BEN ESKİ ZAMAN AŞIĞIYIM,
SEVMEK KADAR KATLANMAK TA GELİR ELİMDEN.
OKTAY RIFAT
-Aramızdaki nedir?
-İlla tanım mı olması gerekir?
Gece, ne zaman, nasıl, neden uyumuşum,
hatırlayamadan, zihnim uyandı; gözlerim kapalı, elimi yatağın sol tarafına
attığımda; yoksun. Senin sıcaklığından yoksun olduğumu fark ettim.
Gözlerimi açtım; gerçekten dün gecem de yok muydun?
Yine kahve kokusu, yine küçücük ayaklarının -sessizce tırmandığın-
merdivenlerdeki sesiydi, beni kendime getiren. Başımı sağa çevirdiğimde, önce
kıvır kıvır saçını, sonra yüzünü, göğüslerini ve çırılçıplak bedenini gördüm.
Basamak basamak izledim seni. Dışarıda "GEVREEEK" diye bağıran adam
ve ardından sessizlik. Yatak ta kahve keyfi, ayrılacağımızın arifesinde, ritüel
halini aldı. Biz nasıl ayrılacaktık, buna kim izin verecek ti? Sen mi, ben mi,
yoksa ikimizde mi? Üç bilinmeyenli denklem gibi yaşadıklarımız, konuştuklarımız,
seviştiklerimiz. Bunca çabalarımdan sonra, o sabah, seni ikna etme gayretimden
vaz geçtim. Her şeyi oluruna bırakacaktım(!) ve kesinlikle de öyle yaptım.
Birden "Haydi o koya gidelim." dedim ve alelacele hazırlanıp, yola
koyulduk. Havadan sudan sohbetle geçti yolculuğumuz. Koya iyice yaklaştığımızda
birden bire sordum? "Beni seviyor musun?" Duraksamadan cevapladın.
"Evet" dedin. Ardından, "Biz şimdi ayrılıyor muyuz?" dedim.
Yine duraksamadan, "Evet" dedin. Kafam karışıyor yine, hem seviyor,
hem de terk ediyor. Sustum. Artık bu konu hakkında kesinlikle konuşmayacağım!
Söz verdim bana. Yoruldum. Madem öyle istiyor, öyle olsun, dedim, içimden. Kıyıya
yürürken, "Sen, beni terk edemeyeceksin, yine beni çağıracaksın."
Dedim, bana verdiğim sözü bir kez daha yerine getiremedim, durmadan
çabalıyorum, durmadan bir şeyler söylüyorum. Sustu. Cevap vermedi. Gözlerinin
dolduğunu fark ettim; denizle, gökyüzünün birleştiği yere boş boş bakıyordun:
Beyaz atlı prens değil de, Beyazlara bezenmiş küçük bir yelkenli bekliyor
gibiydin. Birden çocukluğumuzun masalları geldi aklıma.
Çocukken masallara nasıl da inanırdık, değil mi?
hayatımızın o masallardaki gibi olacağını düşünürdük. Beyaz elbiseler içindeki
prens seni dağların en zirvesindeki şatosuna götürecek; atının terkisine attığı
gibi seni, uçarcasına gideceksiniz, gün batmadan. Geceleri yatağına yattığında,
gözlerini kapar, bunları düşünürsün. Sanki fantezilerin gerçekleşecekmiş gibi,
buna canı-ı gönülden inanırsın. Çeşitli masal kahramanları gelir, geçer,
gözlerinin önünden, aklından. Hepsi o kadar gerçek gelirdi ki sana,
hayallerinin tatlarını bile alacağını sanırdın. Aslında bir şeyler eksikti,
önemli bir malzeme yok, neden hatırlamıyorsun? Eninde sonunda büyürsün. Bir gün
gözlerin açılır ve masallar kaybolur. Pek çok insan güvenebileceği şeylere ve
insanlara sarılır. Olay şu ki aslında, masallardan asla tam olarak vaz
geçemiyorsun. Hemen herkes bir gün o çok hayallerini kurduğu masalın içinde
uyanacaklarına dair bir inancı, bir umudu her zaman içinde taşır. Her şey
bittikten sonra, elinde inançların kalır. Hiç tahmin etmediğin bir anda,
karşına dikiliverir. O gün, masalın, tahmin ettiğinden biraz daha farklı
olduğunu anlarsın. Şato ise, şato olmasa da olur. Önemli olan sonsuza kadar
yaşamak değil, yaşadığının mutlu bir an olmasıdır. Bazen insanlar seni
şaşırtabilir, bazen ise nefesini bile keser. Bizler yetişkiniz, ne zaman
büyüdük. Ne yazık ki, diş tellerini geçip, sutyen takacak yaşa geldiğinde
sorumluluk üzerine yapışıyor. Tamam, sorumluluktan kaçılmaz. Ya bununla
yüzleşirsin, ya da sonuçlarına katlanırsın. Yine de yetişkin olmanın iyi
tarafları var. Giydiğin harika elbiselerden tut da, harika sevişmelerine kadar,
sana ne yapman gerektiğini söyleyen ebeveynlerin olmaması çok güzel bir şeydir
ve seni özgür kılar veya özgür olduğunu sanırsın.
