BİZ AŞKI MASUM
YAŞADIK
Ve ben hala aşkı
masum yaşıyorum…
Dora’mı sizlerle
paylaştığımda babama inat bir Ermeni, bir de Rum sevgilim olduğundan, sizlere
onları da anlatacağımdan söz etmiştim. Benim ona seslenişimle “Beth” yani
Elizabeth…
Dora ile beraber
olamayacağımızı iyice anlamıştım artık. Hatırlayacağınız gibi babaannesinin
baskısına dayanamayan aile Türkiye’yi terk etmişti, yani zorunlu bir ayrılıktı
bu. Daha Dora’yı unutamamışken, ertesi
yaz Çınarcık’ta sahilde yürürken karşılaştık Beth ile. Nedense gözlerimiz geçip
gidene kadar birbirine kilitlenmişti. Hatta ben öyle kilitlenmişim ki önümdeki
çukuru göremediğimi hatırlıyorum. Ufacık çukur yüzünden tökezledim, komik
duruma düştüm. Beth’in alaycı gibi görünen tatlı gülüşü ertesi akşama kadar
gözümün önünden gitmemişti. O gece neredeyse sabaha kadar uyuyamamıştım. Acaba
ben mi çok çabuk kadınlardan etkileniyordum, yoksa her gördüğüme inanılmaz
heyecanlar içinde mi yaklaşıyordum? Midem hep kalbime baskı yapıyor, boğazım
düğümleniyor, hep onu/onları düşünüyordum. Acaba ben hasta mıyım(?) diye
düşünmeye başlamıştım. Sonraları psikoloğumla bu konuyu konuştuğumda bana; ”Biriyle
beraberken başka kadına veya kadınlara da aynı hissi duyuyor musun?” diye
sordu. Cevabım kesinlikle hayır(!)dı. Üsteledi, çapraz sorular sordu ve sonunda
da; ”Sen gerçek bir insansın, aşkı doyasıya yaşıyorsun. Aramıyorsun, onlar senin karşına çıkıyor. Her
karşına çıkana da bu duyguları hissetmediğine göre, bu bir etkileşim. Doya doya
yaşa hayatı, sev, sevil. Gençsin, olacak bunlar.” diyerek konuşmasını
tamamladı. Rahatlamıştım. Neyse, biz yine o yaz günlerine dönelim. Uykusuz ve
heyecanla geçen o geceden sonra, uzun sahillerde ve ara sokaklarda Beth’i aradım.
Ama bulamadım. Bir sonraki gün, daha sonraki gün, daha, daha sonraki günlerde
de aradım, yok(!) yok(!) yok! Ta ki o cumartesi gecesine kadar. O gece, kalabalık
arkadaş grubumuz ile Fıçı Disko’daydık. Ben umudu kesmiştim, Beth yoktu! Günübirlik
gelen yazlıkçılardan biri herhalde diye düşünüp, aramayı kesmiştim. Diskoda
eğlenmeye çabalıyor, eğlenemiyordum. Herkes pistte, ben oturuyordum. Gel
diyorlardı, ama keyfim yoktu. Onlarca Beth pistte dans ediyordu. Hep gözümün
önünde o vardı; tarifi olmayan, olamayan kara renkli saçlarıyla, çoğu zaman
yeşile çalan ela gözleriyle, dolgun dudaklarıyla, bembeyaz boynu ve biçimli
vücuduyla, incecik bilekleriyle ayakkabısının üzerinde kalem gibi duran o tatlı
gülümsemesiyle… Hepsi aynıydı, hepsi Beth’di. Birden irkildim. Üç mü(?) beş mi
bilmiyorum, o zamanın gözde içkisi cin-menta içmiştim. Tabii dedim kendi
kendime; “İçersen o kadar içkiyi, anneni bile Beth diye görürsün.” Silkelendim,
kendime gelmeye çalıştım, tekrar etrafıma baktım, kimse Beth değildi. Herkes
oradaydı, sadece Beth yoktu. Gözlerim kapıya kilitlenmiş, girene çıkana bakıyordum.
Ne dans edenleri görüyor ne de yetmişlerin o unutulmaz müziklerini duyuyordum.
