27 Ağustos 2014 Çarşamba

"MARİKA'M"






                         "Babamın tabiriyle o, ‘gâvur’ların sonuncusuydu"


Bir kış günüydü. Okulun merdivenlerini yavaş yavaş çıkıyordum. Herkes telaşlıydı, ben sakin; herkes hızlıydı, ben yavaş. Dalmışım… Beth’in ortadan kayboluşunun ilk günleriydi. Dalgınlığım her halde ondandı. Alçak ama uzun merdivenlerden çıkarken, birden boynumun sağ tarafında bir yanma hissettim. Parkamın düğmesini açıp elimi boynuma soktum. Sıcak, ıslak ve yapış yapıştı. Ne olduğunu anlamak için elimi çıkardığımda çok şaşırmıştım; elime gelen şey kandı.
Bayılmışım. O yüzden sonrasında hiçbir şey hatırlamıyorum. Daha gözlerimi açmamıştım ki hiç hoşlanmadığım bir koku geldi burnuma. Önce midem bulandı. Elimi ağzıma götürmek istedim, fakat bir el tuttu elimi. Öbür elimi hareket ettirmek istedim, onda da bir acı duydum kolumda; iğne batırıyorlardı damarıma. Başımı yan çevirip kusmaya başladım. Göz kapaklarımı zorluyor ama açamıyordum. Yumuşak bir bez parçası, sıcak bir el ile birlikte ağzımın kenarlarında dolaşıyordu. Yine dalmışım her halde ki; Beth koşarak yaklaşıyor, boynuma sıkıca sarılıyordu. Acıyı hissediyordum. Öpücüklere boğuyordu beni, ağzımı açıp “Nereden çıktın?” diyemiyordum. “Kaçtım! Söyledim ama olmadı, anlamadılar. Yapamadım. Çabuk! Babamlar gelmeden gidelim.” diyor, oturduğum yerden beni kaldırmaya çalışıyordu. “Seni seviyorum!” diye bağırırken, eli elimden kayıyor ve benden hızlıca uzaklaşıyor. “Yapma baba!” dediğini duyuyorum. Birden bir nefes hissettim yüzümde. Kevork’un nefesiydi bu. Başucuma kadar gelmişti, korkuyordum. Başka bir sesle kendime gelir gibi oldum. Göğsüme değen soğuk bir metalle ürperdim. Kalbimin güm güm sesini duyuyordum kısa aralıklarla. Neden sonra gözümü açtığımda, güçlü beyaz siluetleri gördüm. Tüm yüzler fluydu. Yine o iğrenç kokuyu duydum. Gözlerim Kevork’u arıyordu, ama yoktu. Sesini duymak istiyordum, duyamıyordum. Biri; “Hadi bakalım delikanlı, geçmiş olsun.” dedi. O an anlamıştım, beyazın içinden gelen o koku, hastane kokusuydu. “Narkozdan çıktı.” deyince bir başkası, şaşkınlığım daha da artmış; “Ben statik sınavında olmalıydım, hastanede değil!” demiştim. Bir el alnıma dokunarak; “Ateş düşürücü verin.” diyor ve gidiyorlar. Gözlerim tavanda; “Gerçekten neredeyim?” diye düşünürken, bu kez aksanlı bir ses; “Geçmiş olsun.” diyor. Başımı sesin geldiği tarafa çeviriyorum; kıvır kıvır kızıl saçlı, mavi gözlü bir kadın. Eğer o yıllarda tanınıyor olsaydı, Nicole Kidman derdim. Önce aksanı, sonra saçları, daha sonra da gözleri dikkatimi çekiyor ve bakıyorum derin maviye. Tanımıyordum. “Tekrar geçmiş olsun, ben Marika.” diyor. Soran gözlerle baktığımı anlayınca da “Vuruldun.” diyor. Gözlerimin fal taşı gibi açıldığından eminim. Elindeki ufacık mermi çekirdeğini gösteriyor. Elime bakıyorum. Sıcak, ıslak, yapışkan kanı gördüğümde onun ayaklarının dibine düşmüşüm. “Alnını yere bilinçsizce vurduğunda çıkan sesi asla unutmayacağım.” diyor. Elimi alnıma götürüp sargı bezlerinin altındaki kocaman şişliği hissedince; “Korkma!” diyor, “Bir şey yok.” Önden, arkadan, yandan çekilmiş kafatası filmlerini gösterince gülüyor; ”Ben bu kadar çirkin miyim?” diyorum. Gülerek; ”Şimdilik.” diyor, çantasından aynasını çıkartıp yüzüme doğru tutuyor.



“Aman Allahım!” diyorum. Sanki başımı kocaman bir portakalla sarmışlar. Gözlerimin altları şiş ve mosmor. Boynumda bir sargı bezi, üzerinde de küçük bir kan lekesi. O sırada hemşire içeri giriyor; “Delikanlı nasılsın?” diyerek halimi soruyor. “Çok ağrım var.” diyorum. Nabzımı ölçüp ateşime baktıktan sonra, serum hortumuna enjektörü batırıp ilacı damarlarıma gönderiyor. Hafif bir yanma hissinden sonrasını hatırlamıyorum. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum, dudaklarımda bir ıslaklıkla uyanmıştım. Etraf karanlıktı… Gözlerim karanlığa alışınca Marika’yı gördüm. Islak pamuğu kurumuş dudaklarımda gezdiriyor, hafifçe sıkarak dilimi birkaç damla suyla ıslatırken bir yandan da; “Su içmek yasak, sabaha kadar böyle idare edeceksin.” diyordu. Bilincim daha da yerindeydi, iyice uyanmıştım artık. İyi de kimdi bu Marika? Arada sırada sadece telefon etmeye çıktığında beni yalnız bırakmış ve neredeyse 36 saattir yanımdaymış. Aynı okuldaymışız. Hiçbir mecburiyeti yoktu aslında. İnsanlık işte… 7,65 mm. bir kurşun kaderimiz olmuş, bizi birleştirmişti bembeyaz bir hastane odasında.
Gün ışıdığında hala Marika’yı ikna etmeye çalışıyordum. Israrla evimin telefonunu, adresini istiyordu aileme haber vermek için. Onların duymasını istemedim, çünkü dedem öleli henüz birkaç ay olmuştu. Annem üzüntüden yataklara düşer, babaannemse kahrından ölürdü. Hele ki babam duyarsa… Direkt olarak; ”Okuduğun kitaplardan belliydi komünist olacağın.” der ve beni öldürürdü. Aslında artık beni dövemiyordu. Belki utanıyordu vurmaya belki de korkuyordu benim de ona vuracağımdan. En sonunda ikna etmiş, aramaktan vazgeçirmiştim Marika’yı. Beni tekerlekli sandalyeyle telefonun başına götürüp elime bir avuç jeton koymuş; “Hadi, araman gereken yerleri ara.” demişti. Sadece evi aradım. Telefona çıkan kardeşime annemi vermesini söyledim. Annem; “Nerdesin üç gündür, baban seni öldürecek” diye bağırdı. “Hassiktir” dedim içimden. Ama bir yandan da “Öldürmesi için önce yakalaması lazım.” diyordum. Annemin bağıran sesi geliyor; “Hınzır!” diyordu kardeşime. Yorulana kadar sayıp döktü. O konuştukça ben jeton atıyordum. Canavar telefon yutuyordu jetonları. En sonunda susmuştu. “Merak etme, arkadaşlarla Avşa Adası’na geldik. Aniden gelişti işte. Gidince haber verecektim, ama adada hatlar arızalıydı. O yüzden şimdi arayabildim. Herkes kuyrukta, şimdi kapatıyorum sonra tekrar arayacağım.” diyerek telefonu kapattım. Eminim ki annem telefonu kapattığımdan habersiz, hala; “Baban seni öldürecek!” diye car car konuşuyordu. Marika bir kaşı havada şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor, hınzırca gülüyordu. Sonra yavaş yavaş alkışlayarak; ”Beyimiz mimar değil tiyatrocu olmalıymış.” diye söylendi. O, tekerlekli sandalyeyi koğuşa doğru sürerken yine aklıma takılmıştı; “İyi de kardeşim kim bu Rum kızı?” Sürekli havadan sudan konuşuyorduk, arada bir yanımdan ayrılıp evi aramak için telefona gidiyordu. Bazen elinde bir çantayla üstünü değişmiş geliyordu. Makyajından da geri kalmıyordu. Neden burada olduğuna bir türlü anlam veremiyordum. Yedinci günün sabahı doktorlar vizite geldiğinde; “Taburcu edelim.” deyince aklım başımdan gitmiş; “Para?” demiştim. Öyle ya hastaneye para vermek lazımdı. Hastane duvarındaki hemşire gibi, Marika sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürerek; “Sus.” diyor. Kaşlarımı çatarak, içimden; “Sanki karım!” diyorum. Ama öyle bir bakıyor ki, o bakış karşısında yumuşuyor ve gülümsüyorum. Babası Apostol hastane masraflarını ödemiş, şoförleri de bizi bekliyormuş. Taburcu olacağımı dün doktorumdan öğrenmiş. Babası Perşembe Pazarı’ndaki dükkânına gitmeden önce hastaneye gelerek parayı ödemiş. Bunca şeyin üstüne bir de; “Şimdi Kurtuluş’taki kışlık eve gidiyoruz. Hava iyi olsaydı Büyük Ada’daki yazlığa giderdik, ama orası on beş gün önce kapatıldı. O yüzden orada zorluk çekeriz. Koca konağın üstesinden gelemeyiz.” demez mi?
Her yanımı ter basmıştı. Bu da ne demek oluyordu! Efelikte yapamıyordum bu iyi niyete karşılık. En sonunda kendimi bu rüzgâra bırakmaya karar verdim. Marika yeni alınmış çizgili pijamaları giydirdi, beyaz çorapları ayağıma geçirdi sonrada ayaklarımın ucuna rugan terlikleri bıraktı. Tam o sırada; “Boku yedin oğlum. Bu kız seni eve kapatır, dışarı salmaz artık.” diye geçirdim içimden. Hastane kapısında kısa bir süre bekledikten sonra simsiyah bir Cadillac geldi. Şoför çantaları bagaja koyarken bizde arka koltuğa kurulduk. İçimden “Kızı şimdi denemem lazım.” diyerek başımı omzuna koydum, yavaşça elini tuttum. Hafifçe dönüp başıma bir öpücük kondurdu. Başımın şişlikleri inmeye başlamış, morluklar yavaş yavaş rengini açmıştı; dikiz aynasından Yani abiyle göz göze geldiğimizde fark etmiştim bunu. O da göz kırpıp hafifçe gülümsüyordu. Bu gülüşün ne anlama geldiğini anlayamıyordum. Önümüzdeki troleybüsün boynuzları çıkmış, sürücüsü onları takmaya çalışıyordu. Bir yandan yağmur bir yandan trafik derken, öbür yandan da Marika durmadan bir şeyler söylüyordu. “Merak etme, okulda boykot başlamış. Sınavlar ileri tarihe alınmış.” Karşıt görüşlü öğrencilerin, az sayıdaki korkak hocaların ve polisin sayesinde zaten doğru dürüst ders göremiyorduk.  Bunları düşünürken sol kapı açıldı. Eve gelmişiz.  Marika hala konuşuyordu. Dayanamayarak kendimi dışarı attım. Hem telaştan hem de rugan terliğe alışık olmadığımdan ayağım kaymış, terliklerin her biri başka tarafa fırlamıştı. Sanki kasıklarım yırtılmıştı. O acıyla; “Ananın!” diye başlayan okkalı bir küfür savurdum. Marika gülmeye başladı. Islanmayayım diye şemsiyeyi tutarken öbür eliyle de beni kaldırmaya çalışıyordu. Çorap, pijama çamura içinde homurdanarak kalktım yerden ve zor bela apartmana attım kendimi. Eski asansörün kepenklerini açan Yani, bizi içeri aldıktan sonra elindeki çantalarla yürüyerek yukarı çıktı. Marika beşinci katın düğmesine bastı, omuzlarımdan tutup beni kendine çekti ve öpmeye başladı. Şaşkınlık içerisinde kızardığımı hissettim. O an erkekliğim aklıma geldi… Utanmıştım. Kıpkırmızı olduğumu ve yüzümdeki şaşkınlığı gören Sofia Hanım, olayın şokunu atamadığımı sanmış. Gece mutlaka Marika ile konuşmalıydım. İnsanın hiç tanımadığı birine bu kadar iyilik yapması fazlaydı doğrusu.
Birden aklıma evdekiler gelmişti. Bu defa kararlıydım; annemi fazla konuşturmadan derdimi anlatıp, telefonu kapatacaktım. Şansıma telefonu annem açıyor; “Sus ve dinle.” diyorum. “Tek jetonum var, Avşa’dayım, iyiyim. Zaten derslerde boş geçiyor, kimse kimseyi okula sokmuyormuş. Boykot varmış, haberlerde söyledi.” diyerek kapatıyorum. Üç beş gün daha rahattım artık, ama ilk andan itibaren de evdeki ilgiden bunalmıştım. O akşam yemekte Apostol Bey; “Neden sıkılıyorsun?” diye sorunca; “Bunu hak edecek hukukumuz yok.” diyorum. Bunun üzerine Apostol Bey; “6-7 Eylül olaylarında bir Türk aile beni ve ailemi birkaç ay evlerinde sakladılar. Samatya’da iki katlı ahşap bir evdi. Sofia, Marika’nın abisine hamileydi. Doğum çok yakındı. Nihayetinde Takis o evde doğdu. Dostluğumuz böyle başlamıştı onlarla. Üç yıl sonra Samatya’ya ziyaretlerine gittik. Kış kıyametti. Elektrikler kesildi. Gece geç vakitlere kadar oturmuş, mum ışığında sohbet etmiştik.  Elektrikler gelmeyince Sofia’ya; “Hadi gidelim artık, çok geç oldu.” dedim. Bizi geçirirken yaktıkları mumlardan birini alt katta yanık unutmuşlar. Hepsi üst katta uyuduğundan yangını fark etmemişler. Dumandan zehirlendikleri için acı hissetmeden o ahşap evde öldüler. Tarih 19 Şubat 1959’du. Bu tarihi hiç unutamadım.” Apostol Bey bu olaydan uzun bir süre kendini sorumlu tutmuş. 27 Mart 1959’da dünyaya gelen Marika, bu ailenin yaptığı iyilikleri dinleyerek büyümüş. Benim vurulduğumu görünce de babasından aldığı telkin ve terbiyenin etkisiyle beni hastaneye götürüp başımdan hiç ayrılmamış. Apostol Beyin anlattıklarından sonra, amcamın da Perşembe Pazarı’nda balıkçı malzemeleri satan Andon amcayı (benim çikolata sponsorum) bizim evde sakladıkları aklıma geldi. Konu tamamen Türkiye siyasetinin yakın tarihine odaklanmış, Türk kahvesi yanında likörlerimizi içmiştik. Biraz sonra Sofia Hanım içinde tatlı kaşığı olan su dolu bardaklarla sakız reçellerini getirerek; “Ağzınızda sohbetiniz gibi tatlansın. Sonrada herkes yatağına, Ömer Bey daha nekahet döneminde.” demişti.
Odama çekildikten sonra uzo ve likörün etkisiyle uyumuşum. Gecenin kaçıydı hatırlamıyorum, koynumda bir sıcaklıkla uyandım. Marika… Çırılçıplak yorganın altındaydı. Başımı o mis kokulu saçlarının arasına gömdüm. İpek teninde elimi gezdirirken ezan okunuyordu. Aniden yanımdan kalktı, sessizce odanın en uzak köşesine giderek kendini benden sakladı. Ta ki ezan bitene kadar. Marika’ya ve ailesine hayranlığım bir kez daha artmıştı. Sabah erkenden yanımdan ayrıldığında kendi kendime sordum; “Bekâretini neden bana verdi?” diye. Beraberliğimiz iki yıl sürdü. Ne yazık ki bu süre içerisinde iki kez kürtaj olmak zorunda kalmıştı. Bu ülkenin ötekiler üzerinde güttüğü siyaset, onları da vatanlarından ayrılma düşüncesine itti; 1979 yılının şubat ayında ailecek Atina’ya göçtüler.  O yıllardan sonra sık sık telefonda görüştük. Bir gün telefon açtı, ağlıyordu. “Evleneceğim. Bilmen gerekir diye düşündüm.” dedi. “Tabii aşkım, tabii bir tanem.” demiştim. Ne Dora ne de Beth kadar sevemediğim bu kadına hayranlık ve farklı bir tutkuyla bağlanmıştım. Aradan yıllar geçti. Hep soruyordum, “Çocukların?” diye. “Yok.” diyordu, ama bunu söylerken sesi hep titriyordu. “Neden?” dediğimde, “Boş ver.” diyordu. Kocası mı Marika’yı üzüyor acaba diye korkmuştum. O yıllarda yurt dışına çıkmak çok zordu. Sıkıyönetim vardı. Talihsiz bir şekilde gözaltına alınmıştım. Kırk dört gün boyunca yaşadığım işkence ve pislik hayatımı karartmıştı.
“Sen gel.” dedim. “Bir kez olsun, son kez olsun seni göreyim.” dedim. Geldi… Günlerce konuşup dertleştik, birbirimize özlemimizi giderdik. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Pasaport kuyruğuna girerken kulağıma eğildi; “İkinci kürtajda rahmim hasar gördüğü için çocuk doğuramadım. (O an beynimden vurulmuşa döndüm, sebep olmuştum…) Üç kez düşük yaptım. En sonunda rahmimi aldılar.” Kocası çok zengin bir armatör ailenin tek oğluymuş. Abisinin Down Sendromlu kızını nüfusuna almış. Çocuğun geleceği, bakımı garanti altında ama bu vebalin altında kalmak çok acı…

Şimdi bir gâvurun soyu bitti. Yerinde rahat uyu baba. Seni asla sevemedim baba! 

Anı ve Fotoğraflar: Ömer L.BAKAN



25 Ağustos 2014 Pazartesi

"BETH"







BİZ AŞKI MASUM YAŞADIK


Ve ben hala aşkı masum yaşıyorum…
Dora’mı sizlerle paylaştığımda babama inat bir Ermeni, bir de Rum sevgilim olduğundan, sizlere onları da anlatacağımdan söz etmiştim. Benim ona seslenişimle “Beth” yani Elizabeth…
Dora ile beraber olamayacağımızı iyice anlamıştım artık. Hatırlayacağınız gibi babaannesinin baskısına dayanamayan aile Türkiye’yi terk etmişti, yani zorunlu bir ayrılıktı bu. Daha Dora’yı unutamamışken,  ertesi yaz Çınarcık’ta sahilde yürürken karşılaştık Beth ile. Nedense gözlerimiz geçip gidene kadar birbirine kilitlenmişti. Hatta ben öyle kilitlenmişim ki önümdeki çukuru göremediğimi hatırlıyorum. Ufacık çukur yüzünden tökezledim, komik duruma düştüm. Beth’in alaycı gibi görünen tatlı gülüşü ertesi akşama kadar gözümün önünden gitmemişti. O gece neredeyse sabaha kadar uyuyamamıştım. Acaba ben mi çok çabuk kadınlardan etkileniyordum, yoksa her gördüğüme inanılmaz heyecanlar içinde mi yaklaşıyordum? Midem hep kalbime baskı yapıyor, boğazım düğümleniyor, hep onu/onları düşünüyordum. Acaba ben hasta mıyım(?) diye düşünmeye başlamıştım. Sonraları psikoloğumla bu konuyu konuştuğumda bana; ”Biriyle beraberken başka kadına veya kadınlara da aynı hissi duyuyor musun?” diye sordu. Cevabım kesinlikle hayır(!)dı. Üsteledi, çapraz sorular sordu ve sonunda da; ”Sen gerçek bir insansın, aşkı doyasıya yaşıyorsun.  Aramıyorsun, onlar senin karşına çıkıyor. Her karşına çıkana da bu duyguları hissetmediğine göre, bu bir etkileşim. Doya doya yaşa hayatı, sev, sevil. Gençsin, olacak bunlar.” diyerek konuşmasını tamamladı. Rahatlamıştım. Neyse, biz yine o yaz günlerine dönelim. Uykusuz ve heyecanla geçen o geceden sonra, uzun sahillerde ve ara sokaklarda Beth’i aradım. Ama bulamadım. Bir sonraki gün, daha sonraki gün, daha, daha sonraki günlerde de aradım, yok(!) yok(!) yok! Ta ki o cumartesi gecesine kadar. O gece, kalabalık arkadaş grubumuz ile Fıçı Disko’daydık. Ben umudu kesmiştim, Beth yoktu! Günübirlik gelen yazlıkçılardan biri herhalde diye düşünüp, aramayı kesmiştim. Diskoda eğlenmeye çabalıyor, eğlenemiyordum. Herkes pistte, ben oturuyordum. Gel diyorlardı, ama keyfim yoktu. Onlarca Beth pistte dans ediyordu. Hep gözümün önünde o vardı; tarifi olmayan, olamayan kara renkli saçlarıyla, çoğu zaman yeşile çalan ela gözleriyle, dolgun dudaklarıyla, bembeyaz boynu ve biçimli vücuduyla, incecik bilekleriyle ayakkabısının üzerinde kalem gibi duran o tatlı gülümsemesiyle… Hepsi aynıydı, hepsi Beth’di. Birden irkildim. Üç mü(?) beş mi bilmiyorum, o zamanın gözde içkisi cin-menta içmiştim. Tabii dedim kendi kendime; “İçersen o kadar içkiyi, anneni bile Beth diye görürsün.” Silkelendim, kendime gelmeye çalıştım, tekrar etrafıma baktım, kimse Beth değildi. Herkes oradaydı, sadece Beth yoktu. Gözlerim kapıya kilitlenmiş, girene çıkana bakıyordum. Ne dans edenleri görüyor ne de yetmişlerin o unutulmaz müziklerini duyuyordum. Ben, bende değildim, dalmışım artık ne düşünüyorsam (?) Boş gözlerle kapıdan girenler arasında onu arıyordum. Hayli geç vakit beş kişi girdi içeriye; üçü kız, ikisi erkek. Gözlerime inanamadım. Hadi be(!) dedim bilmem kaçıncı cin-mentayı içerken. Bir yudum daha aldım, yutamadım. Boğazım iyice yandı. İnat etmişti işte gitmiyordu mideme. Mentolün beynimde yarattığı etkiyle neredeyse gözlerimden yaş inecekti. Yanıyordu her yanım. Artık midem karşı koymaktan vazgeçmiş kabul etmişti cin-mentayı. İster istemez gözlerimi kapattım. Birer damla yaş aktı gözlerimden mentolün etkisiyle. Biliyordum, gözlerimi açtığımda Beth’in görüntüsü veya gözüme Beth gibi görünen kız yok olacaktı. O korku ile açamadım gözlerimi uzun süre. Hüseyin yanıma gelmiş, müziği bastırmak istercesine bağırıyordu kulağımın dibinde; “Oğlum aç gözünü! On gündür aradığın kız değil mi bu?” Mentol bu defa yüreğime tuhaf bir ferahlık vermişti. Öyle anlatmış, öyle tarif etmişim ki Hüseyin kızı hemen tanıyıvermişti. Göz kapaklarıma söz geçiremiyordum; kendiliğinden aralanıyorlardı yavaş yavaş. O da ne? Beth pistte dört arkadaşının arasında dans ediyordu. Acaba(?) diyordum, kalksam(?) diyordum, dans etsem(?) diyordum, beni fark eder(!) mi(?) diyordum. Kafamda bu sorularla piste doğru ilerledim. Beni fark etsin diye de üstüne doğru yürüyordum. Artık gidecek yerim kalmamıştı. Arkadaşlarının arasından ona doğru bakıyordum, ama o beni görmüyordu. Dans etmeye başladım, sırtım ona dönük. Pistin kenarındaydım. Birden bir koku duydum. Burun deliklerimden geçerek beynime yerleşen bir koku; Chanel 5. Onun kokusu... Gözlerimi kapatıp doya doya içime çektim. Ne kadar zaman geçti anımsamıyorum. Birkaç şarkıdan sonra DJ, Sandy Posey’in seslendirdiği “All hung up in your green eyes”ı çalmaya başladı. “Evet” dedim, “Her şey senin yeşil gözlerin için.”



Why do I stare at you this way?
It's strange to me why my eyes stray
They stray to you here all I see
You're all there is when you're near me
Oh love
If I keep watching you please forgive me now
It seems so right to do
If I said "I love you" I wouldn't be surprised
Cause tonight I'm all hang up in your green eyes
Why do I stare at you like this?
If I should leave would you be missed
Would there be nothing left for me?
With you mine I need nothing to see
Oh love, no need to be concerned
Don't you know by now the play one always burned
What I feel for you will pass with your good-byes
But tonight I'm all hung up in your green eyes
Yes tonight  I'm all hung up in your green eyes




Çiftler slow dansa geçmek üzereyken  daha fazlasıgözüm kapıdan giren pala bıyıklı, yapılı bir adama takıldı. Etrafına bakınıyordu. Birini arar gibiydi. Bulamadı, piste doğru yürümeye başladı. Üstüme üstüme geliyordu. Gözleri beni delip geçiyordu, tedirgindim. Önümdeydi ve durmadan geliyordu üzerime doğru. Birden pençe gibi ellerini arkama doğru uzattı ve narin bir bilek yakaladı o kalabalığın içinden. Bağırıyordu; “Elizabeth! Çabuk eve.” O anda donup kaldım. Adını sonra öğrendiğim ’Kevork’ Amcaydı bağıran. Benim ona taktığım adı ile ceberrut Kevork. Dana gibi soluyordu. Burun kanatları hareket ediyordu öfkeden. Kuş gibi yakaladı Beth’i. O bembeyaz kız, topuklarına kadar kıpkırmızı olmuştu. Arkasına döndü. Gözlerimiz yine kilitlenmişti. “O karşılaştığımız yere gel.” der gibi baktı, rengini o an seçemediğim kapkara olmuş göz bebekleriyle. Tamam der gibi göz kapaklarımı açıp kapattım. Başı hala arkasına dönük çıkıp gitti babamın Kevork versiyonu! Söz verdiğim gibi o takıldığım çukurun etrafına, vakti belli olmayan randevuya gittim her gün.
Ve bir gün geldi. Başını önüne eğerek hafifçe fısıldadı; ”Ben Elizabeth.” Yürümeye başladık hiçbir şey konuşmadan, ta ki bir çay bahçesine varana dek. Oturduk ve başladık anlatmaya. Şimdi tamamını hatırlamıyorum, ama on yıl önce Doğu Anadolu’dan göçmüşler İstanbul‘a, istemeye istemeye. ‘İstemeye istemeyenin’ cevabını çok sonra öğrenecektim. Babası Kevork kumaş tüccarıymış. Bahçekapı’da bir dükkân tutmuş işine orada devam ediyormuş. Sümerbank’ın tam karşısındaydı dükkânı. Üç kardeşlerdi. En büyükleri Beth benden bir yaş küçüktü. Arada ağladığını hatırlıyorum, ama neden ağladığını anlatmıyordu. Masum yaşadığımız ‘yaz aşkı’ böylece başlamış oldu. O yaz bitene kadar el ele kaç kilometre yol yürüdüğümüzü hesaplamam şimdi mümkün değil. Susmadan, bıkmadan ve bir konuyu bir daha tekrarlamadan. Babasını anlatmasını istediğim zaman irkiliyordu nedense. Kevork tam bir Ermeni milliyetçisiydi. Beth bir Türk erkekle beraber olamazmış asla. Tıpkı babamın bana koyduğu kural gibi. Benim kız arkadaşlarımda sadece Türk olmalıydı; elin gâvuruyla işim olamazdı. Ama ben oluyordum işte, o da beraber oluyordu elin gâvuruyla. Babama göre Beth gâvursa, Kevork’a göre de ben gâvurdum. Ne saçma? O yaz boyunca hiç aklıma gelmeyen soruyu sordum.
-Beth, nerede okuyorsun?
-Nişantaşı Kız Lisesi’nde.
-Nasıl olur?
-Ne demek nasıl olur?
-Okullarımız komşu. Nasıl oldu da seni daha önce görmedim?
-Daha önce birbirimizi tanımış olsaydık,  bu aşkı yaşayamazdık.
Yine yüreğim boğazıma doğru hareket etmeye başlamıştı. “Evet, haklısın aşkım.” diyebilmiştim sessizce.



Bu yaz aşkı İstanbul’da da devam edecekti o kesindi de peki, Kevork ne olacaktı, ondan nasıl kaçacak, nasıl  hissettirmeyecektik ilişkimizi? Aşkımızın zorluklarına karşı tüm tedbirleri almıştık. Sonbahar, kış, ilkbahar geride kalmış, biz yine yazlık planları yapmıştık. O yaz ben kesinlikle anneannemin sahip olduğu, Marmara Denizi kıyısındaki zeytinlikte, çadırda kalacaktım. İki yaz geçti; kışları İstanbul’da, yazları Çınarcık’ta.
Bana öpüşmeyi öğreten Beth, kim bilir nerelerdesin şimdi?  Benim babam öldü, seninki yaşıyor mu? Biliyor musun(?) Beth, senden sonraki kadınlarım bana hep ne kadar güzel öpüyorsun dediler. Bunu senin sayende yapıyorum hala, teşekkürler aşkım. Kim bilir kaç kadının hafızasındayım, dudaklarımla dokunduğum ipeksi tenlerinde. Beraberliğimiz üç yılı aşkın bir süre devam etti. Sonra birden ortadan yok oldular. On beş gün sonra ilk mektubu geldi Fransa’dan. Yıllar geçti… İyi bir sosyolog olduğunu öğrendim. Babasının zoru ile Fransa’da Ermeni lobi faaliyetlerini yürüten bir Ermeni ile evlenmiş. İkisi kız üç çocuğu olduğunu, hala Fransa’da yaşadığını biliyorum. Biz Kevork’a rağmen aşkımızı yaşadık. Kocası lobi faaliyetlerini A.B.D bağlantılı bir şekilde hala sürdürüyor.
Beth, babasına ve kocasına rağmen Anadolu’daki Ermeni köklerini araştırıyor. Arada sırada da olsa Türkiye’ye geliyor. Her geldiğinde de bana ya sesini duyuruyor ya da kendini gösteriyor. Bir araya geldiğimiz anlarda ise hep o günlerimizden konuşup, birbirimizin gözlerine bakıyoruz. Ne o ne de ben geçmişimize ihanet etmedik, ne o günü kirlettik ne de geleceğimizi yok etmeye kalktık. Asla tenimizi acıtmadık. Uyandığımızda ağzımızda elma kokusu olmadı hiçbir zaman.
Çünkü BİZ AŞKI MASUM YAŞADIK. Babalarımıza rağmen, isteyerek, hissederek, doya doya… 


ÖMER L.BAKAN
Yaşanmışlıklardan... 





23 Ağustos 2014 Cumartesi

"DORA'M"



















































BABAMA İNAT, BABAMA RAĞMEN


Hiç unutamıyorum; 1972’nin ilkbaharı. O ders yılının ilk yarısı aramıza katılan Dora V. İsrail’den ailesiyle gelmiş ve Şişli Terakki Lisesi’ne kaydını yaptırmışlar. Babası çok önceleri Türkiye de yaşıyormuş. Çocukluk yıllarında ailesi ile birlikte yeni kurulan İsrail devletine göçmüşler. Orada büyümüş, evlenmiş. Dora orada doğmuş ve babası asla Türkiye’yi unutamamış. Dora konuşmaya başladığında önce İbraniceyi, sonrasında da babasının yardımıyla annesi ile beraber Türkçeyi öğrenmişler. İlkokulu bitirip ortaokula başladığında fark etmişler ki, babasının aklı fikri Türkiye’de. Dede ölünce, baba babaanneyi razı ediyor ve varını yoğunu satarak, 1972’nin başlarında Türkiye’ye geri dönüyor. Kader bu ya, Dora ile ortaokul ikinci sınıfta yollarımız kesişiyor. Benim okul numaram 343, onunki ise 344. Ardı ardına numaralarımız okunuyor. Sessiz, sakin ve inanılmaz güzel bir Musevi kızı. Numara sırası ile oturtulduğumuzda kader ağlarını örüyor ve yan yana aynı sıradayız. Etine dolgun, benden uzun, mini etekle okula gelen, aksanlı Türkçesi, siyah çerçeveli gözlüğü, rahat hareketleriyle aklımı başımdan alıyor. Sahip olduğum azıcık harçlığın büyük bir bölümünü artık ona harcıyorum; Dora’nın kalbini kazanmak için. Aç günler de böylece başlamış oluyor. Ve başarıyorum. Artık Dora benim sevgilim. Nişantaşı, Teşvikiye sokaklarında önce yan yana sonra el ele dolaşmaya başlıyoruz. Evdeki tuhaf davranışlarımdan dolayı, annem hayatımda bir şeylerin değiştiğinin farkında. Soruyor, söylemiyorum. Bir gün babam, nereden aklına estiyse okula beni almaya geliyor. Trafik sıkışık. Beş, on dakika gecikiyor. Okulun kapısına geldiğinde, son kalan öğrencilerin kapıdan çıktığını görüyor. Dedem: “Yürü Yılmaz, belki torunu yolda görür, alırız” diyor. Osmanbey’e doğru yavaşça ilerliyorlar. Biz, caddenin sağ tarafından Dora’nın elini sıkıca tutmuş, yürüyoruz. Neler konuşuyoruz (?) hatırlamıyorum. Bir an cesaretleniyorum, elimi beline atıyorum; o da karşılık veriyor, belime elini doluyor. Biraz daha sokuluyorum, sol göğsüne temas ediyorum, aklım başımdan gidiyor. Bir an duruyor, bana bakıyor, dudaklarımdan öpüyor; şoktayım. Akşam başıma geleceklerden habersiz, Dora’ya sarılmış vaziyette Osmanbey’e geldiğimizde, kendisini eve bırakmamı istiyor. Harbiye’ye yöneliyoruz. Osmanlının son dönemlerinde inşa edilmiş, eski ama mükemmel bir apartmanın önünde duruyoruz. Yol boyunca da öpüşmeler devam etti. Hayatımda ilk defa asansöre biniyorum. Eli elimde sırılsıklam olmuş, beşinci kata çıkıyoruz. Önce kepenk açılıyor sonra kapıyı hızla itip beni daire kapısına adeta çekiyor. Kapıyı siyah, kısacık etekli, önünde kolalı beyaz önlük, başında kep ile hizmetçi açıyor. Dora beklememi söyleyerek ayakkabılarıyla içeri giriyor. Yine şaşkınım, hiç eve ayakkabıyla girilir mi? Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum? Saçı başı yapılı, yakın gözlükleri burnunun ucunda, çok güzel bir kadın Dora ile birlikte karşımda. Bir sevgilime bakıyorum bir de annesine. Kulaklarım tıkanmış, gözüm Dora’da, annesi elini uzatıyor, “Hoş geldiniz Ömer bey.” diyor. Şaşırıyorum. Dora, benimle çıktığını, annesiyle tanıştırmak istediğini söylüyor. Kıpkırmızı oluyorum, gözlerim kararıyor. Beni içeri davet ettiklerinin bile farkında değilim. Ayakkabılarımı çıkartmaya çalışıyorum, kabul etmiyorlar. İlk defa ayakkabıyla bir eve giriyorum. Annem görse canıma okur. Neler konuşuldu, ben ne cevaplar verdim hatırlamıyorum, ama anneden onay alıyorum; kızıyla çıkabilirmişim (!) ama aşırıya kaçmamak şartıyla, her ne demek ise? Vakit nasıl geçti fark edemiyorum. Aklım başıma geliyor; geç kalmıştım. Panikle kalkıyorum; anne “Dur.” diyor. Duruyorum. İçeri gidiyor, bir iki dakika sonra aşağıya inmemi, şoförlerinin beni evime götüreceğini söylüyor. Dora hemen “Ben de gideyim, Yakup beyle geri dönerim.” diyor. Yakup Bey lacivert takım, sinekkaydı tıraş, briyantinli saçlarıyla yaşlı bir amca. Asansörle geri dönüş. Dora beni bir kez daha öpüyor; dilinin sıcaklığı hala aklımda. Unutamıyorum. Bir ilk daha. Birisi benim için arabanın kapısını açıyor. Buick marka 450 beygir, otomatik, metalik gri, gemi gibi arabaya kuruluyoruz. Etiler’e doğru yöneliyoruz. Trafik öyle sıkışık ki, zaman hızla akıp gidiyor. Saat kaç bilmiyorum. Ve ilk Dora’nın bacaklarına dokunuş.  Allah’ım! Bu gün, ne güzel bir gün? Uzun bir yolculuktan sonra evimin önüne geliyoruz. Bu sefer yanaklardan masum bir öpücük konduruyoruz. İniyorum. Arka camdan sarkarak Dora el sallıyor, “Sabah seni alalım mı?” diyor. “Hayır” diyorum. Eve girene kadar bekliyorlar. Ne de olsa emanetim. Kapıyı çalıyorum, annem açıyor. Endişeli. Yakup amca “İyi akşamlar hanımefendi.” diyor. Annem şaşkın. Buick homurtuyla yokuştan aşağı ilerliyor. Annem “Baban seni bekliyor.” diyor. Tedirgin. O an “Hassiktir!” diyorum. Babam… Salona giriyorum babaannem başını sallıyor. Üzüntülü. Dedem gözlüklerinin üzerinden hınzırca bakıyor. Babam; gözlerinden ateş fışkırıyor. Bir “Hassiktir!” daha; ama bu sefer içimden bağırıyorum. “Utanmaz adam, sokağın ortasında öpüşmeye utanmıyor musun?” “Nasıl yani?” diyorum; içimden. Meğerse beni yolda görmüşler, hem de uygunsuz vaziyette. Arabadan inip kemiklerimi kıracakmış, ama dedem izin vermemiş. Şimdi hesap zamanı. Afallamış babaanneme bakarken, gözlerimden ateş fışkırıyor, beynimde şimşekler çakıyor. Ama ne tokat. İşte ortadan sıkılmış diş macunu hayatın farklı versiyonu. Hemen yukarı koşuyorum. Doğru dedemin odasına, annem peşimden, sonra babam, dedem, babaannem, ailece merdivenleri tırmanıyoruz; odaya kilitliyorum kendimi. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorum. Babam beni anlayamaz. Ulan, ben fırsat buldukça sokak ortasında öpüşmez miyim; ne pahasına olursa olsun. Şimdi ellibir yaşındayım, evlenene kadar sevgililerimle, evlendikten sonrada eşlerimle sokakta fırsat buldukça öpüşmüşümdür. Hala da bu huyumdan vaz geçmedim. Gören bilir. Babama inat. 



Neyse, sabah okula gittiğimde Dora beni kapıda bekliyor. O tokadın sebep olduğu travmadan kurtuluyorum. Annesi beni çok sevmiş. Perşembe günü doğum günüymüş, ama arkadaşlarına parti cumartesi verilecekmiş, ben de davetliyim tabii. Ama ne hediye alacağım? Ben bunun altından kalkamam. Harçlık yetmez. Akşam anneme söylüyorum. Babam, dedemden gizli rakısını içerken duyuyor. Çağırıyor. Ne istiyormuşum gene. Diş macunu iyice ortadan sıkılıyor; gözlerinin içine bakarak söylüyorum; kız arkadaşıma doğum günü hediyesi alacağım. “Kime?” diyor. “Hani şu sokak ortasında öpüştüğün şıllığa mı?” diyor. İtiraz ediyorum, “Dora şıllık değil.” diyorum. “Dora mı?” diyor.  “Evet.” diyorum. “Kim bu, nereli?” diyor. “İsrailli bir Musevi.” diyorum ve diyeceğime pişman oluyorum. “Ne! Bir Yahudi ha!” bir tokat daha, annem alıyor elinden. Utanmaz rezil adamın tekiymişim, birde Yahudi’ye takılmışım. Dedemin ilk defa bu kadar sinirlendiğini görüyorum. Alıyor beni yukarıya çıkartıyor. Almanya’da eğitim görmüş, dedem. 1918’de yurda dönmüş. Çok Yahudi tanımış, en iyi arkadaşları Yahudi imiş, okulda. Sonra II. Dünya Harbi’nden bahsediyor, anlattıklarından derinden etkilenmişim. Ağlıyorum… Dora ve ailesi gözlerimin önünde; biraz daha bağlanıyorum. Dedem de ağlıyor. Mektuplaştığı birçok arkadaşından 1943’ten beri mektup alamamış, bir daha da görüşememişler. Cebinden bir onluk iki beşlik çıkarıyor, “Yarın arkadaşına hediye al.” diyor. “Bu paradan kimseye bahsetme.” demeyi de ihmal etmiyor. Dedemin yanında uykuya dalıyorum. Gözlerim güleç. Sabah babaannem çaktırmadan dört tane iki buçuk liralık madeni para veriyor; hediye almam için. Babamda tık yok. O günkü harçlığım bir lirayı da vermiyor. Ulan, yürüyerek mi gidip gelicem, Etiler nere, Nişantaşı nere. Annem göz kırpıyor, bir çuval parayla evden çıkıyorum. Durağa geldiğimde bir de ne göreyim, mendilin içine konulmuş iki onluk; annemden. Babama inat, Dora’ya hediye alayım diye herkes birbirinden habersiz bana sponsor olmuş. Hiç unutmadım, cebimde kendi biriktirdiklerimle beraber elli altı lira seksen kuruş var. Son derste Dora’nın bacaklarına dokunup, kulağına, onunla eve kadar yürüyebileceğimi, hatta beğendiği bir şeyi de doğum günü hediyesi alabileceğimi fısıldıyorum. Okul çıkışında el ele Harbiye’ye doğru yürürken vitrinlere bakıyoruz. Kararsızım; her şeyi beğenir oldum. Her durduğumda da Dora çekiştiriyor, beni vitrinlerden uzaklaştırıyor, para harcamamı istemiyor. Dün gibi gözümün önünde; Seniha diye bir butiğin kapısından içeri çekiyorum Dora’yı. Bu sefer tezgâhtar şaşkın, “Buyurun beyefendi.” diyor. “Sevgilime güzel bir şey alacağım” diyorum. Dora anında kıpkırmızı. Utanıyor. Canım benim. Yetmiş beş liralık etek ve gömleği, sıkı bir pazarlıkla elli beş liraya alıyorum, başkada param yok zaten. Cepte metelik yok. Dora’yı eve bıraktığımda, aldığım bu pahalı hediyeyi, annesi kabul etmemesi gerektiğine onu ikna etmişti. Yıkılmış ben, Harbiye’den Etiler’e yayan Ömer, dayan Ömer. Etilere yaklaştığımda birden şimşek çaktı. Babam! Allah kahretsin, yine ortadan sıkılmış diş macunu olacaktım. Kapıyı dedem açtı, babam dedemin korkusuna bir şey yapamıyordu. Bütün gece homurdandı durdu. Oh olsun. Cumartesi geldiğinde, annem beni – ne kadar itiraz etsem de – Dora’nın evine götürdü. Hediyem tekrar paketlenmiş, zili çalıyoruz. Annem paketi alıyor, Dora kapıda beni yanaklarımdan öpüyor, ben içeri süzülüyorum, Dora’ya bir şey söylüyor, annesi geliyor. Ben, çoktan içeride, çoğunu tanımadığım çocukların yanlarında yerimi alıyorum. Dora ortalarda yok. İnadına herkes elinde hediyesi ile bekliyor, sinir oluyorum. Bir süre sonra annesi geldi bana göz kırptı, kulağıma rahat olmamı söyledi. Yakup amca akşam beni eve bırakacakmış. Kulağımda hala o tatlı sesi, tüylerimi diken diken eden. Çok mutluyum. Kapıda Dora göründü; aman Allahım üç gün önce aldığımız ekose etek beyaz gömlek üzerinde, bana doğru geliyor. Gözlerim fal taşı gibi açılmış. Kımıldayamıyorum. Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı – annem acaba ne demişti annesine- elimden tutarak beni ilk dansa kaldırdı. Yine unutamadığım bir an. Pikapta “All hung up green eyes” çalıyor. Tıpkı Dora’nın gözlerinin tarifi; yeşil gözler. Kollarını boynuma dolayıp dans ederken tek vücut olmuşuz, kulağıma fısıldadığında felç olmuş durumdayım. Dans sanki yıllar sürmüştü, yıllar sürsün isterdim. Aniden kasıklarım sancıdı, tuvalete gitmeliydim, birden sıkışmıştım. Utanarak tuvaleti sordum, koridorun sonuna doğru yollandım. Telaşla yürürken, evin ne kadar büyük olduğunu fark ettim. Aralık duran kapıdan içeriye baktığımda bembeyaz saçlı, çok yaşlı, siyah elbiseli kadın; tıka basa dolu kolilerin yanında berjer koltuğunda oturmuş, çorap örüyor. Şaşırmış ona bakıyorum. Altıma ha yaptım ha yapacam. Beni içeriye çağırıyor, yanına gidiyorum. Yanaklarımı okşayarak, İbranice bir şeyler söylüyor, avucuma çikolata koyuyor, bir de öpüyor. Ben dönüp tuvalete koşturuyorum. Geri dönerken göz göze geliyoruz, kadına el sallıyorum, her ikimizde gülümsüyoruz, salonun yolunu tutuyorum. Dora’nın yanına oturuyorum. Zaman nasıl geçti anlamadık. Eve dönerken, Yakup amca bir türkü tutturmuş, benim aklım çorap ören babaannede. O akşam bizim evde herkes ittifak yapmış - babam hariç- beni babama karşı koruma altına almışlar. Hiç bir şey olmadı, diş macunu ortadan sıkılmadı. Babamın şerrinden kurtulmuştum. Pazartesi sabahına kadar çorap ören kadını düşündüm. İlk derste Dora’ya fısıldadım: “ O kadar zenginsiniz, babaannen neden çorap örüyor.” Güldü ve dedi ki: “O gördüğün çorap, kolilerle birlikte İsrail’deki askerlere gidecek, onların ihtiyacı var. Babaannemde böyle katkıda bulunuyor.” Şaşırmıştım. Doralar ortaokulun bitiminde hep birlikte İsrail’e geri döndüler. Orada olmalıymışlar. Babaannesi orada ölmek istiyormuş ve öldü de. Aşkım gitmişti. Yıllarca mektuplaştık. O üniversite için Amerika’ya gittiğinde mektuplar yavaş yavaş kesildi. Ve bir daha hiç gelmemeye başladı. O, beni unuttu mu bilmiyorum, ama ben onu hiç unutmadım. Anılarım bugünde hiç yazamadıklarımla birlikte belleğimde. O örülen çoraplar, o yıllarda İsrail’e yardım için gidiyordu, ama o gün bugün örülen çorapların başımıza da örüldüğünü artık anladım. Bugün yaşananlar devletlerarası politikalardır. Bizim aramızda yaşananlar ise milletleri ayrı iki gencin yaşadığı masum bir aşktan ibaretti; BABAMA RAĞMEN. Sonraki yıllarımda bir Ermeni, bir de Rum sevgilim oldu. Onları da sonra anlatırım. 


    


                                     

22 Ağustos 2014 Cuma

"KORDELYA DA NAFTALİN KOKULU SOKAK"




Köşede, yeni açılan banka şubesinin sokağına girdiğinizde, yol ileride sağa doğru kıvrılır. Yolun en sonunda görünen apartmanın arsa üzerinde yerleşimi, yol kıvrımınla birlikte, sokağa “çıkmaz sokak” hissini veriyor. Ama park eden arabaların konumuna baktığınızda çıkmaz sokak olmadığını hemen anlarsınız. Etrafıma alıcı gözle bakıyorum  “bu sokakta beni içten içe cezbeden bir şeyler var” diyorum, kendi kendime. Duraksıyorum. Sanki burnuma hafiften kesif bir naftalin kokusu geliyor, bana eskiyi anımsatıyor.  Bu sokakta yaşananlar, sarıp sarmalanmışta, ileride bir gün lazım olur diye, içi kadife kaplı ceviz sandıkta saklanmışlar. Belli ki Kordelya’nın en eski sokaklarından biri, neden bu hisse kapıldım onu da bilmiyorum. Yolun ortasında durduğumu karşıdan gelen düşük model Ford fark ettiriyor. Şoförle göz göze geliyoruz, özür dilercesine bakıyor, iki omuzumu ne yapayım der gibi hafifçe yukarı doğru kaldırıyorum. O da özrümü kabul eder gibi bakıyor, hafiften gülümseyip, başınla selam veriyor; sanki bana “şaşkın” der gibi. Şakınım evet. Şaşkınım, çünkü olmayıp ta, sanki var gibi burnuma gelen naftalinin kesif kokusu şaşkınlığımı pekiştiriyor, nedendir bilinmez. Arabaya yol verip, ağır ağır ilerliyorum. Karşıdan köpeğini sabah yürüyüşüne çıkartmış kadın geliyor. Üstüne alelacele bir şeyler geçirmiş, uzun ve bol rengârenk düşük belli rüküş bir etek, arkasından gelen rüzgârla birlikte eteğinin ön tarafı havaya kalkıyor, diz kapağının bir hayli üstüne doğru çıkıyor, düzgün bacakları ortaya seriliyor, ister istemez dikkatimi çekiyor. O, oralı bile değil, kendinden emin. Üzerinde, eteğin sahip olduğu renklerin birinden, askılı, rengi solmuş penye bluz -askılardan biri omuzundan düşmüş- tahrik olmuş gibi görünen iri göğüs uçlarını hayli belirgin bir şekilde gösteriyor, göğüsleri hatırı sayılır derecede dolgun ve dik. Düşük belli etek ile bluz arasında açıkta kalan göbeğindeki altın piercing daha da dikkat çekici. Ayağındaki ev terliği hiç yakışmamış, belli ki acelesi var. Köpeği, kadının aceleciliğinin aksine, sağı solu sakince kokluyor, kadının tasmaya bağlı ipi çekiştirmesine aldırış etmiyor. Bir ağacın dibine çişini yapıyor, ardından naftalin kokulu sokağın ortasına kakasını bırakıyor, dönüp kadının gözlerinin içine bakarak, “temizle onu” der gibi kakasının başında bekliyor. Kadın eğilerek elindeki naylon torbaya köpeğinin kakasını alırken, dışarıya fırlarmışçasına görünen göğüslerine aldırmıyor bile. Tasmayı sertçe çekerek, bir daha rüzgâr ile birlikte iyice kalkan eteğine müdahale etmeye gerek bile duymadan, hızlı adımlarla sahile doğru ilerliyor. Bu kez, köpek kadının arkasından yürüyor. Yan yana geldiğimizde gözlerimize bakıp, birbirimize sessizce “günaydın” diyoruz ve yüzünü inceleme fırsatı buluyorum. Gece makyajını silmeden yatmış, gözaltındaki hafif morluklar uykusunu alamadığının göstergesi. Saçları dağınık ama o haline çok yakışmış. Boynundaki morluğun farkında değil galiba, en sevişken halinin belirtisi olarak gözüme takılıyor. Belki de yatağında bıraktığı adama çabuk dönme isteğinden aceleci davranıyor. Köpeği nereden bilsin bu sabah kadının hiç yatağından çıkmak istemeyeceğini. 



Son model bir Jeep hızla bana yaklaşıyor, sarı saçlı kadını fark ediyorum şoför koltuğunda, yanında uzun saçlarını atkuyruğu yapmış kır saçlı adam. Bir elinde telefon kulağına yapışmış, diğer eli direksiyonda kadının, ani bir fren yapıp sağa dönüyor; belli ki acelesi var, işe geç kalmış gibi. Ardından bakakalıyorum. “Gevrek” diye bağıran adam, sabahlığı ile apartmanın bahçe duvarına kadar gelmiş kadına üç tane gevrek veriyor, para üstünü sayarken, “boyoz da iste misiniz” diye, soruyor. Kadın da “hadi üç tane de ondan ver” derken, hafiften gülümsüyor. Gevrek alan kadın, köpek gezdiren kadın gibi değil, acelesi yok. Saçları taranmış, makyajı belli ki yatmadan önce temizlenmiş, uykusunu almış, dinç görünüyor. Güneş yanığı teni ona çok yakışmış. Dikkatlice baktığımda ellisine yakın görünse de, hayli genç, bir o kadar da çekici geliyor gözüme. Dip boyası gelmiş saçları tek kusuru gibi, belki de bu gün kuaföründe randevusu vardır. Gevreği ve boyozları alıp apartman kapısına doğru yöneliyor.  Yanımdan hızlı adımlarla üniversite çağlarında, sarıya yakın açık kumral saçları beline kadar uzamış, kısacık kot eteği ve üç düğmesi açık, vücudunu sıkıca sarmış beyaz gömleğinden ten rengi sutyeni görünen genç kız geçiyor. Hani şu sıfır beden dedikleri kadar ince ama uzun boyunun ona verdiği ayrıcalığın farkında sanki. Atletik bir bedene sahip, uzun bacaklarıyla hızlı ve büyük adımlar atıyor. Bir yandan telefonla telaşlı bir şekilde konuşurken, diğer yandan arkasına bakıyor; birinden kaçar hali var. Herkesin bir derdi var, kim bilir? Etrafta olup bitenden habersiz, kendi derdine düşmüş bir halde. Yüzündeki kaygı hemen fark ediliyor.  Bir süre sonra gözden kayboluyor veya bana öyle geliyor. 



Sabah erken olmasına rağmen, üçüncü katlardan birinin camı, evin temizlikçisi tarafından silinmeye başlanmış bile, bir elinde sigarası, diğer elinde mavi bir bez –hani şu sabunsuz kullanılan- ağzında tutturduğu “penceresi cam cama, muallim” türküsüyle birlikte. Ha düştü, ha düşecek sanki çok deli-cesur oluyor bu temizlikçi kadınlar. Benim yüreğim ağzıma geliyor, onun umurunda değil. Aynı dairenin balkonunda tekerlekli sandalyesinde oturup etrafı gözleyen kadın, belli ki temizlik yapılan evin sahibi. Kahvaltısını bitirmiş, keyif çayını içiyor. Yavaş yavaş kentin havası hissedilebilir sıcaklığa ulaşıyor, ben hafiften terlemeye başlıyorum. Tekerlekli sandalyedeki kadın da öyle, o da terini beyaz bir peçeteye siliyor. Kadıncağız şimdiden bunalmışa benziyor, kilosu da hayli fazla. Temizlikçi kadın ağzında sigara ile balkona geliyor, boş çay bardağını tekrar doldurmak üzere masadan alıp, mutfağa doğru yöneliyor. Masaya genç bir kadın geliyor, kuzguni siyah saçlarını tepesinde dağınık bir şekilde toplamış, üzerinde varla yok arası bir elbise, elinde kahve fincanı. Yaşlı kadınla konuşmaya başlıyorlar, genç kadının suratı asılıyor. Ev de temizlik varken bu kadar geç kalkılır mı tarzında bir tartışma her halde. Kısa bir süre sonra genç kadın, yaşlı kadının söylediklerini umursamaz bir şekilde masada oturuyor, kahvesini yudumlamaya devam ediyor. Apartmanların birinin bahçe kapısı önünde, orta yaşlarını hayli geride bırakmış mahallenin iki sakini ayaküstü sohbet ediyor. Ne konuştuklarını merak ediyorum ama duyamıyorum. Gülen hallerine bakılırsa kesin birilerini çekiştiriyorlar; kapı önü, ayaküstü konuşmalara kadınlar bayılır. Onlar sohbete devam ederken üst katlardan birinin balkonunda, aşağı doğru sarkmış başka bir kadın sohbete dahil oluyor. Sesler daha da yükselince konuşmanın konusu da ortaya çıkıyor. Dün akşam katıldıkları düğünde Keriman hanımın yanındaki adam kim? Balkondan konuya müdahil olan kadın “ayol ikisi de bekâr, bize ne” diyor. Aşağıdaki kadınların konuşması fısıltıya dönüşüyor. Buna sinirlenen yukarıdaki kadın ani bir hareketle dönerek içeriye giriyor, aşağıdakiler gülüşerek yukarıya doğru bakıyorlar. Kadınlar bu tip konulara girdiklerinde zamanın nasıl geçtiğini anlamazlar, ocak üstünde bıraktıkları tencerenin dibi tutsa da. Ters yönden gelen araba dikkatimi dağıtıyor, sinirleniyorum ama adam sinirlendiğimin farkına varmadan yolun sonunda sağa kıvrılarak gözden kayboluyor. Plakası da bu şehre ait değil ama bu yabancılık ona ters yönden gelme hakkını da vermez. Sabahın bu erken saatinde bu aşırı haraketlilik bana fazla geliyor. Bakkalın oğlu, elindeki poşete domatesleri koyarken, içeriye sesleniyor ama ne dediğini anlamıyorum. Ben de sigara almak için bakkala doğru yöneliyorum. İçeriye girerken kapıda mini şortlu, orta yaşlarında, derin dekoltesi, yüksek ince topuklu çok şık ayakkabısıyla, kızıl parlak saçlı kadınla karşılaşıyorum, parfümü çok tanıdık ve iç gıcıklayıcı, kışkırtıcı. Hani derler ya balıketinde diye, tam da öyle, babamın tabiriyle “hükümet gibi kadın”. Yol veriyorum ama dışarıya çıkmıyor, kenara çekilip, o bana yol veriyor. Bakkalın girişi çok dar olduğundan kollarımız birbirine değiyor, sıcak bir dokunuş gibi geliyor bana, ürperiyorum. İster istemez güneş gözlüğümü çıkarıp kadına bakıyorum; oralı bile değil, kendinden emin, bakkalın oğlunu izliyor, yüzünde hınzırca gülümseme var. Poşete giren domateslerden birine itiraz ediyor, o domates derhal poşetten çıkıp kasaya geri bırakılıyor. Elini uzatıp kendi seçiyor çıkan domatesin yerine konulacak domatesi. Bakkalın oğluna bakıyorum, gözleri kadının göğüslerine takılmış, bilinçsizce eli başka domatese yöneliyor, kadın bu sefer bakkalın oğlunun eline hafifçe vuruyor, gülerek “kızacağım bak şimdi” diyor. Oğlan kendine geliyor, şaşkınca domatesleri doldurmaya devam ediyor. Sigaramı alıp, bakkalın oğluyla, kadını baş başa bırakıyorum.  Sokağa dönüyorum tekrardan. Gittikçe naftalin kokusu keskinleşiyor, ben de sanki o kesif kokuyu takip ediyorum. İlerledikçe koku beni içine alıyor. Sağ kaldırımdan ilerliyorum. Balkonlardan birinde sabah kahvesini yudumlarken, gazetesini okuyan adama “günaydın” diyorum, duymuyor. Dalmış, o günkü gündemin gazete manşetine. Karısı geliyor balkona, onun elinde porselen çay fincanı. Adam karısına da bakmıyor, gazetesini okumaya devam ediyor. Kısa bir süre sonra yakın gözlüklerini üzerinden karısına bakarak “kalkmadı mı daha” diyor. Karısı hayır anlamında başını sallıyor, adam “tabi sabahın köründe gelirse kalkamaz tabi” diyor, geçip gidiyorum önlerinden. Evlerden birinin balkona açılan kapısı açık ama demir parmaklıklı, sineklik teli ile çerçevelenmiş kapısı kapalı, içeriden rakı kokusu geliyor, akşamdan kalan; sabah sabah canım çekiyor. Bir de balık kokusu var kedilerin beklemesi de ondan. Kim bilir neler konuşuldu dün akşam o sofrada, ne sözler verildi, ne kadar içildi ki, her şey ortalıkta öylece bırakılıp yatıldı, sabaha toplanır bahanesi ile. Kaç kişiydiler: iki mi, beş mi, on mu(?), hayır bence iki kişiydiler. Kalabalık olsalardı birileri ortalığı toplar, öylece bırakmazlardı, mutlaka ev sahiplerine yardımcı olurlardı. İki kişiydiler, belki karı kocaydılar, belki de sevgiliydiler, yediler, içtiler, konuştular, konuştular, sonra da ortalığı öylece bırakıp sevişmeye gittiler ve delicesine seviştiler sabahın ilk saatlerine kadar, sonra birbirlerinin bedenlerinde sızdılar, huzurla, en sevişken halleriyle. Genç olmalılar, yok yok yaşlıcaydılar ikinci baharlarını yaşayan. Biraz daha ilerliyorum, işte o zaman naftalin kokan evleri fark ediyorum; içinde anılarını barındıran. Birbirine yapışık ikiz, iki katlı, bahçeli evler. Sağdaki bakımsız, sanki terk edilmiş, uzun zamandır içinde kimsenin yaşamadığı, soldaki, eskiliğini koruyan, ön bahçesi bakımlı, içinde hayat belirtisi ile birlikte naftalin kokan ev; içinde tek kişinin yaşadığı. Pencereyi örten tül perdenin ardında telaş içinde koşturan bir kadın, belli ki bir yere geç kalmış, koşuşturması ondandır.




Şimdi, naftalin kokan ev yıkılmış, ikizinin duvarlarında izi görünüyor. O izlere mühürlenmiş anılar dün gibi belleğim de. Merdiven basamaklarının belirgin izlerinde yukarıya, yatak odasına doğru çıkıyorum; yaşanacak bir gecemiz var mı(?) diye...     

1 Ağustos 2014 Cuma

"SMYRNA GÜNLÜKLERİ 4" (SON)


BEN ESKİ ZAMAN AŞIĞIYIM,
SEVMEK KADAR KATLANMAK TA GELİR ELİMDEN.
OKTAY RIFAT



-Aramızdaki nedir?
-İlla tanım mı olması gerekir?

Gece, ne zaman, nasıl, neden uyumuşum, hatırlayamadan, zihnim uyandı; gözlerim kapalı, elimi yatağın sol tarafına attığımda; yoksun. Senin sıcaklığından yoksun olduğumu fark ettim. 
Gözlerimi açtım; gerçekten dün gecem de yok muydun? Yine kahve kokusu, yine küçücük ayaklarının -sessizce tırmandığın- merdivenlerdeki sesiydi, beni kendime getiren. Başımı sağa çevirdiğimde, önce kıvır kıvır saçını, sonra yüzünü, göğüslerini ve çırılçıplak bedenini gördüm. Basamak basamak izledim seni. Dışarıda "GEVREEEK" diye bağıran adam ve ardından sessizlik. Yatak ta kahve keyfi, ayrılacağımızın arifesinde, ritüel halini aldı. Biz nasıl ayrılacaktık, buna kim izin verecek ti? Sen mi, ben mi, yoksa ikimizde mi? Üç bilinmeyenli denklem gibi yaşadıklarımız, konuştuklarımız, seviştiklerimiz. Bunca çabalarımdan sonra, o sabah, seni ikna etme gayretimden vaz geçtim. Her şeyi oluruna bırakacaktım(!) ve kesinlikle de öyle yaptım. Birden "Haydi o koya gidelim." dedim ve alelacele hazırlanıp, yola koyulduk. Havadan sudan sohbetle geçti yolculuğumuz. Koya iyice yaklaştığımızda birden bire sordum? "Beni seviyor musun?" Duraksamadan cevapladın. "Evet" dedin. Ardından, "Biz şimdi ayrılıyor muyuz?" dedim. Yine duraksamadan, "Evet" dedin. Kafam karışıyor yine, hem seviyor, hem de terk ediyor. Sustum. Artık bu konu hakkında kesinlikle konuşmayacağım! Söz verdim bana. Yoruldum. Madem öyle istiyor, öyle olsun, dedim, içimden. Kıyıya yürürken, "Sen, beni terk edemeyeceksin, yine beni çağıracaksın." Dedim, bana verdiğim sözü bir kez daha yerine getiremedim, durmadan çabalıyorum, durmadan bir şeyler söylüyorum. Sustu. Cevap vermedi. Gözlerinin dolduğunu fark ettim; denizle, gökyüzünün birleştiği yere boş boş bakıyordun: Beyaz atlı prens değil de, Beyazlara bezenmiş küçük bir yelkenli bekliyor gibiydin. Birden çocukluğumuzun masalları geldi aklıma.



Çocukken masallara nasıl da inanırdık, değil mi? hayatımızın o masallardaki gibi olacağını düşünürdük. Beyaz elbiseler içindeki prens seni dağların en zirvesindeki şatosuna götürecek; atının terkisine attığı gibi seni, uçarcasına gideceksiniz, gün batmadan. Geceleri yatağına yattığında, gözlerini kapar, bunları düşünürsün. Sanki fantezilerin gerçekleşecekmiş gibi, buna canı-ı gönülden inanırsın. Çeşitli masal kahramanları gelir, geçer, gözlerinin önünden, aklından. Hepsi o kadar gerçek gelirdi ki sana, hayallerinin tatlarını bile alacağını sanırdın. Aslında bir şeyler eksikti, önemli bir malzeme yok, neden hatırlamıyorsun? Eninde sonunda büyürsün. Bir gün gözlerin açılır ve masallar kaybolur. Pek çok insan güvenebileceği şeylere ve insanlara sarılır. Olay şu ki aslında, masallardan asla tam olarak vaz geçemiyorsun. Hemen herkes bir gün o çok hayallerini kurduğu masalın içinde uyanacaklarına dair bir inancı, bir umudu her zaman içinde taşır. Her şey bittikten sonra, elinde inançların kalır. Hiç tahmin etmediğin bir anda, karşına dikiliverir. O gün, masalın, tahmin ettiğinden biraz daha farklı olduğunu anlarsın. Şato ise, şato olmasa da olur. Önemli olan sonsuza kadar yaşamak değil, yaşadığının mutlu bir an olmasıdır. Bazen insanlar seni şaşırtabilir, bazen ise nefesini bile keser. Bizler yetişkiniz, ne zaman büyüdük. Ne yazık ki, diş tellerini geçip, sutyen takacak yaşa geldiğinde sorumluluk üzerine yapışıyor. Tamam, sorumluluktan kaçılmaz. Ya bununla yüzleşirsin, ya da sonuçlarına katlanırsın. Yine de yetişkin olmanın iyi tarafları var. Giydiğin harika elbiselerden tut da, harika sevişmelerine kadar, sana ne yapman gerektiğini söyleyen ebeveynlerin olmaması çok güzel bir şeydir ve seni özgür kılar veya özgür olduğunu sanırsın. 


Şu anda beni duymuyorsun, ben sadece, sonra okursun diye, sana yazıyorum. Her yerde, haleler ve yiyebildiğin kadar açık büfeler olan o ışığa gitmen için, karşı konulmaz istek duyduğunu da biliyorum. Sadece yaşa. Bana, sana, bize bu iyiliği yapabilir misin? Yollara ağla. Önünde o kadar çok gidebileceğin yollar var ki, hepsi seni bekliyor, hepsi seni çağırıyor, hepsi seni... Eğer, benim sınırlarım var diyorsan, sen bilirsin. Ama sınırlar başkalarını dışarıda tutmaz, seni içeriye hapseder. Ben, şunu iyi biliyorum ki, başka bir açıdan bakarsan, manzara harikadır. Mutlaka sırların vardır: Açıklamadığın, açıklayamadığın sırların en büyük sorunu budur. Sırlar da, kötü olaylar gibi, üst üste gelir. Her şeyi ele geçirene kadar içinde birikirler, yığılırlar. Onlar içindeki tortu birikintileridir. Sonunda içinde sırlardan başka hiçbir şeye yer kalmaz. Sırlar seni öyle bir doldurur ki, patlayacak gibi olursun. Sen sırlarını açıklamanın verdiği rahatlığı unutmuşsun. Sonuçları iyi de, kötü de olsa, istersen açığa çıkarabilirsin, beğensen de, beğenmesen de. Sırlar açığa çıktı mı, arkalarına saklanman da gerekmez. Sırların en büyük sorunu, kontrolün sen de olduğunu sansan bile, aslında olmamasıdır; esas dikkat etmen budur. Sahi başka hangi sırların var senin? Masal kahramanların kimlerdi veya var mıydı? Ben sen de neyim, bir masal kahramanın mıyım, gerçeğin miyim, ya da sırrın mıyım, içinde biriken.



Kahvaltı masasına oturduğumuzda bu düşüncelerimden sıyrılıp etrafımla ilgilendiğimi fark ettim. Pek kimse yoktu dikkat çeken, saat daha erkendi, gelirler elbet etraf dolar taşar. Ben onları inceleyeceğim, hikâyelerini okuyacağım yüzlerinden ve sana anlatacağım. Doyduk. Kalktık, incir ağacı altındaki masaya oturduk. Yaşadıklarımızdan, içtiklerimizden, uyuyamadıklarımızdan ikimiz de yorgunuz; içimiz ha geçti, ha geçecek. Suskunuz. Pek konuşmuyoruz. Deniz suyu acaba önceki günkü gibi soğuk mu? Dayanabilecek miyiz çelik gibi soğuk suya. Girmeden suya anlaşılmaz tabi. Kendimize gelmek adına atlıyoruz suya. Şaşırtıcı, su çok güzel, ne çabuk ısınmış su, adeta sevişiyoruz ılık suyun şahitliğinde: Vaz geçemiyoruz yeniden birbirimizden. Biz nasıl ayrılacağız, kafamın içinde bu soru sürekli dönüyor.
Tekrar incir ağacı altındaki masamıza dönüyoruz, bedenlerimiz ıslak, bırakıyoruz kendimizi kurumaya. Ben, 'Bento'nun Eskiz Defteri' adlı kitabı çantamdan çıkartırken, sen de eline 'Kavim' adlı kitabı almışsın bile. Konuşmamanın en güzel gerekçesi kitap okumaktı. Ben kendimi kitaba veremiyorum. Sen az kalan sayfalarıyla romanı bitirmeye niyetlisin. 



Benim gözüm etrafta, hikâyesini okuyacağım birini, birilerini bulmak istiyorum. Bakınıyorum, çayımı yudumlarken. Derken bir kadın giriyor tesisten içeri. Uzun boylu, biçimli vücudu, dolgun göğüsleri, yürüyüşü, kendinden emin duruşu, hemen dikkatimi çekiyor. Telefonu çalıyor ve sertçe konuşuyor; yüzünden, mimiklerinden belli. Ardında, annesi ve babası olduğunu tahmin ettiğim, yaşlıca bir çift. Baba mutsuz, nereden geldik buraya der gibi etrafına bakınıyor. Anne kayıtsız adamın yanında, ona bir şeyler söylüyor. Kadın hâlâ telefonda, karşısındakine fırsat vermeden konuşuyor, mimikleri ve hareketleri gittikçe sertleşiyor. Akıl-misafiri oluyorum konuşmalarına, bir tek kelimesini duymadan. Belli ki sevgilisiyle konuşuyor. Sevgilisi evli, bayram tatilini, karısıyla ve çocuklarıyla geçiriyor. Kadın bundan hoşnutsuz ve bu hoşnutsuzluğunu sert bir biçimde adama haykırıyor. Bütün yılı benimle geçiriyorsan, bayramı da benimle geçireceksin, diyor. Ben burada neler çekiyorum, biliyor musun, diyor. Mecbur kalmış annesiyle babasının kaprislerine. Hem de onu çok özlemiş, daha ayrılalı iki gün olmasına rağmen. Sen değil miydin, boşanacağım, bu ilk özgür bayram tatilimiz olacak, diyen. Sen beni ne sanıyorsun, kullanıp ortalığa atılacak kadın değilim. Bu yaptıklarını fitil fitil burnundan getireceğim, bak öyle canın çektiği zaman kapımı çalabilecek misin? Yok, sana bundan sonra, sarımsağı nerede yiyorsan, ağzını da orada kokutacaksın. Hele o aldığın evi üzerime yapma, dikileceğim karının karşısına, anlatacağım her şeyi. Artık adam telefonda ne dediyse, sıkıysa yap bakalım, diyor kadın, seni rezil ediyor muyum, etmiyor muyum, bak konuşma dediğimi yaparım biliyorsun, diyor. Adam ne dediyse sakinleşiyor birden bire. Gülümsüyor, eriyor telefonun karşısında, işaret parmağı ağzına gidiyor, seksi bir biçimde parmağını, tırnağının üstünden hafifçe ısırıyor. O anda tüm kavga bitiyor, bu ayrı tatil adama kaça patladı acaba, zavallı mı, desem ne desem bilemedim. Kadın istediğini elde etmenin dayanılmaz hafifliğiyle hınzırca kocaman öpücük yollayıp telefonu kapatıyor. Babasını ve annesinin yanına doğru gidiyor. Birden durup tekrar telefonu açıyor. Hangi noterde buluşacağız, diye soruyor ve adama maliyetin bol sıfırlı olduğu ortaya çıkıyor. "Kahve içelim mi?" diye soruyorsun, ben de "İçelim." diyorum. Kahvelerimiz geldiğinde sigaramı yakıp bana uzatıyorsun; sigarayı bırakma çabana rağmen bunu tekrar tekrar yapıyorsun. Yapma. Yeniden kitaplarımızı elimize aldığımızda, bu sefer kendimi kitaba vermeye kararlıyım ama ne gezer. Sana bir şey soruyorum, başını kaldırmadan “beş-on sayfa kaldı, sonra konuşuruz” diyorsun. Belli ki sorumu anlamamışsın bile, anlasaydın eğer mutlaka kitabı bir kenara bırakır, kedi gibi yanıma sokulurdun. Bento’nun eskiz defterini bir kenara bırakıyor, etrafla ilgilenmeye başlıyorum. Tam o sırada kapıdan yanında genç bir kızla bir kadın giriyor içeriye. Kadın fark edilmeyecek gibi değil, genç kız sıradan biri gibi. Kadın ellili yaşlarda, bakımlı, vücut –derler ya mermer gibi- mükemmel, kısacık plaj elbisesinin içinden biçimsel bir bütünlük sağlayan oranlar. Krem rengi elbise sanki el örgüsü nü andırıyor, ama iyi bir markanın bu yaz ki koleksiyonundan olduğu kesin. Yüksek, ince topuklu terlik mi, yoksa ayakkabı mı bilemedim ama ince bileklerinin bütününe hitap ediyor. Gözlük ha keza öyle. Saçlar kısa, biçimlendirilmiş, ıslak gibi ama değil. Kuaförün el attığı kesin ve ya kendisi yapmış, narin uzun parmaklarının becerisiyle. Sadece ileriye doğru bakıp, etrafla hiç ilgilenmiyor, biraz uzağımızdan geçip yerde yayılmış minderlerin üstüne çantasını bırakırken, yanındaki kıza başıyla işaret edip sanki “otur” diyor. Kız o işarete hemen karşılık verip, oturuyor. Kadın şöyle bir etrafına bakarken bir an için göz göze geliyoruz ve bundan sonra birbirine hiç benzemeyen bu iki kadına akıl misafiri oluyorum. Bu mesafeden kulaklarım ne konuştuklarını asla duyamaz. Bu gün aklım hep hınzır düşünüyor. Kadın üniversiteyi bitirdikten sonra yurt dışına gidiyor, iki yıl o ülke senin, bu ülke benim dolaşıyor. Ülkesine döndüğünde artık çalışmak zorunda olduğunu hissediyor, hep aileden istenmez ya bu lanet para, kendi parasını, kendisi kazanması gerek. Cumartesi gecesinden kalan tortuların getirdiği baş ağrısı ile uyandığında, sert bir kahve ile kendine gelmeye çalışırken, annesinin masanın üzerine serdiği ve üzerinde sebze artıklarının bulunduğu eski bir gazete gözüne çarpıyor. Seri ilanlar sayfası açık bir şekilde, yarı nemli gazete ilgisini çekiyor. Oturuyor masaya, ilanlara göz atıyor, biri ilgisini çekiyor. YÖNETİCİ ASİSİSTANI ARANIYOR. Devamını okuyor, telefon numarasını not alıp, tekrar yatağa dönüyor. Pazartesi sabahının ilk ışıklarına kadar yataktan çıkmıyor ama uyuyamıyor da. O işe mutlaka girmeliyim diyor, kendi kendine konuşurken. Kalkıyor, tek tük araba sesleri geliyor kulağına, cama yaklaşıyor, dışarıya bakarken “ilginç bir gün olacak” diyor. Ve oluyor da. Saat tam dokuzu gösterdiğinde telefonu çeviriyor, henüz cep telefonu kullanımı yok. İlan için aradığını söylüyor. Sekreter kız şaşkınlıkla “hangi ilan” diyor, “yönetici asistanı aradığınız ilan” diyor. Karşı taraf biraz sessiz kalıp “ama o ilan üç ay önceydi” diyor. Bizim ki şaşırıyor bu defa, biraz sessiz kalıp “olsun ben yine de görüşmek istiyorum” diyor. Sekreter olmaz falan derken, kapıdan patron giriyor. Konuşmalara şahit oluyor. Nedir mesele diyor, sekreter özetleyip anlatıyor, patron, çağır gelsin diyor, saat beşe randevu veriyor. Sen halâ kitabını bitirme gayreti içerisindesin ve benim akıl misafirliğimden haberin yok. “Sen kitabını bitir” diyorum, aklımı tekrar kadına doğru kabartıyorum. Karşısındaki kıza anlatmaya devam ediyor. O gün saat tam beşte sekreterin karşısına lacivert döpiyes, siyah ipek çorap, yüksek topuk ayakkabı ve ipek bluzunun içinde, kışkırtıcı ama çok açık olmayan dekoltesiyle dikiliyor. Önce parfüm kokusu giriyor patronun odasına, sonra kendisi. Gözler birbirine kenetlenirken, ne kadar sessiz kaldıklarını ikisi de bilmiyor. İlk toparlanan kadın oluyor, akıcı diliyle kendini tanıtıyor. Cv’sini masanın üzerine bırakıyor. Uzun bir sohbetten sonra İzmir’in en lüks restoranlarının birinde karşılıklı oturuyor sohbete devam ediyorlar. Ve kadın o gecenin sonunda işe alınıyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen aynı yerde, aynı masada, aynı kişi ile birlikte çalışıyor. Geldiği yer farklı gözükmese de, bir ömür paylaşıyor adamla. Sakin ama bir o kadar dinamik, gizli ama bir o kadar ortada, aşk ile ama bir o kadar sevişken, mutlu ama bir o kadar huzurlu, sessiz ama bir o kadar bağırırcasına hayat sergiliyorlar ortalık yerlere. Adamın karısı, çocukları, iş dünyasının ileri gelenleri ve tüm şehir bilse de, kimse bu birbirine âşık ikiliye sesini çıkaramıyor. Adam şimdi torun sahibi, kadın doğurganlığını yıllar önce yitirmiş ve çocuğu yok ve sımsıkı birbirine tutunmuş iki insan. “O şimdi ailesinin, torunlarının yanında bayram tatilinde, biz ikimiz de burada bunları konuşuyoruz” diyor karşısındakine. Gözleri biraz nemlense de, kendine hâkim oluyor, “hadi kalk suya gir” diyor, genç kıza, kız kalkıyor suya doğru yürüyor. Arkasından bakarken tekrar gençlik yıllarına dönüyor kadın, bu sefer gözlerinden iki damla yaş süzülüyor ama çabuk toparlıyor kendini. Garsona sipariş veriyor ve genç kızın dönüşünü bekliyor; belli ki anlatacak daha çok şeyi var. Bundan sonrasına akıl kabartamıyorum. Senin kitabın bitmiş, karnın acıkmıştı. Biz de siparişlerimizi verip sakin geçen günün bitmesini iki kez daha suya girerek bekliyoruz. Arada konuşuyoruz, ama ne konuşuyoruz, inan hiç hatırlamıyorum. Artık deli-mavi masa örtüsü üzerinde çilingir soframızı kurmanın zamanı gelmişti bile, kalktık yola koyulduk.

Bu akşam ikimiz de yorgunuz; zihnimiz de, bedenimiz de yorgun. Bu sefer ben çıkartıyorum çilingir sofrasının malzemelerini. Hazırlıklar tamamlanınca geliyorsun masaya. Bir-iki kadeh içtikten sonra, “uzanacağım” deyip, içeriye gidiyorsun, giderken de yarım saat sonra kaldır demeyi ihmal etmiyorsun. Ben devam ediyorum, notlar alıyorum düne bu güne dair. Bak ne yazmışım sana “Degrade bir şekilde geçmeliydik birbirimize, sert geçişler önümüzü kesecekti ve kesti de.” Anladın mı beni, hangimiz istedik ki bu sertliği, ikimiz de istememiştik. Uzun bir süre sonra sessizce yanıma geldin, hatta neden uyandırmadın diye de kızmıştın. Uyandıracaktım ama itiraf edeyim ki ben istemedim. Yine aynı şeyler konuşulacak ve ben seni ikna etmeye çaba göstereceğim. İstemedim. Oturdun. İçtin. Hem de çok içtin. Beni bile geçtin, sarhoş olmaya yüz tutan zihninden ne geçtiyse artık, bana onu anlatmaya başladın. Hani şu yedi sene birlikte olduğun o var ya, işte onu anlattın uzun uzun. Ne gerek vardı. Neden anlattın, anlayamadım. Hem beni hem de kendini bozdun. Gece cehennem oldu ikimize. O saatten sonra ne seni susturmak, ne de yatırmak mümkün oldu. Sarhoştun, sarhoştum, sarhoştuk. Ama itiraf edeyim: O geceden sonra daha da sıkı bağlandık birbirimize ve ayrılmamaya karar verdik, iyi oldu be kadın…

ÖMER L.BAKAN
190820132322KÇKDRHVRN
O GÜNLERİ TORTULARI YAŞATACAK BİRBİRİMİZİ.