2 Aralık 2016 Cuma

PIER LOTI




Julien Viaud nam-ı diğer Piyer Loti. Ufak tefek, koca kafalı, iri kavisli burunlu biriydi. Hani ailelerde ‘tekne kazıntısı’ adı verilen, ağabeyleri ve ablaları ile arasında büyükçe yaş farkı bulunan, anne ve babalarının yaşlılığında dünyaya gelmiş ve bu yüzden fazla ilgilenilmemiş çocuklar vardır ya, işte Julien’de onlardandı. Üstelik yüzündeki sedef lekeleri gözlere hiçte hoş görünmüyordu. Hele hele uzun deniz yolculukları sonunda derisi güneş ile rüzgârdan yandığında, görünüşü büsbütün çirkinleşiyordu. Nitekim yazar Claude Farrere, onu ilk gördüğünde Kahire Müzesi’ndeki Ramses Mumyası’na benzetir ve “Karşıdan bakınca sadece gözdü, sanki her zaman fal taşı gibi açık, hareketsiz sabit gözler. Yarı yarasa, yarı kedigözü.” der. Çöp gibi ince görünümü nedeniyle adalelerini geliştirmek için cambazhanede çalışmayı deneyecek kadar yapısından memnun değildi.



Doğum yeri olan Batı Fransa’nın Atlas Okyanusu üzerindeki Rochefort kentindeki ilk eğitim günlerinde, arkadaşları ve öğretmenleriyle anlaşamayan içine kapalı bir çocuktu. Davranışlarında bir günü diğerine uymuyor, özel bir yeteneği de görünmüyordu. Hatta öğretmeni; “Bu çocuk hiçbir zaman Fransızca yazmayı başaramayacak.” yargısında bulunmuştur. Ailesi ve ailesinin kadınlarıyla –anne, hala, abla- yaşamıştır. Tahiti’deki ağabeyinin gönderdiği mektuplarda yer alan, yabancı ve tropikal ülke hayranlığını körükleyen bilgiler onu daha çok ilgilendiriyordu. İçine kapanıklığını aşmanın yolunu hatıra defteri tutmak, resim yapmak ve piyano çalmakta buluyordu.
                Denizci olmak istemesinde, ailesinin geçmişinde bir hayli denizcinin bulunması kadar, uzak denizlerde uzun süre dolaştıktan sonra oralardan getirdiği eşyalar ve nebatlar arasında tropik bir yaşam süren amcasına özenmesi de rol oynadı. Ama hepsinden önce eğitimini yatılı bir okulda devlet hesabına yapıp, ailesine yük olmama zorunluluğu vardı. Çünkü belediyede başkâtip olan babasının mali durumu oldukça bozuktu. Parlak bir öğrenci olmaması, 1856’da on altı yaşındayken girdiği bahriye okulu sınavında başarı sağlamasını engelledi. Paris’e gidip bir yıl çalışmanın sonucunda nihayet seksen kişi arasında kırkıncı olarak kazanabildi.
                18 yaşındayken katıldığı eğitim gezilerinde Fransa’nın Atlantik Sahillerini tanıdı. Yirmisindeyken ikinci sınıf subay adayı olmuştu ve Akdeniz’i, Kuzey Afrika’yı, Atlantik Okyanusu’nu, Brezilya’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Kanada’yı dolaştı.
               


Julien, bu ilk dünya turunda en çok içine kapanıklıktan sıyrılmanın sevincini yaşadı. Çeşitli ülkelerin birbirinden farklı insanlarını hele kadınlarını değerlendirmek için çok gençti. Ama öğrenme isteği de yadsınamazdı. Deneyimlerinin, hele karşı cinsle ilişkileri konusunda ileri sürdüklerinin ne kadarı gerçek ne kadarı hayal ürünü bilinmez. Bunların kendisinden başka tanığı yoktur. 1870 Şubat’ında altı gün kaldığı İzmir’de Osmanlı Toplumu’yla ilk temasa geçmenin sonucunda ileri sürdüğü yargılar; Avrupa’dan Uzak Doğu’dan ve Afrika İslam Toplumlarından farklı bir yapıyı gözlemlediğini ortaya koyuyor.
                “Boyalı ve yıldızlı kayıklarda meraklı ve rengârenk elbiseler giymiş insanlar bizi izliyordu. Bütün vadilerden uzun deve kervanları, yavaş yavaş büyük doğu kentine doğru iniyorlardı. Uzakta siyah servisler ve ince minarelerle dolu görünen bu kentten harikalar bekliyorduk, zira her şey renkli ve orijinaldi. Oysa bizi tam bir hayal kırıklığı bekliyormuş.
                Bir gün bizi, seller gibi yağan yağmurun altında, düzensiz ve sanatsız inşa edilmiş evlerin oluşturduğu karmaşıklığın altında karaya çıkardılar. Her şeyden bir parça vardı; Türkler, İranlılar, Rumlar, Yahudiler, İngilizler, develer ve sokakların acayip ırkını oluşturan küçük serseriler.
                Doğuya, bütün büyülü yanlarıyla doğuya, şairlerin ve seyyahların tasvir ettikleri şekliyle doğuya, İzmir’in eski çarşı mahallelerinde rastlanır. Bu Türk pazarlarının öyle garip görünüşleri vardır ki, orada olan her şeyin gerçekliğinden şüphe edilir ve eski doğu öykülerinin peri masallarını andıran ortamına taşınmış sanır insan kendini… Bu peri masallarından çıkıldığı zaman Avrupalıların mahallesine geçilir ve bizim bu halklarınkine nazaran son derece soğuk ve aptalca uygarlığımızla karşılaşılır.”
1876 yılının 3 Mayıs’ında yaşamını ve sanatla olan ilişkisini kökünden değiştirecek bir yolculuğa çıktı. İki Avrupa devleti konsolosunun Müslüman halk tarafından linç edilmesi üzerine, Selanik’teki Avrupalıların güvenliğini sağlamak üzere gönderilen Couronne adlı savaş gemisine atandı. Uğradığı limanlarda karaya yalnız başına çıkmayı adet haline getiren Julien, Selanik’te de aynı yola başvurdu. İki buçuk ay Selanik’te kaldıktan sonra 1 Ağustos1876’da İstanbul’daki Gladiaeur gemisine nakledildi ve 17 Mart 1877’ye kadar orada kaldı. 7 aylık süre boyunca Galata-Beyoğlu bölgesinde kalmakla yetinmeyerek, yazarlık merakıyla İstanbul tarafına geçti ve Türk yaşamını tanımaya çalıştı; Türkçe öğrendi, aldığı eşyaları evine götürüp Türk köşesi kurdu.
                İki yıl sonra Paris’te Aziyade adında bir roman yazdı. Alışılmışın aksine kitapta bir yazar ismi yoktu. Kitabın kapağına konan güzel bir doğulu kadın resminin okuyucunun ilgisini çekmek için yeterli olacağını düşünmüş olmalıydılar. Kitap haremle ilgiliydi; İngiliz Bahriyeli Teğmen ile Abidin Efendinin dördüncü karısı Aziyade’nin yasak aşkını anlatıyordu.1877 Mart’ında teğmenin görevli olduğu savaş gemisine İngiltere’ye dönme emri verilir. Aziyade ve teğmen bu ayrılışa gözyaşı dökerler. Ama iki tarafta birbirinden kopmamakta kararlıdır. Teğmen İngiltere’deyken bu yasak aşk Aziyade’nin kocası tarafından öğrenilir ve Aziyade güneş görmeyen bir odada ölüme terk edilir ve çok geçmeden ölür.  İstanbul’dayken Osmanlı ordusuna girmek için başvuruda bulunan teğmen İstanbul’a döner. Aziyade’nin başına gelenleri öğrenir, çok üzülür. Aziyade’nin mezarını ziyaret eder. Aslında kitaptaki İngiliz Teğmen Loti’nin kendisidir.



1903’te İstanbul’da elçilik koruma gemisinin süvariliğine atanma olasılığı gündeme geldiği andan itibaren büyük bir rahatsızlık hissetmeye başladığını günlüklerine yazmıştır. ’Otuz yıllık İstanbul’da yaşama rüyasının gerçekleşmek üzereyken engellenmesi’ endişesini kafasından atamadı. O kadar ki, bundan vazgeçilirse ‘her şeyinin, ününün, onurunun, eserinin ve anılarının yıkılacağından’ korkuyordu. Belki de uzun yıllar önemli bir eser verememiş olmanın etkisi altındaydı ve İstanbul’dayken kendisinden bir şeyler bekleyenleri tatmin edememenin endişesi içerisindeydi.
Atama emri gelince ‘son derece melankolik bir alt-üst oluşun’ etkisini yaşamaya başladı. Eski olaylar, Aziyade’nin ‘tatlı kaderi’ yeniden canlandı. ‘Eskiden olsaydı yaşamımı zevkle dolduracak bir karar, ama bugün İstanbul’un bütün çekiciliği benim için küçük bir mezara kapanmış durumda’ diye kaydediyordu. Aslında asıl endişesinin gençliğinde yaptıklarını aynen tekrarlayamamaktan geldiği, bir yaşlılık psikozu içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Sadece 53 yaşındaydı ama yirminci yüzyılın başında bu sayı yaşlılık olarak algılanıyordu.



İstanbul’a dönerken, Pire’de uzun bir aradan sonra ilk kez Türk kahvesi ile nargile içip Türkçe konuşarak, Türkleşme yolunda ilk adımlarını attı. 10 Eylül 1903’te İstanbul’a gelen ve Beykoz’da demir atan Vautour gemisine yerleşti. Beykoz’un son derece Türk olan köy havası, yaydığı Türk kokuları ve nihayet sessizliği delen müezzinin ezanı, rüyasının gerçekleştiğine, tatlı ve melankolik bir sürgün geçireceğine onu inandırmaktaydı. Bu ortam içinde Aziyade’yi ve onunla geçirdiği tatlı günleri anmaya başladı. Rochefort’taki evinin oryantal odasındaki oryantal giysiler göz önünde bulundurulduğunda, zaman zaman yapay yaşadığı doğulu hayatın yerine tam zamanlı bir Türk olmayı gerçekten düşünüyor muydu acaba? Burası biraz şüphe götürmesine karşın, Türk kamuoyunda uyandırdığı sempati sonucunda ‘İstanbul şehri fahri hemşerisi’ olur.


Can Çekişen Türkiye yapıtı, Türkiye’nin Batı dünyası ile arasındaki ilişkiyi konu edinir. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türkiye’nin haklarını galip Avrupa ülkelerine karşı savunan yazılar yazar. Mütareke döneminde işgal altındaki İstanbul’da, onun Türk dostu kimliğine dayanarak bir cemiyet kurulur. Bu derneğin düzenlediği bir konferansta, Türkiye’nin siyasal bağımsızlığına kavuşma yolundaki direnişini işgal kuvvetlerinde yankılar uyandıracak biçimde dile getirir. Kendini Türklere bir caddeye ve kahvehaneye ismini verdirecek kadar sevdirir.

Loti’nin eserleri şunlardır: Aziyade, İzlanda Balıkçısı, Bir Sipahinin Romanı, Madam Krizantem, Bir Çocuğun Romanı, Acıma ve Ölüm Kitabı, Karanlık Yol Üzerindeki Yansımalar, Mutsuz Kadınlar, Can Çekişen Türkiye, İlk Gençlik, Zavallı Genç Bir Subay.








31 Ekim 2016 Pazartesi

ATTİLA İLHAN





15 Haziran 1925’te İzmir’in Menemen ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğretiminin büyük bir bölümünü İzmir’de ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı şehirlerde tamamladı. Gençlik yıllarının başında İzmir Atatürk Lisesi henüz birinci sınıfındayken, kız arkadaşına yazdığı Nazım Hikmet şiirleri ile yakalanınca, 1942 Şubat’ında tutuklandı ve okuldan atıldı. Üç hafta gözetim altında kalan Attila İlhan, iki ay hapis yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince de eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazanınca, eğitim hayatına devam etmek için İstanbul Işık Lisesi’ne yazıldı.
 Sanat hayatı ve Paris yılları
Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı’nda, ‘’Cebbaroğlu Mehemmed’’ şiiriyle pek çok ünlü şairi geride bırakarak ikincilik ödülünü kazandı. Bu ödül kendisi için kuşkusuz büyük mutluluk kaynağı olmuştu. 1946′da mezun olduktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Sanatçı, başarılı geçen üniversite yıllarında “Yığın” ve “Gün” gibi dergilerde ilk şiirlerini yayımlamaya başladı. Hukuk Fakültesi’ndeki yüksek öğrenimini yarıda bırakan Attila İlhan, 1949 yılında üniversite 2. sınıftayken Nazım Hikmet’i kurtarma hareketine katılmak üzere Paris’e gitti. Bu harekette aktif rol oynayan sanatçı, ilk kez gittiği Paris’te Fransız toplum yapısı ve Paris’te yaşadığı çevreye ilişkin gözlemler yaptı. Yaptığı gözlemleri, daha sonra ortaya koyduğu eserlerinde birçok karaktere ve olaya büründürdü. Türkiye’ye geri döndüğünde başı sıklıkla polisle derde girdi ve birkaç kez gözaltına alındı. Sansaryan Han’daki sorgulamalar; ölüm, tehlike, gerilim temalarını işlediği eserlerinde önemli rol oynadı. 1951 yılında Gerçek Gazetesi’nde yayınlanan bir yazısından dolayı soruşturmaya uğrayınca tekrar Paris’e gitti. Fransa’daki bu dönem sanatçının Fransızcayı ve Marksizm’i öğrendiği yıllardı. 1950’li yılları İstanbul-Paris-İzmir üçgeni arasında geçiren İlhan’ın ismi yavaş yavaş Türkiye çapında duyulmaya başlamıştı.
Sanatçı, yurda döndükten sonra Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Sinemaya olan ilgisi nedeniyle, 1953’de Vatan Gazetesi’nde sinema eleştirileri yazmaya başladı. Gazeteye yazdığı eleştirilerden birinde; “Çoğu zaman 3-5 kişi için yazdığımızı sanırız, onlar bizi okumazlar. Asıl seslendiklerimiz, hiçbir zaman tanımayacağımız, başka üç beş kişidir.” dedi.
Sanatta çok yönlülüğü
1957’de Erzincan’da askerliğini bitirdikten sonra tekrar İstanbul’a dönüş yapan Attila İlhan, sinema çalışmalarına ağırlık verdi. On beşe yakın senaryoya ’’Ali Kaptanoğlu’’ takma adıyla imza atan sanatçı, sinemada aradığını bulamayınca, 1960’da Paris’e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölümü nedeniyle son buldu. Bundan sonra yazarın İzmir dönemi başladı. Sekiz yıl süren İzmir döneminde, Demokrat İzmir Gazetesi’nin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak “Yasak Sevişmek” ve “Aynanın İçindekiler” serisinden “Bıçağın Ucu” yayımlandı. 1968’de on beş yıl sürecek evliliğini yaptı. 
Genç, Yeni Nesil, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş , Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayı gibi dergilerde şiirleri, deneme ve eleştirileri yayınlandı. Türk edebiyatının önemli isimleri arasına girdi. Garip akımı ve İkinci Yeni şiirine karşı çıktı. Mavi ya da Maviciler adıyla tanınan toplumcu gerçekçi şiir akımını başlattı. Şiire yeni bir ses düzeni, taşkın, coşkulu bir anlatım ve kendisine özgü bir duyarlılık getirdi. Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı ve Ben Sana Mecburum şiir kitaplarındaki şiirleriyle genç şair kuşağını etkiledi.
1970′lerde Türkiye’de televizyon yayınlarının başlaması, geniş kitlelere ulaşması ve seslenebilmesi ile beraber Attilâ İlhan’da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. ‘’Sekiz Sütuna Manşet’’, ‘’Kartallar Yüksek Uçar’’ ve
‘’Yarın Artık Bugündür’’; halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu. İlk romanı “Sokaktaki Adam” yayınlanmadan önce on tane roman yazmıştı, ama bunlar hiç gün ışığına çıkmadı. Yıllar sonra Attilâ İlhan bunun sebebini bir söyleşide şöyle açıklar; “…birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır.” (Düşün, Haziran 1996).
Roman serüvenine başladığında döneminin diğer yazarları daha çok yerel, kırsal olaylar ve kişileri işlerken, Attilâ İlhan; şehir insanını ve Türkiye’nin yakın dönem tarihini siyasal, ekonomik ve sosyal yanlarıyla ele alan bir yapı içerisinde işliyordu. Sadece İstanbul, İzmir gibi Türkiye’nin büyük şehirlerini, işlediği dönemin yaşam tarzını, ekonomik ve sosyal sorunlarını kahramanlarının gözüyle yansıtmakla yetinmiyor; aynı zamanda, batı kültürünün Türkiye’ye ne şekilde yansıdığını, olumlu ve olumsuz etkilerini, çizdiği karakterlerle ve Avrupa’daki şehirlerle örtüşen bir yapı içerisinde irdeliyordu. 1973’de Bilgi Yayınevi’nin danışmanlığını üstlenerek Ankara’ya taşındı. Sanatçı, ’’Sırtlan Payı ‘’ ve ’’ Yaraya Tuz Basmak’’ eserlerini Ankara’da yazdı. 1981′e kadar Ankara’da kalan yazar, ‘’Fena Halde Leman ‘’ adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti. İstanbul’da gazetecilik serüvenine, Milliyet (2 Mart 1982-15 Kasım 1987) ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından 2005 yılına kadar köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesinde sürdüren sanatçı, 11 Ekim 2005’de yaşamını yitirdi.




Ben Sana Mecburum
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun

Belki Haziran’da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin

Duvar
- bu şiir ikinci dünya savaşı içinde
kahredilen bütün dünya duvarları
için yazılmıştır.-

ben bir duvarım hiç güneş görmedim
sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar
yüzümüz benek benek tahtakurusundan
ve sinemiz baştan başa ak üstünde karalar
- kelepçeden kahroldu kahroldu bileklerim
- sıyrılıp çıktım artık ölüm korkusundan
- dilim dilim sırtımdaki yaralar
ben demirbaşım sığır siniriyle dayak yedim
biz de duvarız dinleyen duyan düşünen duvarlar
bizim kucağımız terk edilmiş bir yatak gibi kirli soğuk
ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar

yüzündeki deniz parlaklığıyla durur hatıramızda
o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk
o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda
bir cumartesi akşamı girdi kapımızdan
gözlerinde kıpkızıl diken diken öfkesi
adeta birden bire aydınlandı zindan
onu böyle görünce nasıl da korkmuştuk
sapından fırlamış bir balta gibi çehresi
ve omuzlarında delikanlı gölgesi

o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda
o sırt üstü yatağında yatardı
sımsıcak gözleri şimdi bile aklımdadır
bir sana bakardı bir bana bakardı
dışarıda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır
toprak ana bütün zincirlerinden çözülmüş
sabahlar akşam üstleri manolya gibi parlak
tarlaların yüzü gülmüş
işte her akşam geçtiği denize çıkan sokak
ah işte annesi annesi sevgilisi
işte biz dinleyen duyan düşünen duvarlar
işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk



dışarıda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır
bizim kucağımız terk edilmiş bir yatak gibi kirli soğuk
o bir kaç defa kartal gibi gitti kartal gibi döndü
çığlıklarını değil kırbaç sesini duyduk
biz duvarız neyleyim gözlerimiz ağlamayı bilmez
onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler
kendi gitti ismi kaldı yadigâr bağrımızda
o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda

ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler
onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık
temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık
öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil
getirirler vururlar biz öyle dururuz
yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil
elimizden ne geldi de yapmadık
ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz

onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık
bir mayıs sabahı toprak rezil gök rezil
yıldızlar küfür gibi yüzümüze tükürür gibi
şafak sancılarıyla iki büklümdü ufuk
ve simsiyah çamur gibi bir manga ortasında
siyaset meydanına geldi dev yumruklu çocuk
bulutlar eğilip alnının terini sildiler
ve mermiler birdenbire ölümü getirdiler

o düştü biz yine ayakta kaldık
halbuki ne kadar yorgunuz
öyle bakmayın bu yaralar şerefli yaralar değil
ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz

Sisler Bulvarı

elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu
terk edilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı


sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarapta kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum

evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
Kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarı'nı hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodostan bir satır yağmurdan iki
senin kirpiklerinden bir satır

simsiyah bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı


 

 

 

sisler bulvarı’ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum

 

Sokağa Çıkma Yasağı

öyle büyük hicran ki
cam çerçeve bırakmıyor
kırdı kapıları döküldü sokağa
havada yangın kokusu
itfaiye sirenleri
uzaktan uzağa

öyle büyük hicran ki
telefonlar devamlı meşgul çalıyor
trafik durdu
çarşılar darmadağın
çığlıklar geçiyor karanlıktan
camlarda sinsi bir titreme
boğuk bir uğultu
yeraltından
borular patlamış sular
vahim bir tenhalığa akıyor

öyle büyük ki hicran
zincirleme
elektrik kontakları
şerareler dökülüyor sokak lambalarından
ceryanlar kesildi
gözden kayboldu şehir
sanki siyah bir denize batıyor
ayak sesleri boş meydanlardan
hoyrat kanatları
yukarda bir helikopterin
o ihanet sessizliğini
par
par
parçalıyor

An Gelir
an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür


şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür

sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
Kanunî Süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
attilâ ilhan ölür

Kimi Sevsem, Sensin
Kimi sevsem sensin / hayret
Sevgin hepsini nasıl değiştiriyor,
Gözleri maviyken yaprak yeşili,
Senin sesinle konuşuyor elbet.
Yarım bakışları o kadar tehlikeli,
Senin sigaranı senin gibi içiyor,
Kimi sevsem sensin / hayret
Senden nedense vazgeçilemiyor.



Her şeyi terk ettim / ne aşk, ne şehvet,
Sarışın başladığım esmer bitiyor,
Anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli,
Dudakları keskin kırmızı jilet.
Bir belaya çattık / nasıl bitirmeli?
Gitar kımıldadı mı zaman deliniyor,
Kimi sevsem sensin / hayret
Kapıların kapalı, girilemiyor.

Kimi sevsem sensin / senden ibaret,
Hepsini senin adınla çağırıyorum,
Arkamdan şımarık gülüşüyorlar,
Getirdikleri yağmur / sende unuttuğum,
Hani o sımsıcak, iri çekirdekli,
Senin gibi vahşi öpüşüyorlar,
Kimi sevsem sensin / hayret
İn misin cin misin anlamıyorum...

Şahane Serseri
Yolumdan çekil yavrum,
bağlasalar duramam,
demir asa, demir çarık dedim,
neyleyim!
Yolculuk dedim,
ağaçlara tünedi yine akşam kargalarla bir,
rüzgar kendini yerden yere vuruyor,
kırık dökük yıldızlar belirli uzaktan,
telsiz mevceleri ardım sıra koşturuyor.
Anamdan yolcu doğmuşum,
yedi dağın yolları kalbimden geçer,
salkım salkım mısralar gelir içimden,
dudaklarımda yağmur damlaları,
alır beni yollar, beni alır gider..

Anamdam yolcu doğmuşum,
nehirlerle birlikte denizlere kavuştum,
akşam dedim,
şu koca dünya dedim,
ağlasam dedim.
Yola bir düşüldü mü, ömür boyunca gidilir
ekmeğin ve şarabın peşinden,
turnaların peşinden,
büyük şehirler, büyük aşklar
çığlık çığlığa terkedilir.
Ben,
çocuklar gibi sevdim, devler gibi ıstırab çektim,
damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları,
harblere, açlıklara, yalnızlığıma rağmen..
Anamdam yolcu doğmuşum
neyleyim,
gurbet dedim,
vatan dedim,
hürriyet dedim...

Aysel Git Başımdan
Aysel git başımdan, ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim
Aysel git başımdan, istemiyorum.
Benim yağmurumda gezinemezsin, üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını,
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim..

Islığımı denesem, hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını,
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan, ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş, büyük.
Bir kulak çınlıyor, içimdeki
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan, seni seviyorum...
 


21 Ekim 2016 Cuma

JEAN PAUL SARTRE




“Sonunda kendim olabilmek için değişiyorum.” (Jean Paul Sartre)
“Sen, kendi tanıdığın ben’le bendeki saklı ben arasında bir uzlaştırıcı ve bunun için de benim gözümde dünyadaki en değerli, en vazgeçilmez varlıktın. Sen beni, olduğum gibi, hayır, olmayı istediğim gibi, sağlam, dengeli ve yalın bir varlık olarak görebiliyordun.”
“Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.” (Dostoyevski)
“Savaş bir hastalık değildir. Savaş, katlanılmaz bir felakettir, çünkü insana insan eliyle gelir.”
Jean Paul Sartre, 20. asır Fransız aydını. Bernard Henry Levi, bir söyleşisinde kendisi için “ilk medyatik entelektüel” benzetmesini yapmıştır. Sartre'ı Sartre yapan, yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve varoluşçuluk kuramının ilgi çekiciliği değildir; kimi zaman eleştirilmek için kullanılan medyatik sıfatını almasının sebebi sergilediği aktif aydın tavırdadır. Sartre, içinde bulunduğu toplumun sorunlarıyla ilgilenmiş, bu sorunlara karşı sorumluluk hissetmiştir. ‘Aydınlar Üzerine’ adlı kitabında, aydını; “Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan ve küresel insan ve toplum kavramı adına kabullenmiş gerçeklerin ve bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan kişi.” olarak tarif etmiştir. Sartre, Fransa-Cezayir savaşında Fransa'nın haksızlığını haykıran nadir entelektüellerden biridir. Avrupa'nın sömürücü tavrını da büyük bir ustalıkla eleştirmiştir.
Fransa-Cezayir savaşında Cezayir'i savunduğu için gözaltına alınması üzerine eleştirdiği Charles de Gaulle: “Çabuk onu serbest bırakın. Ben tarihe Jean Paul Sartre'ı tutuklatan başbakan olarak geçmem!” demiş ve Sartre’ı “Sartre Fransa”dır diye tanımlamıştır.
“İnsan olmanın ilk koşulu, bir şiddet eylemine katılmayı dolaylı ya da dolaysız reddetmektir...”  (J.P. Sartre)



İnsan yaptığı davranışların toplamıdır.”
"Sanıyorlar ki korkak ya da kahraman olarak dünyaya gelir insan; anasından nasıl doğmuşsa öyle kalır, hiç değişmez. Neden böyle düşünüyorlar dersiniz? Neden olacak, işlerine gelmiyor da ondan: Öyle ya korkak doğmuşsanız suç sizin mi? Bu durumda kim ne diyebilir size? Hiç kimse! Onun için üzülmeyin yaşamanıza bakın. Öte yandan kahraman doğmuşsanız yine kimse suçlayamaz sizi, üstünüze toz konduramaz. İçiniz rahat etsin, ölünceye değin kahraman kalacaksınız. Kahraman gibi yiyecek, kahraman gibi içeceksiniz! "
Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) denince ilk akla gelen isimlerdendir Sartre. Der ki, ”İnsan tanımlanmamış olarak doğar ve ardından tüm yaşantısı, onun seçimlerine ve isteklerine bağlı olarak oluşur.” Varoluşçuluk’a göre insan hayatı seçimlerden ibarettir. Ne yapıp ne yapmayacağına, ne olup ne olmayacağına sadece insanın kendisi karar verir. Bu demektir ki insan yapamadıklarından da sorumludur. İnsan her şeyden bağımsızdır. Toplum yargılarına göre hareket etmemekte her şey gibi seçime dâhildir. “İnsan yaptığı davranışların toplamıdır.” der Sartre. Hayattaki başarısızlıklarının sorumluluğunun kendisinde olması, çoğu insanın yüzleşmekten kaçtığı bir gerçektir. Çoğu zaman insan yaşadıklarının sorumluluğunu başkalarına bırakmayı ve kendisine edilgen bir rol seçmeyi tercih eder. Sartre bunu insanın kendini kandırması olarak adlandırır ve insanın kendini kandırmasını, özgürlükten kaçmasını şöyle açıklar: “... Kalıcı bir karaktere ve belirgin bir sosyal statüye sahip olduğumuzu düşünerek sorumluluktan kaçıyoruz. Bu tip tanımlamalar, kendimizi bir şeyi yapamayacağımız konusunda kandırmamıza, sorgulanabilir şeylerden ve tanımın dışında kalanlardan kaçmamıza yardım etmektedir…”



İnsanlar kendini kandırmaya çalışır, çünkü içinde bulundukları hayata böyle katlanabilirler ve seçimlerinin sorumluluğunu almamak çoğu insanın bilinçli ya da bilinçsiz tercihidir. ”Şartlar elverişli değildi, yoksa ben daha iyisine layıktım. Büyük bir aşk, büyük bir dostluk yaşamadım, öyle birine rastlamadım.” Varoluşçuluk der ki; gerçekleşenden başka aşk yok, yaşanandan başka hayat yok. Hayatta başarılı olamayan insanlar için yüzleşmesi pek sert bir öğretidir bu.
Hayatın kendi seçimlerinden oluştuğu, bütün yükün kişinin kendi omzunda olduğu fikri insana ağır bir sorumluluk duygusu verir. Bu sorumluluk duygusu Sartre’ın pek çok bahsettiği bulantı hissine neden olur. Bu noktada varoluşçuluk, kötümserlikle, karamsarlıkla itham edilmektedir. Sartre’ın eserlerindeki kahramanlarda egemen olan karamsarlığın varoluşçuluk felsefesini yansıttığı iddia edilse de, karakterlerin yaşamlarının sorumluluğunu almaktan kaçmasından dolayı yaşadığı karamsarlık anlatılmaktadır.
Varoluşçuluk, insanın seçim yapmakta zorlanmasına neden olacağı ve hayatını olumsuz etkileyeceği iddiasıyla eleştirilmiştir. Fakat Sartre bunun aksini iddia etmektedir. Sartre bu durumu meydan savaşı yöneten komutan örneğiyle açıklar. Meydan savaşında yapılan ufak bir taktik değişikliği, savaşın kazanılmasına ya da kaybedilmesine sebep olabilir. Bunu bilen komutan, omzuna yüklenen ağır sorumluluğun bulantısıyla hareketsizlik yaşamaz. Aksine hata yapmamak için elinden geleni yapar. Aslında varoluşçuluğun yargılanan ve eleştirilen yanı kötümserliği değil, iyimser sertliğidir. O, insanın kaderinin kendi elinde olduğunu gösterir.  Yaşamın bize sunduklarını değil, yaptığımız seçimleri yaşarız der. Sartre, varoluşçuluğa mal edilen karamsarlığı kabul etmez; çünkü insanın hayatı üzerinde bir etkisi olmadığını düşünmesi boş vermişlik ve umutsuzluğa neden olurken, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak bu boş vermişliği ve karamsarlığı önleyecektir. Bir şey olup olmamak, senin elinde der, bu yönüyle de insanı nesneleştiren ve önceden belirlenmiş tepkilerin sonucu gören materyalizmden ayrılır. Hümanist bir nitelik kazanır.



“… İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sartre 1964 Nobel’i’ diye atmak aynı şey değildir.”
Bazı internet sitelerinde Nobel ödüllü yazar olarak tanıtılsa da,  “Les Mots” adlı eseriyle kendisine verilmek istenen Nobel ödülünü reddetmiştir. Nobel ödülünü neden reddettiğini açıklayan mektubu ise Sartre’ı ve felsefesini özetlemektedir.
“… Hadisenin bir skandal niteliği almasından üzgünüm; bir ödül verilmiş, ben reddediyorum. Sebep, hazırlıktan vaktinde haberdar edilmeyişimdir… Doğrusu, Nobel Ödülü'nün seçilenin fikri alınmadan verilmediğini bilmiyor ve vaktinde harekete geçtiğimi sanıyordum. Ama bir seçim yapan akademinin, sözünden dönemeyeceğini şimdi anlıyorum. Ödülü reddediş sebeplerim İsveç Akademisi’yle ya da Nobel Ödülü’yle doğrudan doğruya ilgili değildir. Bunu, akademiye yazdığım mektupta da belirttim. İki sebep üzerinde durdum; şahsi olanlar ve objektif sebepler. Şahsi sebeplerim şunlar: … Bu tutumun temelinde benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kâğıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı “Jean Paul Sartre” olarak atmakla, “Jean Paul Sartre 1964 Nobel’i" diye atmak aynı şey değildir, diyorum. … Objektif sebeplerimi de şöyle sıralayabilirim: Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, doğu ve batı kültürlerinin bir arada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum, bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın zorunlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim, ama bu karşılaşma, işe müesseseleri karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler arasında olmalıdır diyorum. Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum; ben, bu çelişmelerden yapılmışım. Gönlüm inkâr edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle doğu bloğundan yanadır; ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. Bu durumum, iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin tümüyle işbirliği etmemi kolaylaştırıyor. Böyle de olsa, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım. … Nitekim Nobel, günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görülmektedir. Mesela, Güney Amerika’nın en büyük şairlerinden biri olan Pablo Neruda, ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Cezayir savaşı günlerinde, “121'ler Beyannamesi”ni imzaladığımız sırada verilseydi, Nobel'i sevinçle kabul ederdim, zira o zaman bu mükâfat sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete de şeref kazandıracaktı. Ama bu olmadı ve ben, savaş bittikten sonra ödüle layık görüldüm.
... Ödülü geri çevirmeyi, kabul etmekten daha az tehlikeli buluyorum. Kabul etmekle, “bağımsızlıktan taviz verme” diyebileceğim bir sonucu da benimsemiş olurdum.
Bitirmeden, para meselesine de değinmek isterim. Seçimine çok büyük bir para ödülü de eklemekle, akademi, seçtiğinin omuzlarını çökertecek bir yük daha ilave etmiş olmaktadır; bu, hadisenin beni ayrıca rahatsız eden yanı oldu... 250.000 Kuron’u geri çeviriyorum, çünkü Doğu'da olsun, Batı'da olsun müesseseleştirilmek istemiyorum... Bu açıklamayı İsveç halkına sevgilerimi ileterek bitirmek isterim.”
Jean Paul Sartre

“Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister... Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu...” (Bulantı)ftwsuffftwsuff

ÖMER L. BAKAN