Şu anda beni duymuyorsun, ben
sadece, sonra okursun diye, sana yazıyorum. Her yerde, haleler ve yiyebildiğin
kadar açık büfeler olan o ışığa gitmen için, karşı konulmaz istek duyduğunu da
biliyorum. Sadece yaşa. Bana, sana, bize bu iyiliği yapabilir misin? Yollara
ağla. Önünde o kadar çok gidebileceğin yollar var ki, hepsi seni bekliyor,
hepsi seni çağırıyor, hepsi seni... Eğer, benim sınırlarım var diyorsan, sen
bilirsin. Ama sınırlar başkalarını dışarıda tutmaz, seni içeriye hapseder. Ben,
şunu iyi biliyorum ki, başka bir açıdan bakarsan, manzara harikadır. Mutlaka
sırların vardır: Açıklamadığın, açıklayamadığın sırların en büyük sorunu budur.
Sırlar da, kötü olaylar gibi, üst üste gelir. Her şeyi ele geçirene kadar
içinde birikirler, yığılırlar. Onlar içindeki tortu birikintileridir. Sonunda
içinde sırlardan başka hiçbir şeye yer kalmaz. Sırlar seni öyle bir doldurur
ki, patlayacak gibi olursun. Sen sırlarını açıklamanın verdiği rahatlığı
unutmuşsun. Sonuçları iyi de, kötü de olsa, istersen açığa çıkarabilirsin,
beğensen de, beğenmesen de. Sırlar açığa çıktı mı, arkalarına saklanman da
gerekmez. Sırların en büyük sorunu, kontrolün sen de olduğunu sansan bile,
aslında olmamasıdır; esas dikkat etmen budur. Sahi başka hangi sırların var
senin? Masal kahramanların kimlerdi veya var mıydı? Ben sen de neyim, bir masal
kahramanın mıyım, gerçeğin miyim, ya da sırrın mıyım, içinde biriken.
Kahvaltı masasına oturduğumuzda bu
düşüncelerimden sıyrılıp etrafımla ilgilendiğimi fark ettim. Pek kimse yoktu
dikkat çeken, saat daha erkendi, gelirler elbet etraf dolar taşar. Ben onları
inceleyeceğim, hikâyelerini okuyacağım yüzlerinden ve sana anlatacağım. Doyduk.
Kalktık, incir ağacı altındaki masaya oturduk. Yaşadıklarımızdan, içtiklerimizden,
uyuyamadıklarımızdan ikimiz de yorgunuz; içimiz ha geçti, ha geçecek. Suskunuz.
Pek konuşmuyoruz. Deniz suyu acaba önceki günkü gibi soğuk mu? Dayanabilecek miyiz
çelik gibi soğuk suya. Girmeden suya anlaşılmaz tabi. Kendimize gelmek adına
atlıyoruz suya. Şaşırtıcı, su çok güzel, ne çabuk ısınmış su, adeta sevişiyoruz
ılık suyun şahitliğinde: Vaz geçemiyoruz yeniden birbirimizden. Biz nasıl
ayrılacağız, kafamın içinde bu soru sürekli dönüyor.