Ben, bende değildim, dalmışım artık ne düşünüyorsam (?) Boş gözlerle kapıdan
girenler arasında onu arıyordum. Hayli geç vakit beş kişi girdi içeriye; üçü
kız, ikisi erkek. Gözlerime inanamadım. Hadi be(!) dedim bilmem kaçıncı cin-mentayı
içerken. Bir yudum daha aldım, yutamadım. Boğazım iyice yandı. İnat etmişti işte
gitmiyordu mideme. Mentolün beynimde yarattığı etkiyle neredeyse gözlerimden
yaş inecekti. Yanıyordu her yanım. Artık midem karşı koymaktan vazgeçmiş kabul
etmişti cin-mentayı. İster istemez gözlerimi kapattım. Birer damla yaş aktı
gözlerimden mentolün etkisiyle. Biliyordum, gözlerimi açtığımda Beth’in
görüntüsü veya gözüme Beth gibi görünen kız yok olacaktı. O korku ile açamadım
gözlerimi uzun süre. Hüseyin yanıma gelmiş, müziği bastırmak istercesine
bağırıyordu kulağımın dibinde; “Oğlum aç gözünü! On gündür aradığın kız değil
mi bu?” Mentol bu defa yüreğime tuhaf bir ferahlık vermişti. Öyle anlatmış,
öyle tarif etmişim ki Hüseyin kızı hemen tanıyıvermişti. Göz kapaklarıma söz
geçiremiyordum; kendiliğinden aralanıyorlardı yavaş yavaş. O da ne? Beth pistte
dört arkadaşının arasında dans ediyordu. Acaba(?) diyordum, kalksam(?) diyordum,
dans etsem(?) diyordum, beni fark eder(!) mi(?) diyordum. Kafamda bu sorularla
piste doğru ilerledim. Beni fark etsin diye de üstüne doğru yürüyordum. Artık
gidecek yerim kalmamıştı. Arkadaşlarının arasından ona doğru bakıyordum, ama o
beni görmüyordu. Dans etmeye başladım, sırtım ona dönük. Pistin kenarındaydım.
Birden bir koku duydum. Burun deliklerimden geçerek beynime yerleşen bir koku;
Chanel 5. Onun kokusu... Gözlerimi kapatıp doya doya içime çektim. Ne kadar
zaman geçti anımsamıyorum. Birkaç şarkıdan sonra DJ, Sandy Posey’in
seslendirdiği “All hung up in your green eyes”ı çalmaya başladı. “Evet” dedim,
“Her şey senin yeşil gözlerin için.”
Why do I stare at you this way?
It's strange to me why my eyes stray
They stray to you here all I see
You're all there is when you're near me
Oh love
If I keep watching you please forgive me now
It seems so right to do
If I said "I love you" I wouldn't be surprised
Cause tonight I'm all hang up in your green eyes
Why do I stare at you like this?
If I should leave would you be missed
Would there be nothing left for me?
With you mine I need nothing to see
Oh love, no need to be concerned
Don't you know by now the play one always burned
What I feel for you will pass with your good-byes
But tonight I'm all hung up in your green eyes
Yes tonight I'm all hung up in your
green eyes
Çiftler slow dansa
geçmek üzereyken gözüm kapıdan
giren pala bıyıklı, yapılı bir adama
takıldı. Etrafına bakınıyordu. Birini arar gibiydi. Bulamadı, piste doğru
yürümeye başladı. Üstüme üstüme geliyordu. Gözleri beni delip geçiyordu,
tedirgindim. Önümdeydi ve durmadan geliyordu üzerime doğru. Birden pençe gibi
ellerini arkama doğru uzattı ve narin bir bilek yakaladı o kalabalığın içinden.
Bağırıyordu; “Elizabeth! Çabuk eve.” O anda donup kaldım. Adını sonra
öğrendiğim ’Kevork’ Amcaydı bağıran. Benim ona taktığım adı ile ceberrut
Kevork. Dana gibi soluyordu. Burun kanatları hareket ediyordu öfkeden. Kuş gibi
yakaladı Beth’i. O bembeyaz kız, topuklarına kadar kıpkırmızı olmuştu. Arkasına
döndü. Gözlerimiz yine kilitlenmişti. “O karşılaştığımız yere gel.” der gibi
baktı, rengini o an seçemediğim kapkara olmuş göz bebekleriyle. Tamam der gibi göz
kapaklarımı açıp kapattım. Başı hala arkasına dönük çıkıp gitti babamın Kevork
versiyonu! Söz verdiğim gibi o takıldığım çukurun etrafına, vakti belli olmayan
randevuya gittim her gün.
Ve bir gün geldi.
Başını önüne eğerek hafifçe fısıldadı; ”Ben Elizabeth.” Yürümeye başladık
hiçbir şey konuşmadan, ta ki bir çay bahçesine varana dek. Oturduk ve başladık
anlatmaya. Şimdi tamamını hatırlamıyorum, ama on yıl önce Doğu Anadolu’dan
göçmüşler İstanbul‘a, istemeye istemeye. ‘İstemeye istemeyenin’ cevabını çok
sonra öğrenecektim. Babası Kevork kumaş tüccarıymış. Bahçekapı’da bir dükkân
tutmuş işine orada devam ediyormuş. Sümerbank’ın tam karşısındaydı dükkânı. Üç kardeşlerdi.
En büyükleri Beth benden bir yaş küçüktü. Arada ağladığını hatırlıyorum, ama
neden ağladığını anlatmıyordu. Masum yaşadığımız ‘yaz aşkı’ böylece başlamış
oldu. O yaz bitene kadar el ele kaç kilometre yol yürüdüğümüzü hesaplamam şimdi
mümkün değil. Susmadan, bıkmadan ve bir konuyu bir daha tekrarlamadan. Babasını
anlatmasını istediğim zaman irkiliyordu nedense. Kevork tam bir Ermeni
milliyetçisiydi. Beth bir Türk erkekle beraber olamazmış asla. Tıpkı babamın bana
koyduğu kural gibi. Benim kız arkadaşlarımda sadece Türk olmalıydı; elin gâvuruyla
işim olamazdı. Ama ben oluyordum işte, o da beraber oluyordu elin gâvuruyla.
Babama göre Beth gâvursa, Kevork’a göre de ben gâvurdum. Ne saçma? O yaz
boyunca hiç aklıma gelmeyen soruyu sordum.
-Beth, nerede
okuyorsun?
-Nişantaşı Kız Lisesi’nde.
-Nasıl olur?
-Ne demek nasıl olur?
-Okullarımız komşu.
Nasıl oldu da seni daha önce görmedim?
-Daha önce
birbirimizi tanımış olsaydık, bu aşkı
yaşayamazdık.
Yine yüreğim boğazıma
doğru hareket etmeye başlamıştı. “Evet, haklısın aşkım.” diyebilmiştim
sessizce.
Bu yaz aşkı
İstanbul’da da devam edecekti o kesindi de peki, Kevork ne olacaktı, ondan nasıl
kaçacak, nasıl hissettirmeyecektik
ilişkimizi? Aşkımızın zorluklarına karşı tüm tedbirleri almıştık. Sonbahar,
kış, ilkbahar geride kalmış, biz yine yazlık planları yapmıştık. O yaz ben
kesinlikle anneannemin sahip olduğu, Marmara Denizi kıyısındaki zeytinlikte, çadırda
kalacaktım. İki yaz geçti; kışları İstanbul’da, yazları Çınarcık’ta.
Bana öpüşmeyi öğreten
Beth, kim bilir nerelerdesin şimdi?
Benim babam öldü, seninki yaşıyor mu? Biliyor musun(?) Beth, senden
sonraki kadınlarım bana hep ne kadar güzel öpüyorsun dediler. Bunu senin
sayende yapıyorum hala, teşekkürler aşkım. Kim bilir kaç kadının
hafızasındayım, dudaklarımla dokunduğum ipeksi tenlerinde. Beraberliğimiz üç
yılı aşkın bir süre devam etti. Sonra birden ortadan yok oldular. On beş gün
sonra ilk mektubu geldi Fransa’dan. Yıllar geçti… İyi bir sosyolog olduğunu
öğrendim. Babasının zoru ile Fransa’da Ermeni lobi faaliyetlerini yürüten bir
Ermeni ile evlenmiş. İkisi kız üç çocuğu olduğunu, hala Fransa’da yaşadığını biliyorum.
Biz Kevork’a rağmen aşkımızı yaşadık. Kocası lobi faaliyetlerini A.B.D
bağlantılı bir şekilde hala sürdürüyor.
Beth, babasına ve kocasına
rağmen Anadolu’daki Ermeni köklerini araştırıyor. Arada sırada da olsa Türkiye’ye
geliyor. Her geldiğinde de bana ya sesini duyuruyor ya da kendini gösteriyor.
Bir araya geldiğimiz anlarda ise hep o günlerimizden konuşup, birbirimizin
gözlerine bakıyoruz. Ne o ne de ben geçmişimize ihanet etmedik, ne o günü
kirlettik ne de geleceğimizi yok etmeye kalktık. Asla tenimizi acıtmadık. Uyandığımızda
ağzımızda elma kokusu olmadı hiçbir zaman.
Çünkü BİZ AŞKI MASUM
YAŞADIK. Babalarımıza rağmen, isteyerek, hissederek, doya doya…
ÖMER L.BAKAN
Yaşanmışlıklardan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder