Julien
Viaud nam-ı diğer Piyer Loti. Ufak tefek, koca kafalı, iri kavisli burunlu biriydi.
Hani ailelerde ‘tekne kazıntısı’ adı verilen, ağabeyleri ve ablaları ile
arasında büyükçe yaş farkı bulunan, anne ve babalarının yaşlılığında dünyaya
gelmiş ve bu yüzden fazla ilgilenilmemiş çocuklar vardır ya, işte Julien’de onlardandı.
Üstelik yüzündeki sedef lekeleri gözlere hiçte hoş görünmüyordu. Hele hele uzun
deniz yolculukları sonunda derisi güneş ile rüzgârdan yandığında, görünüşü
büsbütün çirkinleşiyordu. Nitekim yazar Claude Farrere, onu ilk gördüğünde
Kahire Müzesi’ndeki Ramses Mumyası’na benzetir ve “Karşıdan bakınca sadece
gözdü, sanki her zaman fal taşı gibi açık, hareketsiz sabit gözler. Yarı
yarasa, yarı kedigözü.” der. Çöp gibi ince görünümü nedeniyle adalelerini
geliştirmek için cambazhanede çalışmayı deneyecek kadar yapısından memnun
değildi.
Doğum yeri olan Batı Fransa’nın Atlas
Okyanusu üzerindeki Rochefort kentindeki ilk eğitim günlerinde, arkadaşları ve
öğretmenleriyle anlaşamayan içine kapalı bir çocuktu. Davranışlarında bir günü
diğerine uymuyor, özel bir yeteneği de görünmüyordu. Hatta öğretmeni; “Bu çocuk
hiçbir zaman Fransızca yazmayı başaramayacak.” yargısında bulunmuştur. Ailesi
ve ailesinin kadınlarıyla –anne, hala, abla- yaşamıştır. Tahiti’deki ağabeyinin
gönderdiği mektuplarda yer alan, yabancı ve tropikal ülke hayranlığını
körükleyen bilgiler onu daha çok ilgilendiriyordu. İçine kapanıklığını aşmanın
yolunu hatıra defteri tutmak, resim yapmak ve piyano çalmakta buluyordu.
Denizci olmak istemesinde,
ailesinin geçmişinde bir hayli denizcinin bulunması kadar, uzak denizlerde uzun
süre dolaştıktan sonra oralardan getirdiği eşyalar ve nebatlar arasında tropik bir
yaşam süren amcasına özenmesi de rol oynadı. Ama hepsinden önce eğitimini
yatılı bir okulda devlet hesabına yapıp, ailesine yük olmama zorunluluğu vardı.
Çünkü belediyede başkâtip olan babasının mali durumu oldukça bozuktu. Parlak
bir öğrenci olmaması, 1856’da on altı yaşındayken girdiği bahriye okulu
sınavında başarı sağlamasını engelledi. Paris’e gidip bir yıl çalışmanın
sonucunda nihayet seksen kişi arasında kırkıncı olarak kazanabildi.
18 yaşındayken katıldığı eğitim
gezilerinde Fransa’nın Atlantik Sahillerini tanıdı. Yirmisindeyken ikinci sınıf
subay adayı olmuştu ve Akdeniz’i, Kuzey Afrika’yı, Atlantik Okyanusu’nu,
Brezilya’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Kanada’yı dolaştı.
Julien, bu ilk dünya turunda en
çok içine kapanıklıktan sıyrılmanın sevincini yaşadı. Çeşitli ülkelerin
birbirinden farklı insanlarını hele kadınlarını değerlendirmek için çok gençti.
Ama öğrenme isteği de yadsınamazdı. Deneyimlerinin, hele karşı cinsle
ilişkileri konusunda ileri sürdüklerinin ne kadarı gerçek ne kadarı hayal ürünü
bilinmez. Bunların kendisinden başka tanığı yoktur. 1870 Şubat’ında altı gün
kaldığı İzmir’de Osmanlı Toplumu’yla ilk temasa geçmenin sonucunda ileri
sürdüğü yargılar; Avrupa’dan Uzak Doğu’dan ve Afrika İslam Toplumlarından
farklı bir yapıyı gözlemlediğini ortaya koyuyor.
“Boyalı ve yıldızlı kayıklarda
meraklı ve rengârenk elbiseler giymiş insanlar bizi izliyordu. Bütün vadilerden
uzun deve kervanları, yavaş yavaş büyük doğu kentine doğru iniyorlardı. Uzakta
siyah servisler ve ince minarelerle dolu görünen bu kentten harikalar
bekliyorduk, zira her şey renkli ve orijinaldi. Oysa bizi tam bir hayal
kırıklığı bekliyormuş.
Bir gün bizi, seller gibi yağan
yağmurun altında, düzensiz ve sanatsız inşa edilmiş evlerin oluşturduğu
karmaşıklığın altında karaya çıkardılar. Her şeyden bir parça vardı; Türkler,
İranlılar, Rumlar, Yahudiler, İngilizler, develer ve sokakların acayip ırkını
oluşturan küçük serseriler.
Doğuya, bütün büyülü yanlarıyla
doğuya, şairlerin ve seyyahların tasvir ettikleri şekliyle doğuya, İzmir’in
eski çarşı mahallelerinde rastlanır. Bu Türk pazarlarının öyle garip
görünüşleri vardır ki, orada olan her şeyin gerçekliğinden şüphe edilir ve eski
doğu öykülerinin peri masallarını andıran ortamına taşınmış sanır insan kendini…
Bu peri masallarından çıkıldığı zaman Avrupalıların mahallesine geçilir ve bizim
bu halklarınkine nazaran son derece soğuk ve aptalca uygarlığımızla
karşılaşılır.”
1876 yılının 3 Mayıs’ında yaşamını ve
sanatla olan ilişkisini kökünden değiştirecek bir yolculuğa çıktı. İki Avrupa
devleti konsolosunun Müslüman halk tarafından linç edilmesi üzerine,
Selanik’teki Avrupalıların güvenliğini sağlamak üzere gönderilen Couronne adlı savaş
gemisine atandı. Uğradığı limanlarda karaya yalnız başına çıkmayı adet haline getiren
Julien, Selanik’te de aynı yola başvurdu. İki buçuk ay Selanik’te kaldıktan
sonra 1 Ağustos1876’da İstanbul’daki Gladiaeur gemisine nakledildi ve 17 Mart
1877’ye kadar orada kaldı. 7 aylık süre boyunca Galata-Beyoğlu bölgesinde
kalmakla yetinmeyerek, yazarlık merakıyla İstanbul tarafına geçti ve Türk
yaşamını tanımaya çalıştı; Türkçe öğrendi, aldığı eşyaları evine götürüp Türk
köşesi kurdu.
İki yıl sonra Paris’te Aziyade
adında bir roman yazdı. Alışılmışın aksine kitapta bir yazar ismi yoktu. Kitabın
kapağına konan güzel bir doğulu kadın resminin okuyucunun ilgisini çekmek için
yeterli olacağını düşünmüş olmalıydılar. Kitap haremle ilgiliydi; İngiliz
Bahriyeli Teğmen ile Abidin Efendinin dördüncü karısı Aziyade’nin yasak aşkını
anlatıyordu.1877 Mart’ında teğmenin görevli olduğu savaş gemisine İngiltere’ye
dönme emri verilir. Aziyade ve teğmen bu ayrılışa gözyaşı dökerler. Ama iki
tarafta birbirinden kopmamakta kararlıdır. Teğmen İngiltere’deyken bu yasak aşk
Aziyade’nin kocası tarafından öğrenilir ve Aziyade güneş görmeyen bir odada
ölüme terk edilir ve çok geçmeden ölür.
İstanbul’dayken Osmanlı ordusuna girmek için başvuruda bulunan teğmen
İstanbul’a döner. Aziyade’nin başına gelenleri öğrenir, çok üzülür. Aziyade’nin
mezarını ziyaret eder. Aslında kitaptaki İngiliz Teğmen Loti’nin kendisidir.
1903’te İstanbul’da elçilik koruma
gemisinin süvariliğine atanma olasılığı gündeme geldiği andan itibaren büyük
bir rahatsızlık hissetmeye başladığını günlüklerine yazmıştır. ’Otuz yıllık
İstanbul’da yaşama rüyasının gerçekleşmek üzereyken engellenmesi’ endişesini
kafasından atamadı. O kadar ki, bundan vazgeçilirse ‘her şeyinin, ününün,
onurunun, eserinin ve anılarının yıkılacağından’ korkuyordu. Belki de uzun
yıllar önemli bir eser verememiş olmanın etkisi altındaydı ve İstanbul’dayken
kendisinden bir şeyler bekleyenleri tatmin edememenin endişesi içerisindeydi.
Atama emri gelince ‘son derece melankolik
bir alt-üst oluşun’ etkisini yaşamaya başladı. Eski olaylar, Aziyade’nin ‘tatlı
kaderi’ yeniden canlandı. ‘Eskiden olsaydı yaşamımı zevkle dolduracak bir karar,
ama bugün İstanbul’un bütün çekiciliği benim için küçük bir mezara kapanmış
durumda’ diye kaydediyordu. Aslında asıl endişesinin gençliğinde yaptıklarını
aynen tekrarlayamamaktan geldiği, bir yaşlılık psikozu içinde bulunduğu
anlaşılmaktadır. Sadece 53 yaşındaydı ama yirminci yüzyılın başında bu sayı
yaşlılık olarak algılanıyordu.
İstanbul’a dönerken, Pire’de uzun bir
aradan sonra ilk kez Türk kahvesi ile nargile içip Türkçe konuşarak, Türkleşme
yolunda ilk adımlarını attı. 10 Eylül 1903’te İstanbul’a gelen ve Beykoz’da
demir atan Vautour gemisine yerleşti. Beykoz’un son derece Türk olan köy
havası, yaydığı Türk kokuları ve nihayet sessizliği delen müezzinin ezanı,
rüyasının gerçekleştiğine, tatlı ve melankolik bir sürgün geçireceğine onu
inandırmaktaydı. Bu ortam içinde Aziyade’yi ve onunla geçirdiği tatlı günleri
anmaya başladı. Rochefort’taki evinin oryantal odasındaki oryantal giysiler göz
önünde bulundurulduğunda, zaman zaman yapay yaşadığı doğulu hayatın yerine tam
zamanlı bir Türk olmayı gerçekten düşünüyor muydu acaba? Burası biraz şüphe
götürmesine karşın, Türk kamuoyunda uyandırdığı sempati sonucunda ‘İstanbul
şehri fahri hemşerisi’ olur.
Can Çekişen Türkiye yapıtı,
Türkiye’nin Batı dünyası ile arasındaki ilişkiyi konu edinir. Birinci Dünya
Savaşı sonunda, Türkiye’nin haklarını galip Avrupa ülkelerine karşı savunan
yazılar yazar. Mütareke döneminde işgal altındaki İstanbul’da, onun Türk dostu
kimliğine dayanarak bir cemiyet kurulur. Bu derneğin düzenlediği bir konferansta,
Türkiye’nin siyasal bağımsızlığına kavuşma yolundaki direnişini işgal
kuvvetlerinde yankılar uyandıracak biçimde dile getirir. Kendini Türklere bir
caddeye ve kahvehaneye ismini verdirecek kadar sevdirir.
Loti’nin eserleri şunlardır: Aziyade,
İzlanda Balıkçısı, Bir Sipahinin Romanı, Madam Krizantem, Bir Çocuğun Romanı, Acıma
ve Ölüm Kitabı, Karanlık Yol Üzerindeki Yansımalar, Mutsuz Kadınlar, Can
Çekişen Türkiye, İlk Gençlik, Zavallı Genç Bir Subay.