Tekrar incir ağacı altındaki masamıza dönüyoruz,
bedenlerimiz ıslak, bırakıyoruz kendimizi kurumaya. Ben, 'Bento'nun Eskiz
Defteri' adlı kitabı çantamdan çıkartırken, sen de eline 'Kavim' adlı kitabı
almışsın bile. Konuşmamanın en güzel gerekçesi kitap okumaktı. Ben kendimi
kitaba veremiyorum. Sen az kalan sayfalarıyla romanı bitirmeye niyetlisin.
Benim gözüm etrafta, hikâyesini okuyacağım birini, birilerini bulmak istiyorum.
Bakınıyorum, çayımı yudumlarken. Derken bir kadın giriyor tesisten içeri. Uzun
boylu, biçimli vücudu, dolgun göğüsleri, yürüyüşü, kendinden emin duruşu, hemen
dikkatimi çekiyor. Telefonu çalıyor ve sertçe konuşuyor; yüzünden,
mimiklerinden belli. Ardında, annesi ve babası olduğunu tahmin ettiğim, yaşlıca
bir çift. Baba mutsuz, nereden geldik buraya der gibi etrafına bakınıyor. Anne
kayıtsız adamın yanında, ona bir şeyler söylüyor. Kadın hâlâ telefonda,
karşısındakine fırsat vermeden konuşuyor, mimikleri ve hareketleri gittikçe
sertleşiyor. Akıl-misafiri oluyorum konuşmalarına, bir tek kelimesini duymadan.
Belli ki sevgilisiyle konuşuyor. Sevgilisi evli, bayram tatilini, karısıyla ve
çocuklarıyla geçiriyor. Kadın bundan hoşnutsuz ve bu hoşnutsuzluğunu sert bir
biçimde adama haykırıyor. Bütün yılı benimle geçiriyorsan, bayramı da benimle
geçireceksin, diyor. Ben burada neler çekiyorum, biliyor musun, diyor. Mecbur
kalmış annesiyle babasının kaprislerine. Hem de onu çok özlemiş, daha ayrılalı
iki gün olmasına rağmen. Sen değil miydin, boşanacağım, bu ilk özgür bayram
tatilimiz olacak, diyen. Sen beni ne sanıyorsun, kullanıp ortalığa atılacak kadın
değilim. Bu yaptıklarını fitil fitil burnundan getireceğim, bak öyle canın
çektiği zaman kapımı çalabilecek misin? Yok, sana bundan sonra, sarımsağı
nerede yiyorsan, ağzını da orada kokutacaksın. Hele o aldığın evi üzerime
yapma, dikileceğim karının karşısına, anlatacağım her şeyi. Artık adam
telefonda ne dediyse, sıkıysa yap bakalım, diyor kadın, seni rezil ediyor muyum,
etmiyor muyum, bak konuşma dediğimi yaparım biliyorsun, diyor. Adam ne dediyse
sakinleşiyor birden bire. Gülümsüyor, eriyor telefonun karşısında, işaret
parmağı ağzına gidiyor, seksi bir biçimde parmağını, tırnağının üstünden
hafifçe ısırıyor. O anda tüm kavga bitiyor, bu ayrı tatil adama kaça patladı
acaba, zavallı mı, desem ne desem bilemedim. Kadın istediğini elde etmenin
dayanılmaz hafifliğiyle hınzırca kocaman öpücük yollayıp telefonu kapatıyor.
Babasını ve annesinin yanına doğru gidiyor. Birden durup tekrar telefonu
açıyor. Hangi noterde buluşacağız, diye soruyor ve adama maliyetin bol sıfırlı
olduğu ortaya çıkıyor. "Kahve içelim mi?" diye soruyorsun, ben de
"İçelim." diyorum. Kahvelerimiz geldiğinde sigaramı yakıp bana
uzatıyorsun; sigarayı bırakma çabana rağmen bunu tekrar tekrar yapıyorsun.
Yapma. Yeniden kitaplarımızı elimize aldığımızda, bu sefer kendimi kitaba vermeye
kararlıyım ama ne gezer. Sana bir şey soruyorum, başını kaldırmadan “beş-on
sayfa kaldı, sonra konuşuruz” diyorsun. Belli ki sorumu anlamamışsın bile,
anlasaydın eğer mutlaka kitabı bir kenara bırakır, kedi gibi yanıma sokulurdun.
Bento’nun eskiz defterini bir kenara bırakıyor, etrafla ilgilenmeye başlıyorum.
Tam o sırada kapıdan yanında genç bir kızla bir kadın giriyor içeriye. Kadın
fark edilmeyecek gibi değil, genç kız sıradan biri gibi. Kadın ellili yaşlarda,
bakımlı, vücut –derler ya mermer gibi- mükemmel, kısacık plaj elbisesinin
içinden biçimsel bir bütünlük sağlayan oranlar. Krem rengi elbise sanki el
örgüsü nü andırıyor, ama iyi bir markanın bu yaz ki koleksiyonundan olduğu
kesin. Yüksek, ince topuklu terlik mi, yoksa ayakkabı mı bilemedim ama ince
bileklerinin bütününe hitap ediyor. Gözlük ha keza öyle. Saçlar kısa,
biçimlendirilmiş, ıslak gibi ama değil. Kuaförün el attığı kesin ve ya kendisi
yapmış, narin uzun parmaklarının becerisiyle. Sadece ileriye doğru bakıp,
etrafla hiç ilgilenmiyor, biraz uzağımızdan geçip yerde yayılmış minderlerin
üstüne çantasını bırakırken, yanındaki kıza başıyla işaret edip sanki “otur”
diyor. Kız o işarete hemen karşılık verip, oturuyor. Kadın şöyle bir etrafına
bakarken bir an için göz göze geliyoruz ve bundan sonra birbirine hiç
benzemeyen bu iki kadına akıl misafiri oluyorum. Bu mesafeden kulaklarım ne
konuştuklarını asla duyamaz. Bu gün aklım hep hınzır düşünüyor. Kadın
üniversiteyi bitirdikten sonra yurt dışına gidiyor, iki yıl o ülke senin, bu
ülke benim dolaşıyor. Ülkesine döndüğünde artık çalışmak zorunda olduğunu
hissediyor, hep aileden istenmez ya bu lanet para, kendi parasını, kendisi
kazanması gerek. Cumartesi gecesinden kalan tortuların getirdiği baş ağrısı ile
uyandığında, sert bir kahve ile kendine gelmeye çalışırken, annesinin masanın
üzerine serdiği ve üzerinde sebze artıklarının bulunduğu eski bir gazete gözüne
çarpıyor. Seri ilanlar sayfası açık bir şekilde, yarı nemli gazete ilgisini
çekiyor. Oturuyor masaya, ilanlara göz atıyor, biri ilgisini çekiyor. YÖNETİCİ
ASİSİSTANI ARANIYOR. Devamını okuyor, telefon numarasını not alıp, tekrar
yatağa dönüyor. Pazartesi sabahının ilk ışıklarına kadar yataktan çıkmıyor ama
uyuyamıyor da. O işe mutlaka girmeliyim diyor, kendi kendine konuşurken.
Kalkıyor, tek tük araba sesleri geliyor kulağına, cama yaklaşıyor, dışarıya
bakarken “ilginç bir gün olacak” diyor. Ve oluyor da. Saat tam dokuzu
gösterdiğinde telefonu çeviriyor, henüz cep telefonu kullanımı yok. İlan için
aradığını söylüyor. Sekreter kız şaşkınlıkla “hangi ilan” diyor, “yönetici
asistanı aradığınız ilan” diyor. Karşı taraf biraz sessiz kalıp “ama o ilan üç
ay önceydi” diyor. Bizim ki şaşırıyor bu defa, biraz sessiz kalıp “olsun ben
yine de görüşmek istiyorum” diyor. Sekreter olmaz falan derken, kapıdan patron
giriyor. Konuşmalara şahit oluyor. Nedir mesele diyor, sekreter özetleyip
anlatıyor, patron, çağır gelsin diyor, saat beşe randevu veriyor. Sen halâ
kitabını bitirme gayreti içerisindesin ve benim akıl misafirliğimden haberin
yok. “Sen kitabını bitir” diyorum, aklımı tekrar kadına doğru kabartıyorum.
Karşısındaki kıza anlatmaya devam ediyor. O gün saat tam beşte sekreterin
karşısına lacivert döpiyes, siyah ipek çorap, yüksek topuk ayakkabı ve ipek
bluzunun içinde, kışkırtıcı ama çok açık olmayan dekoltesiyle dikiliyor. Önce
parfüm kokusu giriyor patronun odasına, sonra kendisi. Gözler birbirine
kenetlenirken, ne kadar sessiz kaldıklarını ikisi de bilmiyor. İlk toparlanan
kadın oluyor, akıcı diliyle kendini tanıtıyor. Cv’sini masanın üzerine
bırakıyor. Uzun bir sohbetten sonra İzmir’in en lüks restoranlarının birinde
karşılıklı oturuyor sohbete devam ediyorlar. Ve kadın o gecenin sonunda işe
alınıyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen aynı yerde, aynı masada, aynı kişi ile
birlikte çalışıyor. Geldiği yer farklı gözükmese de, bir ömür paylaşıyor
adamla. Sakin ama bir o kadar dinamik, gizli ama bir o kadar ortada, aşk ile
ama bir o kadar sevişken, mutlu ama bir o kadar huzurlu, sessiz ama bir o kadar
bağırırcasına hayat sergiliyorlar ortalık yerlere. Adamın karısı, çocukları, iş
dünyasının ileri gelenleri ve tüm şehir bilse de, kimse bu birbirine âşık
ikiliye sesini çıkaramıyor. Adam şimdi torun sahibi, kadın doğurganlığını
yıllar önce yitirmiş ve çocuğu yok ve sımsıkı birbirine tutunmuş iki insan. “O
şimdi ailesinin, torunlarının yanında bayram tatilinde, biz ikimiz de burada
bunları konuşuyoruz” diyor karşısındakine. Gözleri biraz nemlense de, kendine
hâkim oluyor, “hadi kalk suya gir” diyor, genç kıza, kız kalkıyor suya doğru
yürüyor. Arkasından bakarken tekrar gençlik yıllarına dönüyor kadın, bu sefer
gözlerinden iki damla yaş süzülüyor ama çabuk toparlıyor kendini. Garsona
sipariş veriyor ve genç kızın dönüşünü bekliyor; belli ki anlatacak daha çok
şeyi var. Bundan sonrasına akıl kabartamıyorum. Senin kitabın bitmiş, karnın
acıkmıştı. Biz de siparişlerimizi verip sakin geçen günün bitmesini iki kez
daha suya girerek bekliyoruz. Arada konuşuyoruz, ama ne konuşuyoruz, inan hiç
hatırlamıyorum. Artık deli-mavi masa örtüsü üzerinde çilingir soframızı kurmanın
zamanı gelmişti bile, kalktık yola koyulduk.
Bu akşam ikimiz de yorgunuz; zihnimiz de,
bedenimiz de yorgun. Bu sefer ben çıkartıyorum çilingir sofrasının
malzemelerini. Hazırlıklar tamamlanınca geliyorsun masaya. Bir-iki kadeh
içtikten sonra, “uzanacağım” deyip, içeriye gidiyorsun, giderken de yarım saat
sonra kaldır demeyi ihmal etmiyorsun. Ben devam ediyorum, notlar alıyorum düne
bu güne dair. Bak ne yazmışım sana “Degrade bir şekilde geçmeliydik
birbirimize, sert geçişler önümüzü kesecekti ve kesti de.” Anladın mı beni,
hangimiz istedik ki bu sertliği, ikimiz de istememiştik. Uzun bir süre sonra
sessizce yanıma geldin, hatta neden uyandırmadın diye de kızmıştın.
Uyandıracaktım ama itiraf edeyim ki ben istemedim. Yine aynı şeyler konuşulacak
ve ben seni ikna etmeye çaba göstereceğim. İstemedim. Oturdun. İçtin. Hem de
çok içtin. Beni bile geçtin, sarhoş olmaya yüz tutan zihninden ne geçtiyse
artık, bana onu anlatmaya başladın. Hani şu yedi sene birlikte olduğun o var
ya, işte onu anlattın uzun uzun. Ne gerek vardı. Neden anlattın, anlayamadım.
Hem beni hem de kendini bozdun. Gece cehennem oldu ikimize. O saatten sonra ne
seni susturmak, ne de yatırmak mümkün oldu. Sarhoştun, sarhoştum, sarhoştuk.
Ama itiraf edeyim: O geceden sonra daha da sıkı bağlandık birbirimize ve
ayrılmamaya karar verdik, iyi oldu be kadın…
ÖMER L.BAKAN
190820132322KÇKDRHVRN
O GÜNLERİ TORTULARI YAŞATACAK BİRBİRİMİZİ.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder