok, sana bundan sonra, sarımsağı nerede yiyorsan, ağzını da orada kokutacaksın. Hele o aldığın evi üzerime yapma, dikileceğim karının karşısına, anlatacağım her şeyi. Artık adam telefonda ne dediyse, sıkıysa yap bakalım, diyor kadın, seni rezil ediyor muyum, etmiyor muyum, bak konuşma dediğimi yaparım biliyorsun, diyor. Adam ne dediyse sakinleşiyor birden bire. Gülümsüyor, eriyor telefonun karşısında, işaret parmağı ağzına gidiyor, seksi bir biçimde parmağını, tırnağının üstünden hafifçe ısırıyor. O anda tüm kavga bitiyor, bu ayrı tatil adama kaça patladı acaba, zavallı mı, desem ne desem bilemedim. Kadın istediğini elde etmenin dayanılmaz hafifliğiyle hınzırca kocaman öpücük yollayıp telefonu kapatıyor. Babasını ve annesinin yanına doğru gidiyor. Birden durup tekrar telefonu açıyor. Hangi noterde buluşacağız, diye soruyor ve adama maliyetin bol sıfırlı olduğu ortaya çıkıyor. "Kahve içelim mi?" diye soruyorsun, ben de "İçelim." diyorum. Kahvelerimiz geldiğinde sigaramı yakıp bana uzatıyorsun; sigarayı bırakma çabana rağmen bunu tekrar tekrar yapıyorsun. Yapma. Yeniden kitaplarımızı elimize aldığımızda, bu sefer kendimi kitaba vermeye kararlıyım ama ne gezer. Sana bir şey soruyorum, başını kaldırmadan “beş-on sayfa kaldı, sonra konuşuruz” diyorsun. Belli ki sorumu anlamamışsın bile, anlasaydın eğer mutlaka kitabı bir kenara bırakır, kedi gibi yanıma sokulurdun. Bento’nun eskiz defterini bir kenara bırakıyor, etrafla ilgilenmeye başlıyorum. Tam o sırada kapıdan yanında genç bir kızla bir kadın giriyor içeriye. Kadın fark edilmeyecek gibi değil, genç kız sıradan biri gibi. Kadın ellili yaşlarda, bakımlı, vücut –derler ya mermer gibi- mükemmel, kısacık plaj elbisesinin içinden biçimsel bir bütünlük sağlayan oranlar. Krem rengi elbise sanki el örgüsü nü andırıyor, ama iyi bir markanın bu yaz ki koleksiyonundan olduğu kesin. Yüksek, ince topuklu terlik mi, yoksa ayakkabı mı bilemedim ama ince bileklerinin bütününe hitap ediyor. Gözlük ha keza öyle. Saçlar kısa, biçimlendirilmiş, ıslak gibi ama değil. Kuaförün el attığı kesin ve ya kendisi yapmış, narin uzun parmaklarının becerisiyle. Sadece ileriye doğru bakıp, etrafla hiç ilgilenmiyor, biraz uzağımızdan geçip yerde yayılmış minderlerin üstüne çantasını bırakırken, yanındaki kıza başıyla işaret edip sanki “otur” diyor. Kız o işarete hemen karşılık verip, oturuyor. Kadın şöyle bir etrafına bakarken bir an için göz göze geliyoruz ve bundan sonra birbirine hiç benzemeyen bu iki kadına akıl misafiri oluyorum. Bu mesafeden kulaklarım ne konuştuklarını asla duyamaz. Bu gün aklım hep hınzır düşünüyor. Kadın üniversiteyi bitirdikten sonra yurt dışına gidiyor, iki yıl o ülke senin, bu ülke benim dolaşıyor. Ülkesine döndüğünde artık çalışmak zorunda olduğunu hissediyor, hep aileden istenmez ya bu lanet para, kendi parasını, kendisi kazanması gerek. Cumartesi gecesinden kalan tortuların getirdiği baş ağrısı ile uyandığında, sert bir kahve ile kendine gelmeye çalışırken, annesinin masanın üzerine serdiği ve üzerinde sebze artıklarının bulunduğu eski bir gazete gözüne çarpıyor. Seri ilanlar sayfası açık bir şekilde, yarı nemli gazete ilgisini çekiyor. Oturuyor masaya, ilanlara göz atıyor, biri ilgisini çekiyor. YÖNETİCİ ASİSİSTANI ARANIYOR. Devamını okuyor, telefon numarasını not alıp, tekrar yatağa dönüyor. Pazartesi sabahının ilk ışıklarına kadar yataktan çıkmıyor ama uyuyamıyor da. O işe mutlaka girmeliyim diyor, kendi kendine konuşurken. Kalkıyor, tek tük araba sesleri geliyor kulağına, cama yaklaşıyor, dışarıya bakarken “ilginç bir gün olacak” diyor. Ve oluyor da. Saat tam dokuzu gösterdiğinde telefonu çeviriyor, henüz cep telefonu kullanımı yok. İlan için aradığını söylüyor. Sekreter kız şaşkınlıkla “hangi ilan” diyor, “yönetici asistanı aradığınız ilan” diyor. Karşı taraf biraz sessiz kalıp “ama o ilan üç ay önceydi” diyor. Bizim ki şaşırıyor bu defa, biraz sessiz kalıp “olsun ben yine de görüşmek istiyorum” diyor. Sekreter olmaz falan derken, kapıdan patron giriyor. Konuşmalara şahit oluyor. Nedir mesele diyor, sekreter özetleyip anlatıyor, patron, çağır gelsin diyor, saat beşe randevu veriyor. Sen halâ kitabını bitirme gayreti içerisindesin ve benim akıl misafirliğimden haberin yok. “Sen kitabını bitir” diyorum, aklımı tekrar kadına doğru kabartıyorum. Karşısındaki kıza anlatmaya devam ediyor. O gün saat tam beşte sekreterin karşısına lacivert döpiyes, siyah ipek çorap, yüksek topuk ayakkabı ve ipek bluzunun içinde, kışkırtıcı ama çok açık olmayan dekoltesiyle dikiliyor. Önce parfüm kokusu giriyor patronun odasına, sonra kendisi. Gözler birbirine kenetlenirken, ne kadar sessiz kaldıklarını ikisi de bilmiyor. İlk toparlanan kadın oluyor, akıcı diliyle kendini tanıtıyor. Cv’sini masanın üzerine bırakıyor. Uzun bir sohbetten sonra İzmir’in en lüks restoranlarının birinde karşılıklı oturuyor sohbete devam ediyorlar. Ve kadın o gecenin sonunda işe alınıyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen aynı yerde, aynı masada, aynı kişi ile birlikte çalışıyor. Geldiği yer farklı gözükmese de, bir ömür paylaşıyor adamla. Sakin ama bir o kadar dinamik, gizli ama bir o kadar ortada, aşk ile ama bir o kadar sevişken, mutlu ama bir o kadar huzurlu, sessiz ama bir o kadar bağırırcasına hayat sergiliyorlar ortalık yerlere. Adamın karısı, çocukları, iş dünyasının ileri gelenleri ve tüm şehir bilse de, kimse bu birbirine âşık ikiliye sesini çıkaramıyor. Adam şimdi torun sahibi, kadın doğurganlığını yıllar önce yitirmiş ve çocuğu yok ve sımsıkı birbirine tutunmuş iki insan. “O şimdi ailesinin, torunlarının yanında bayram tatilinde, biz ikimiz de burada bunları konuşuyoruz” diyor karşısındakine. Gözleri biraz nemlense de, kendine hâkim oluyor, “hadi kalk suya gir” diyor, genç kıza, kız kalkıyor suya doğru yürüyor. Arkasından bakarken tekrar gençlik yıllarına dönüyor kadın, bu sefer gözlerinden iki damla yaş süzülüyor ama çabuk toparlıyor kendini. Garsona sipariş veriyor ve genç kızın dönüşünü bekliyor; belli ki anlatacak daha çok şeyi var. Bundan sonrasına akıl kabartamıyorum. Senin kitabın bitmiş, karnın acıkmıştı. Biz de siparişlerimizi verip sakin geçen günün bitmesini iki kez daha suya girerek bekliyoruz. Arada konuşuyoruz, ama ne konuşuyoruz, inan hiç hatırlamıyorum. Artık deli-mavi masa örtüsü üzerinde çilingir soframızı kurmanın zamanı gelmişti bile, kalktık yola koyulduk.

Bu akşam ikimiz de yorgunuz; zihnimiz de, bedenimiz de yorgun. Bu sefer ben çıkartıyorum çilingir sofrasının malzemelerini. Hazırlıklar tamamlanınca geliyorsun masaya. Bir-iki kadeh içtikten sonra, “uzanacağım” deyip, içeriye gidiyorsun, giderken de yarım saat sonra kaldır demeyi ihmal etmiyorsun. Ben devam ediyorum, notlar alıyorum düne bu güne dair. Bak ne yazmışım sana “Degrade bir şekilde geçmeliydik birbirimize, sert geçişler önümüzü kesecekti ve kesti de.” Anladın mı beni, hangimiz istedik ki bu sertliği, ikimiz de istememiştik. Uzun bir süre sonra sessizce yanıma geldin, hatta neden uyandırmadın diye de kızmıştın. Uyandıracaktım ama itiraf edeyim ki ben istemedim. Yine aynı şeyler konuşulacak ve ben seni ikna etmeye çaba göstereceğim. İstemedim. Oturdun. İçtin. Hem de çok içtin. Beni bile geçtin, sarhoş olmaya yüz tutan zihninden ne geçtiyse artık, bana onu anlatmaya başladın. Hani şu yedi sene birlikte olduğun o var ya, işte onu anlattın uzun uzun. Ne gerek vardı. Neden anlattın, anlayamadım. Hem beni hem de kendini bozdun. Gece cehennem oldu ikimize. O saatten sonra ne seni susturmak, ne de yatırmak mümkün oldu. Sarhoştun, sarhoştum, sarhoştuk. Ama itiraf edeyim: O geceden sonra daha da sıkı bağlandık birbirimize ve ayrılmamaya karar verdik, iyi oldu be kadın…

ÖMER L.BAKAN
190820132322KÇKDRHVRN
O GÜNLERİ TORTULARI YAŞATACAK BİRBİRİMİZİ.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder