31 Temmuz 2015 Cuma

ŞEF SEATTLE


1800'lü yılarda AB.D Başkanının,Amerika'ya gelen beyaz göçmenlere Kızılderilerden para karşılığında toprak istemesi sonucu O'na unutulmaz bir mektupla cevap veren Kızılderili reistir.
Mektubun bir bölümü şöyledir:
'Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir.
Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir.
Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir.
Şef Seattle her ne söylerse, Washington'daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir.
Washington'daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç.....'



Yazdığı mektup şu şekildedir..
Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir.
Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir.
Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir.
Şef Seatle her ne söylerse, Washington'daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir.
Washington'daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç. Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgarda kıvrımlanan deniz dalgalarının kabuklu kuru yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız. Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır. Washington'daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz. Ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çünkü bu topraklar bizim için kutsaldır. Nehirlerin ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek. Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır. Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. insan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların, ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? Bir kızılderiliyim ve anlamıyorum. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava ? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı ? Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var: Beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlardık buffalo'ları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz:

Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var:

Sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz. Ama hepimizi yaratan Tanrı için Kızılderili ile beyazın farkı yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve Kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı Buffalo'ların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. işte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.

Gündüz ve gece bir arada olamaz.

Kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır. Bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız. Ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve Büyük Beyaz Şef'in vaat ettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız. Böylece Ay birkaç kez daha doğacak, birkaç kış daha geçecek. Bu geniş topraklara yerleşmiş ve mutluluk içinde yaşamış olan neslimiz, daha önce bizden daha güçlü ve daha umut dolu yaşamış insanlarımızın mezarları başında yas tutacaklar. Ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki? Tıpkı deniz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor. Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez. Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün gerçekleşecek; son Kızılderili yok olup, kabilemin hatıraları Beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin görünmez cesetleriyle kaynaşacak.

Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkanda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen işsiz bir yer yoktur. Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir. Ölü mü dedim?

... ! Ölüm diye bir şey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan." 1854 yılında topraklarını isteyen A.B.D. başkanına yazdığı mektupla tanınan kızılderili şefi. mektubun aslı squamish müzesi'nde saklanmaktadır. ne kadar ilkel yaşıyor gibi görünseler de şimdiki sözde medeniyetin üzerindeki düşüncelerine saygı duyduğum kızılderilileri bir kez daha sevme nedenim.

"Son nehir kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde, son balık tutulduğunda, beyaz adam paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak."

Yazdığı mektupla haklı çıkmış kızılderili.

Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş.

işte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.


SOKRATES

(İ.Ö. Y.Y 470 / 469, Atina) Felsefi düşünceyi insana ve insan eylemlerine yönelten eski Yunanlı Filozof. Gnothi Seauton  (Yunancada “kendini bil”) ilkesini savunmasıyla anımsanır. Yazılı hiçbir yapıt bırakmamış, öğrencilerinin özellikle de Platon’un metinlerinde betimlenen kişiliğiyle tanınmış ve kendisinden sonraki felsefeyi derinden etkilemiştir. Eski Yunan felsefesi genel olarak Sokrates öncesi ve sonrası biçiminde iki döneme ayrılır.
                Perikles döneminde yetişen Sokrates, heykelci Sophroniskos ile Phainarete adlı bir ebenin oğluydu. Soylu olmadığı gibi varlıklı da değildi. Ömrünün sonlarına doğru, karısı Ksanthippi ve üç oğluyla geçim zorluğu bile çekecekti. Aristo, Platon ve Xenophon Sokrates’in öğrencileridir.
                Sokrates, vücut olarak kısa boylu, tıknaz bir yapıya sahip olmasına rağmen, iyi bir savaşçıydı. Nefsine hâkimiyeti ve demokrasiyi savunduğu için hapsedildiğinde, kendisini kurtarmaya gelenlere adaletin verdiği kararlara uyacağını söylemiştir. Vatanseverliği, her türlü bozuk düşünce ve ahlaksızlıkla mücadele etmesine sebep olmuştur. İnsani düşünceleri de ağır basıyordu.
                Sokrates gençliğinde Samos’da ( Sisan, 440 ) ve Peloponnesos Savaşı’nın (İ.Ö. 431 - 404) çeşitli çarpışmalarında dövüşerek dayanıklılığı ve cesaretiyle de ün kazanmıştı. Kısa bir süre Atina’daki danışman meclisi Boule’ye üye olduysa da genellikle güncel siyasetle ilgilenmedi. Ama zaman zaman anayasa dışı bazı kararlara direndi. Otuz Tiran Döneminde, Sokrates’le birlikte dört kişiden rakipleri Leon’u tutuklamalarını isteyen Tiranların bu buyruğuna açıkça karşı çıktı (İ.Ö. 404). Platon’un Apologia Sokratosus’una (Sokrates’in Savunması, 1973) göre, daha sonra bu davranışıyla yaşamını gözden çıkardığını söyleyecekti.
                İ.Ö. 403’te bir darbeyle iktidarı yeniden ele geçiren demokratlar, bir yoruma göre Tiranlar arasında birçok öğrencisi bulunduğu için Sokrates’i suçlayarak mahkeme önüne çıkardılar. Sokrates, Tanrılar üzerine yazılmış mitolojik hikâyeleri saçma buluyordu. Tanrıyı, kendi kafasında yaratıcı ve idare edici olarak kabul etmişti. Ruhun var olduğunu ve eğitimin kazandıracağı alışkanlıklarla, kötülüklerinden temizlenip saf hale gelebileceğini söylüyordu. Öldükten sonra ruhun nefes ve vücudu terk ettiğini ve kaybolmadığını savunmuştur. Sokrates’e yöneltilen “dinsizlik” suçlamasının başlıca öğeleri “gençleri saptırmak” ve “devletin Tanrılarını yok sayarak yeni Tanrılar uydurmak” biçimindeydi. Sokrates bu suçlamayı hafife alarak reddetti. Suçlayıcıların başını çeken Anytos’u alaylı sorularıyla zor durumda bıraktı. Atina mahkemesinin üyelerini iyice öfkelendirdi ve daha büyük bir çoğunlukla ölüme mahkûm edildi. Atina yasalarına göre 24 saat içinde baldıran zehri içerek ölmesi gerekirken her yıl Delos’a gönderilen kutsal gemi dönmeden kimse idam edilemeyeceği için infaz bir ay gecikti. Bu süre içerisinde hapishanede her gün dostlarıyla her zamanki gibi konuşmayı sürdüren Sokrates, kendisini kaçırma önerisini, meşru bir mahkemenin kararına yanlış da olsa uymak gerektiği gerekçesiyle reddetti.  Sokrates’in son gününün ve baldıran zehrini içişinin öyküsü Platon’un Phaidon’unda kusursuz bir biçimde anlatılmıştır.




SOKRATES’İN SAVUNMASI ÜSTÜNE

                Meletos, Anytos ve Lycon devletin Tanrılarını tanımamakla, ortaya yeni kutsal yaratıklar atmakla, gençliği baştan çıkarıp, doğru yoldan ayırmakla suçladıklarında Sokrates yetmiş yaşındaydı.
                Suçlayanların başı Meletos kötü bir ozandı. Anytos’un zoruyla aldı bu işi üzerine. Anytos’la Lycon da katıldılar sonradan. Zengin sepici Anytos, etkin bir söylevci ve halkçı partinin ileri gelenlerindendi. 409’da ordu kumandanıyken Thrasbule ile Otuzları yenmişti. Ksenofon’a inanmak gerekirse, (Savunma, 29) Sokrates’e kızgınlığı şu yüzden: Sokrates, çocuğunu sepicilik uğraşında yetiştirdiği için kınamış Anytos’u. Anytos işte bunun için içerliyormuş kendisine. Daha ciddi başka nedenlerin ve siyasal nedenlerin olduğu da su götürmez. Halkçı partinin ileri gelenleri önünde Sokrates’in eleştirilerinden kendisini yaralamış duymalı. Lycon üstüne pek bir şey bilemiyoruz. Güldürücü ozan Eupolis yabancı bir kökten geldiği için takılıyor ona. Cratinos da yoksulluğunu, kadınsı davranışlarını doluyor diline. Her neyse, pek önemli birine benzemiyor Lycon. Bu suçlayanlar topluluğunda Meletos ozanları, Anytos el işçileriyle siyasa adamlarını, Lycon ise söylevcileri temsil ediyordu; yani Sokrates’in bilgilerini, daha doğrusu bilgisizliklerini ortaya koyduğu, onurlarını hırpaladığını, hınçlarını uyandırdığı insanları.
                Bütün bu kinlere uğrayan Sokrates dalgaya kapılmadı hiç. Cezalandırılacağını bile bile, öğrencileriyle gene eskisi gibi, davasıyla ilgisi olmayan konularda söz etmekten geri durmadı. Kendisini savunmayı düşünmeyen Sokrates’e şaşan gönüldaşı Hermogenes’e “Bütün yaşamım boyunca yaptığım başka bir şey miydi?” dedi. Hermogenes, anlayamadım, nasıl diye sorduğunda; “Hiçbir haksızlık etmeden yaşayarak.” diye yanıtladı. Hermogenes, Atina yargı yerlerinin suçsuzları da sık sık yok ettiğini ileri sürmesine karşılık, Sokrates iki kez savunma yazmayı denediğini fakat kutsal belirtinin kendisini bundan alıkoyduğunu söylüyor. Digene Laerce’ye kalırsa, Lysias bu suçlamadan kurtulmayı sağlayacak bir savunma önerebilirdi. Sokrates bu öneriyi “Söylevin çok güzel, ama bana göre değil.” diye geri çevirdi. Bu söylevin kurallara göre düzenlendiği, yargıçlardan aman dilemeyi amaçladığı su götürmezdi. Sokrates’in istemediği de buydu işte. Yazılı olmayan bir söylevle savundu kendisini. Ama daha önce bu söylevi uzun uzun düşünmüş, kurmuş olmalı. Öylesine bir konuşma çalımı gösterdi ki bu söylevde yargıçları da, gönüldaşlarını da etkiledi bayağı. Beş yüz ya da beş yüz bir oydan altmış oy çoğunluğuyla çarptırıldı cezaya. Cezasını saptamaya çağrıldı, suçlu olduğunu benimsememek için boş verdi buna, diyor Ksenofon. Eflatun’a göre, daha da ileri giderek, “Beşyüzler kurultayından” beslenmeyi istemiş Sokrates. Bu istek yargıçlar kuruluna bir kafa tutma gibi geldiği için, bu sefer daha büyük bir çoğunlukla ölümle yargıladılar kendisini. Cezaevine götürüldükten sonra, Delos’a gönderilen din kurulunun dönmesini beklemesi gerekti bir ay. Çünkü kutsal adaya her yıl kurban vermeye giden milletvekillerinin gidişleri ile dönüşleri arasında kimseyi öldürmeye izin verilmiyordu. Cezaevinden kaçıp kurtulabilirdi. Ama yapmadı bunu. Cezaevine alınan öğrencileri ile görüşüp konuşmaya devam etti. Bilim ve erdem yolunda tüketilen uzun bir yaşamı taçlandıran bir sessizlikle ve yiğitlikle baldıran ağısını içerek öldü.
                Savunma üç bölüme ayrılır. En önemli olan birinci bölümde Sokrates kendisini suçlayanların savlarını tartışıyor; ikinci bölümde cezasını saptıyor; üçüncü bölümde kendisini ölümle yargılayan yargıçlara haksızlıklarını gösteriyor, kendisini ölümden ve öteki dünyadan alıkoyanlarla görüşüp konuşuyor.
                                                              




SOKRATES’İN SAVUNMASI
1.BÖLÜM
                I. –Atinalılar! Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir izlenim bıraktıklarını bilmiyorum. O denli kandırıcıydı ki sözleri, kendi payıma ben onları dinlerken az kalsın unutuyordum kim olduğumu. Bununla birlikte, inanın ki tek bir doğru söz söylememişlerdir. Bunca yalanın arasında beni en çok şaşırtan, konuşmakta usta olduğumu, bu yüzden de sizleri kandırabileceğimi, uyanık bulunmanız gerektiğini söylemeleridir. Birazdan açıklayacağım yalancılıklarından ötürü yüzleri kızarmadı hiç. Bence utanmazlığın daniskasıdır bu. Onlara göre, her doğruyu söyleyen adam konuşmakta ustaysa, bir diyeceğim yok. Bunu demek istiyorlarsa, ben söylevci olduğumu benimserim; ama onların kullandığı anlamda değil. Her neyse, gene söylüyorum, dediklerinde doğru bir yan hemen hemen hiç yoktur. Oysa ben, tersine, gerçeği söyleyeceğim. Ama Atinalılar, ben onlar gibi baştanbaşa parlak ve gösterişli deyimlerle terimlerle bezenmiş, usturuplu düzenlenmiş söylevler çekecek değilim. Tanrı göstermesin. Dilimin ucuna gelen sözcükleri allayıp pullamadan söyleyeceğim. Çünkü bütün diyeceklerimin doğru olduğuna inanıyorum; içinizde kimse benden doğrudan başka bir şey beklemesin.
                Atinalılar, toy delikanlılarımız gibi karşınızda birtakım süslü püslü tümcelerle konuşmak benim yaşımdaki bir adama yakışmaz. Sizden yalnız şunu dileyeceğim; kendimi savunurken öteden beri alışık olduğum gibi konuştuğumu, Agora’da, sarraf tezgâhlarında nasıl konuşursam, ya da başka yerlerdeki konuşmam gibi, burada da öyle konuştuğumu görürseniz şaşırmayın, kesmeyin sözümü. Şunu da bilin ki ben yetmişini aşmış bir adamım, ilk olarak yargıç karşısında bulunuyorum. Burada konuşulan dilin de büsbütün yabancısıyım. Onun için, bir yabancının ana dili ile kendi yurdunun yörelerine göre konuşmasını nasıl doğal karşılarsanız, beni de tıpkı bir yabancı sayarak, alışık olduğum gibi konuşmama izin verin. Bu dileğimi yersiz bulmayacağımı umarım. Söyleyiş iyi ya da kötü olmuş, ne çıkar bundan? Siz yalnız benim doğru söyleyip söylemediğime bakın, asıl buna önem verin. Bir yargıcın değeri, ortamı buna dayanır çünkü. Söylevcininki de doğruyu demeye.
                II. – Atinalılar! Önce bana sürülen eski karaları, beni eskiden beri suçlayanları yanıtlamak uygun olur; daha yenilerini bundan sonra yanıtlayacağım. Beni yıllardan beri haksız yere sizin yanınızda suçlayıp duran birçok kimseler olmuştur; Anytos’la arkadaşları benim için daha az sakıncalı değillerdir. Ama ben, bunlardan daha çok korkarım. Evet, Atinalılar, bunlar daha sakıncalıdırlar; çünkü bunlar birçoğunuzu taa çocukluğunuzdan beri yalanlarla kandırarak, sözüm ona “göklerde olup bitenlerle uğraşan, yerin altında neler olup bittiğini araştıran, yanlışı doğru gibi göstermeyi beceren” Sokrates adlı bir bilgin olduğuna inandırmışlardır sizi. Bu masalı yayanlardır, beni suçlayanlar içinde en çok korktuklarım; çünkü bunları dinleyenler, bu gibi sorunlara kafa yoranları Tanrılara inanmaz sanıyorlar. Şunu da ekleyeyim, böyle adamlar çoktur. Beni eskiden beri suçlarlar; üstelik bunları en çok etki altında kalabileceğiniz çağlarda, kiminiz daha çocuk ya da delikanlı iken kulaklarınıza doldurmuşlardır. Hem bu suçlamalar, karşılarında kendilerini yanıtlayacak kimse yokken, benim arkamdan oluyordu. İşin kötüsü, bir güldürü yazarını saymazsak, bunların ne adını biliyorum ne de sanını; kim olduklarını söyleyemem sizlere. Kıskançlık, çekememezlikle sizleri kandırmaya çalışan, kendi kendilerini de kandırarak başkalarını kandıran bu adamlar, uğraşılması en güç olanlardır. Çünkü bunlar, buraya getirilemediği gibi, söyledikleri de çürütülemez! Bu yüzden gölgelerle çarpışmak, kendimi savunurken karşınlarımı karıştırmak, beni yanıtlayacak kimse yokken konuşmak zorunda kalıyorum. Demin de dediğim gibi beni suçlayanların iki türlü olduğunu görüyorsunuz: Bir beni şimdi suçlayanlar, bir de eskiden suçlamış olanlar. İlkin ikincileri yanıtlamam gerektiğini sizin de uygun bulacağınızı umarım. Çünkü bunları hem ötekilerden daha çok hem de daha önce işitmişsinizdir.
                Demek ki Atinalılar, artık kendimi savunmaya başlayabilirim. Yıllardır kafanızda kök salan kötü bir izlenimi kısa zamanda söküp atmaya çalışmalıyım. Hakkımda ve hakkınızda hayırlı ise, bunu başarmayı, savunmamı boş yere yapmamayı dilerim; ama bunun kolay bir iş olamadığını da çok iyi biliyorum. Bütün bunlar da Tanrının gönlünce olsun; bana düşen ödev, yasanın buyruğuna uymak, kendimi savunmaktır.
                III. – Başından başlayalım işe. Benim kötülenmeme yol açan, bu suçlamayı yazmayı Meletos’a göze aldırtanın ne olduğunu araştıralım. Ne diyorlar beni lekeleyenler? Diyelim ki, davalarını önünüzde dile getiriyorlar. Okuyalım suçlama edimlerini: “Sokrates suçludur. Yer altında ve gökyüzünde olup bitenleri araştırıyor, açıkça eğriyi doğru diye gösteriyor, başkalarına da kendisi gibi olmalarını öğretiyor.” Suçlamanın aşağı yukarı özü bu. Aristophanes’in güldürüsünde kendi gözlerinizle gördüğünüz gibi; ortada Sokrates adlı bir adam dolaştırılıyor ve başı havalarda gezerken benim hiç ama hiç anlamadığım şeylerden dem vurularak, bir sürü saçma sapan sözler sıralanıyor. Bu dediklerimi de bu bilimi,  bu konulardan anlayan birini küçültmek için yapıyorlar. Meletos’un yeni bir dava açmasından çekindiğim için söylemiyorum; gerçekten hiç uğraşmam ben böyle işlerle. İçinizden birçoğunu tanık diye gösteriyorum, birbirinizden sorup öğrenin ve ne biliyorsanız söyleyin. Çoğunuz benim konuşmalarımı dinlemişsinizdir. İçinizde benim bu sorunlar üstüne şimdiye değin tek söz söylediğimi bilen varsa, söylesin buradakilere… İşitiyorsunuz yanıtlarını. Suçlamanın bu bölümüne verdikleri yanıt karşısında, geri kalanının doğruluğunu, eğriliğini yargılayabilirsiniz.
                IV. – Bütün bu söylenen şeylerin gerçek bir yanı yoktur hiç. Size, benim ona buna öğrence verdiğimi, para aldığımı söylediyse biri, bu da doğru değildir. Doğrusunu isterseniz, bir kimse insanlara gerçekten bir şey öğretebilseydi, buna karşılık para alması o kimse için bir onur olurdu. Leontionlu Gorgias, Keoslu Prodikos ve Elisli Hippias gibi kent kent gezerek öğrence veren, gençleri kendi kentdaşlarından parasız öğrence alabileceklerken onlardan ayırıp, kendilerine çekecek denli kandıran, öğrenceleri için para almakla kalmayıp, üstelikte bu parayı lütfen aldıklarından ötürü gençlerin kendilerine teşekkür ettikleri kimseler var! Burada bile varmış böyle bir bilgin adam; Parosluymuş kendisi, aramızda yaşıyormuş. Bir gün, bilgiç (sofist)ler uğruna dünya kadar para döken Hipponikoslu Kallias’la karşılaşmıştım. İki oğlu olduğunu biliyordum. Oğulları ile ilgili bir soru sordum kendisine: Kallias dedim, iki oğlunun yerine iki tayın ya da iki buzağın olsaydı, onları yaratılışları gereğince yetiştirecek birini tutardın, ya bir becerikli bakıcı olurdu bu ya da iyi bir çiftçi. Ama insan olduklarına göre oğulların, onları yetiştirecek, yönetecek birini buldun mu, onları kimin eline vereceğini biliyor musun? Kim öğretecek onlara insana ve yurttaşa vergi erdemi? Oğulların olduğuna göre, bunun üstünde düşünüp taşınmışsındır. Böyle bir kimse var mı, yok mu? “Var” dedi Kallias. Kim, nereli, öğrencesini kaça veriyor? diye sorunca: “Paroslu Evenos, öğrencesine beş mina alıyor.” diye yanıtladı. O zaman, Evenos bu işten anlıyorsa ve bu bilgisini de bu kadar ucuza öğretiyorsa, doğrusu mutlu adammış diye düşündüm. Öyle ya, benim elimden de böyle bir iş gelseydi, ben de gerçekten övünç ve sevinç duyardım; ama açıkça söylüyorum Atinalılar, benim elimden gelmez böyle işler, bilmem ben bu işleri.
                V. – Belki içinizden biri bütün bunlara karşı diyecek ki: “Peki ama Sokrates, aslı nedir bu işin? Sana yöneltilen bu suçlamalar nereden geliyor? Herkesten ayrıksı bir şey yapmadığını söylüyorsun; alışılanın dışında bir şey yapmamış olsaydın, senin için bunca dedikodu, gürültü patırtı çıkarılmazdı. Anlat bize bunun nedenini de, biz de seni baştan savma yargılamayalım.” Bu söylemi doğru buluyorum; onun için de bana sürülen karaların, bu kötü ünümün nereden geldiğini açıklayacağım size. Dinleyin bakın: Kiminiz şaka ettiğimi sanır belki; oysa inanın ki doğruyu söyleyeceğim yalnız. Bu ün, benim az buçuk bilge olmamdan çıkıyor, başka bir şeyden değil. Nedir mi bu bilgelik? Salt insanlara vergi bir bilgeliktir belki. Belki gerçekten vardır bende bu bilgelik. Demin sözünü ettiklerimin de var bir bilgelikleri ya, onlarınkinin insanüstü olduğu su götürmez, böyle değilse bu bir şey söyleyemem artık. Çünkü ben bilgeliği bilmiyorum. Tersini söyleyen kimse yalancıdır, bana kara çalmak için söylüyordur bunu.
                Şimdi Atinalılar, kendimden böyle söz etmemi aşırı bulsanız bile mırıldanmaya başlamayın. Bundan sonra diyeceklerim benim sözlerim değil, güveninize yaraşık birinin sözleri. Size tanık olarak Delphoi Tanrısını göstereceğim. Benim bir bilgeliğim var mı, varsa nasıl bir bilgeliktir söyleyecek size o. Khairephon’nu tanırsınız. Çocukluk arkadaşımdı, kamu gönüldaşıydı; geçen sürgünde birlikteydi sizinle, dönerken de birlikte gelmiştiniz. Khairephon’un nasıl bir adam olduğunu da bilirsiniz, bir şeyi kafasına koydu mu yüzde yüz yapardı. Bir gün Delphoi’ye gitmiş, biliciye şu soruyu çekinmeden sormuş: Gene diliyorum sizden yargıçlar, kesmeyiniz sözümü. Ne diyordum, evet dünyada benden daha bilge biri olup olmadığını sormuş. Pytholu Tanrı sözcüsü de, “Yoktur.” diye yanıtlamış. Khairephon bugün sağ değil, ama kardeşi burada, bu yanıtı kanıtlayabilir önünüzde.
                VI. – Bütün bunlardan niye mi söz ediyorum? Söyleyeyim; lekelenmemin kökenini açıklamak istiyorum da ondan. Bilicinin bu yanıtını öğrenince, kendi kendime şöyle düşündüm: “Tanrının demek istediği ne ola, sözlerinin gizlediği anlam nedir? Çünkü ben biliyorum ki az ya da çok bilge değilim. Peki, öyleyse benim en bilge olduğumu belirtirken ne demek istiyor? Tanrının yalan söylemediği su götürmez, çünkü yalan onun özü ile uzlaşır bir şey değildir.” Tanrının düşünüşü nedir diye uzun zaman sordum kendi kendime. Sonunda büyük çabayla, kendimi aydınlatacak şu sonuca vardım: Bilge sayılanlardan birini alıp biliciye gider, sözünü çürütmek, sınamak için şöyle derim: “Sen bana insanların en bilgesi diyorsun ama işte bu adam benden daha bilge.” Bu adamı iyice bir inceledim; adını söylemeyi gereksemiyorum, ama devlet adamlarımızdan biri. Sırası gelince benim üzerimde bıraktığı izlenimi de anlatacağım size. Onunla konuşurken, bu adam birçok kimseden daha bilgeymiş duygusunu uyandırıyor. Kendisine de öyle geliyor, ama hiç mi hiç bilge gözükmedi bana. O zaman, kendinde var olduğunu sandığı bilgeliğin olmadığını, ona göstermeyi denedim. İşte bunun için onun, ortada beni dinleyenlerin birçoğunun düşmanlığını kazandım. Oradan ayrılırken kendi kendime diyordum ki: “Bu adamdan daha bilgeyim. Doğrusu ikimizin de güzel ve iyi bir şey bildiğimiz yok belki; ama o, hiçbir şey bilmezken bildiğini sanıyor. Oysa ben bilmiyorsam, bildiğimi de sanmıyorum. Öyle sanıyorum ki, ben ondan biraz daha bilgeyim, çünkü bilmediğim bir şeyi biliyorum diye geçinmiyorum.” Ondan sonra başka birine, ilkinden de daha bilge sayılan birine gittim. Orada da aynı kanıya vardım, orada da gene onun ve daha birçoklarının düşmanlığını kazandım.
                VII. – Böylece birçok düşman kazandığımı bile bile, soruşturmamın ardını bırakmıyor, gittikçe umutsuzlaşıyor, üzüm üzüm üzülüyor, ama Tanrının bana verdiği ödevi her şeyden üstün tutmalıyım diyordum. Tanrının ne demek istediğini araştırmak için bilgili sayılan kim varsa gidip bulmam gerekiyordu. Atinalılar, köpek hakkı için size doğruyu söylemek boynumun borcu. Aşağı yukarı şöyle bir durumla karşılaştım: Tanrının düşüncesine göre inceleyerek baktım ki, (birkaçını saymazsak) bilgelikleri ile en çok tanınanlar, bilgelikten en çok yoksun olanlar; yetersiz sayılanlar ise en anlayışlı, en uslu insanlar gibi geldi bana. Kimlere başvurmadım, nereleri dolaşmadım; onca didinip çabalamalarımın sonunda, Tanrının sözünü çürütemedim.
                Devlet adamlarından sonra gittim ozanları, tragedya yazarlarını, övgü yazarlarını daha başka yazarları buldum. Artık bu sefer bilgeliğimin onlarınkinden aşağı olduğunu anlayacağım, diyordum kendi kendime. Üzerinde en çok çalıştıklarını, en iyi işlediklerini sandığım yapıtlarını aldım yanıma. Buralarda ne demek istediklerini sordum kendilerine, bu adamlardan bir şeyler öğreneyim diye. Doğruyu söylemeye utanıyorum Atinalılar, ama söylemeliyim. Orada bulunanların hemen hemen hepsi, ozanların kendi yazdıkları şiirler üstüne ozanlardan daha iyi konuşuyorlardı. O zaman, ozanlara da yaratımlarında kılavuzluk edenin bilim olmadığını, şiirlerini bir çeşit içgüdüyle, kutsal bir esinle yazdıklarını, ayrıca onların da birçok güzel şeyler söyleyip bunların bilincine varmayan biliciler, yani Tanrı elçileri gibi olduklarını çabucak kavradım. Ozanların durumu aşağı yukarı buydu. Üstelik onlar, ozanlık yetenekleriyle kendilerini insanların en bilgesi sanıyorlar; hiç değiller oysa. Yanlarından ayrılırken anladım ki, devlet adamlarından nasıl üstünsem, onlardan da öyle üstünüm.
                VIII. – Sonunda el işçilerine gittim. Çünkü benim aşağı yukarı bir şey bilmediğimi biliyorduysam, hiç değilse onların içinde birtakım adamların birçok güzel şey bileceklerine güvenim vardı. Bakın bunda aldanmamıştım: Onlar, benim bilmediğim şeyleri biliyorlardı gerçekten, benden de daha bilgiliydiler. Yalnız Atinalılar, bu iyi el işçilerinin de ozanlar gibi bir eksikleri vardı. Kendi işlerinde, uğraşlarında er oldukları için en önemli, en yüksek şeylerden de anladıklarını sanıyorlar, bu sanı da kendi bilgilerini gölgeliyor. Öyle ki Tanrının sözüne geldim; bilgilikleri de, bilgisizlikleri de yerinde dursun dedim. “Onlar gibi bilgin, onlar gibi bilgisiz olmaktansa, olduğum gibi kalmayı yeğlemek daha iyi değil mi?” diye sordum kendi kendime. Sonra da gerek kendimi, gerekse Tanrıyı “Olduğum gibi kalmak daha iyidir benim için.” diye yanıtladım.
                IX. – Atinalılar, işte bu soruşturmalar yol açtı bana karşı böylesine acı, böylesine ürkünç hırslar beslenmesine. İşte bu hınçlardan geliyor bunca lekelemeler, başıma sarılan bu bilge ünü. Çünkü beni dinleyenler, başkalarının bilgisizliğini ortaya çıkardığım için beni bilgili sandılar hep. Oysa yargıçlar, gerçekte belki yalnız Tanrıdır bilge olan. O, sözüyle de insan bilgeliğinin büyük bir şey olmadığını, hiçbir şey olmadığını göstermek istemiştir. Bu iş için beni seçmesine gelince; benim Sokrates adımdan örnek olarak yararlanmıştır, o kadar. Bununla şunu demek istemiştir sanki: “Ey insanlar! İçinizde en bilge kişi, Sokrates gibi bilgeliğin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir.” İşte bunun içindir ki, bugün bile yer yer dolaşıyor, yurttaş olsun yabancı olsun, bilge sandığım kimi bulursam konuşup, soruyorum. Bilge olmadıklarını anlayınca da, Tanrının savunuculuğunu yaparak, bilge olmadıklarını kendilerine gösteriyorum. Bu iş bütün vaktimi alıyor; bu yüzden devlet işlerinle de, kendi işlerimle de sıkıca ilgilenemiyorum hiç. Tanrıya hizmet edeyim diye öylesine yoksul bir yaşam sürüyorum ki, bu kadar olur.
                X. – Dahası var: Birtakım gençler kendiliklerinden toplanıyorlar başıma; babaları varlıklı, vakitleri bol. Ben karşıma aldığım adama sorular sorarken, durup dinliyorlar; sonra da hoşlanıyorlar bu incelemeden. Çoğu da bana öykünerek başkalarını incelemeyi sınıyorlar; hiçbir şey bilmezken ya da çok az bir şey bilirken. Kendilerini bir şey biliyor sanan adamlar öylesine çok ki, gençler de bir sürü böyle adam buluyorlar. İnceledikleri, sıkıştırdıkları adamlar kendilerine kızacaklarken, bana kızıyorlar. “Ah! O Sokrates yok mu, o alçak herif, baştan çıkarıyor gençleri!” diyorlar. Oysa biri çıkıp da kendilerine sorsa: “Peki ama gençleri nasıl baştan çıkarıyor, ne öğretiyor onlara?” dese, ne yanıt vereceklerini bilemezler. Şaşkınlıklarını belli etmemek için de, her zaman filozoflara karşı çıkarılan “Gökyüzünde ve yerin altında olup bitenleri araştırmak”, “Tanrılara inanmamak”, “Eğriyi doğruyu göstermek” gibi beylik sözleri sıralayıp dururlar. Çünkü doğruyu söylemeye, bir şey bilmezlerken, biliyor görünmek istemelerinin açığa vurulduğunu söylemeye dilleri varmaz bir türlü. İlle de saygı görmek, kendilerini onurlu göstermek isteyen kaba, korkunç bir sürü adam vardır böyle. Benden söz açılınca hep bir ağızdan konuşup, karşılarındakini kandırmayı becerdikleri için ağızları köpürerek lekelerler beni. Bana sürdükleri karalarla kuruttular kulaklarınızı, gene de kurutuyorlar. Meletos’a, Anytos’a, Lykon’a bana saldırmayı göze aldırtan, işte bu lekelemedir, bu kara çalmalardır Meletos ozanların, Anytos el işçiliğiyle siyasa adamlarının, Lykon da söylevcilerin hınçlarını dile getiriyorlar. Sözüme başlarken de dediğim gibi, kafalarınızda böylesine güçlü kök salmış bu lekelemeyi, bu kara çalmayı kısa zamanda söküp atmayı başarsaydım, çok şaşardım.
                Doğruyu söyledim size Atinalılar, önemli önemsiz hiçbir şeyi saklayıp gizlemeden, değiştirmeden. Bununla birlikte, gene bu yüzden bana hınç beslemelerine yol açacağım; bu da doğruyu söylediğimi gösterir. İşte bunun için lekeleniyorum ben, bana sürülen karanın kaynağı budur. Şimdi ya da daha sonra arayıp sorun, kurcalayın bu işi, altından çıkacak olan, bulacağınız hep budur.
                XI. -  Beni suçlayanların birincilerine karşı suçsuzluğumu kanıtlayacak yeterince söz söyledim. Şimdi ikincilere dönüyorum. Bunların başında şu onurlu, yurtsever olduğunu kendisi söyleyen Meletos var. Bunlara karşı da kendimi savunmaya çalışacağım. Yeni suçlamalar karşısındaymışız gibi, birincilerde olduğu gibi. Okuyalım bakalım nelerden yakındıklarını: “Sokrates gençleri baştan çıkarmakla, doğru yoldan ayırmakla, devletin Tanrılarına inanmamakla, bunların yerine yenilerini koymakla suçludur.” Bana yükledikleri suç bu işte. Bu suçlamayı yapanları teker teker sınayalım.
                Suçlayan, gençleri baştan çıkardığımı, onları doğru yoldan ayırdığımı söylüyor. Ben de diyorum ki, Atinalılar, asıl suçlu Meletos’tur. Ciddi şeyleri alaya alarak herkesle eğlenmekten, gerçekte üzerinde hiç uğraşmadığı işleri, sözüm ona bağnazlık ve ilgi göstererek, herkesi yargı yerine boşuna sürüklemekten. Bunun böyle olduğunu size kanıtlamaya çalışacağım.
                XII. -  Meletos, yaklaş şöyle, yanıtla: “Gençlerimizin alabildiğine erdemli olmalarına çok önem veriyorsun değil mi?”     
                “Evet.”
                “Öyle ise onları daha iyi kılanın da kim olduğunu söyle yargıçlara. Tasası sana düştüğüne göre, kim olduğunu da biliyorsundur. Dediğine göre, gençleri baştan çıkaranı, onları doğru yoldan ayıranı bulgulamışsın. Onun için benim ardıma düşüyor, yargı yerinde suçlandırıyorsun beni. Söyle bakalım öyleyse daha iyi kılanın kim olduğunu, tanıt yargıçlara. Gördün mü Meletos? Susuyorsun işte, ne diyeceğini bilemiyorsun. Bu susuşun utanç verici bir şey değil mi? Gençler için hiç tasalanmadığının, benim ileri sürdüğüm şeyin yeterli bir kanıtı değil mi? Hadi, onları daha iyi kılanın kim olduğunu söyle bakalım.”
                “Yasalardır.”
                “Ben sana onu sormuyorum sayın delikanlı. Gençleri daha iyi kılanın kim olduğunu, senin söylediğin yasaları daha önceden bilip de gençleri daha iyi kılanın kim olduğunu soruyorum.”
                “Karşındaki adamlar Sokrates, yargıçlar.”
                “Ne dedin Meletos? Nasıl? Onlar gençleri eğitebilir, daha iyi kılabilirler mi diyorsun?”
                “Elbette.”
                “Hepsi mi yoksa içlerinden birkaçı mı?”
                “Hepsi.”
                “Hera hakkı için, pırlanta gibi sözler ediyorsun. Bundan böyle eğitmen sıkıntısı çekmeyeceğiz. Ama söyle bakalım bana, bizi dinleyen bu adamlar, gençleri daha iyi kılıyorlar mı, kılmıyorlar mı?”
                “O adamlar da gençleri daha iyi kılıyorlar.”
                “Peki, ya senato üyelerimiz, onlar da mı?”
                “Evet, senato üyelerimiz de.”
                “Ne dersin Meletos, kamutayda toplanmış yurttaşlar, din adamları, gençleri baştan mı çıkarıyorlar, doğru yoldan mı ayırıyorlar? Yoksa ayrımsız hepsi mi eğitiyorlar gençleri, onları daha iyi kılıyorlar?”
                “Evet, hepsi de.”
                “Sana kalırsa, benden başka Atinalıların hepsi onları iyi ve güzel kılıyorlar, bir ben onları baştan çıkarıyorum, doğru yoldan ayırıyorum öyle mi?”
                “Evet öyle.”
                “Söylediğin doğruysa, gerçekten mutsuz adamım ben, ama yanıtla beni. Sana göre atlar için de mi böyle bu? Atları da herkesin iyi ettiğine, yalnız bir kimsenin huysuzlaştırdığına mı inanıyorsun? Tam tersine, atları bir ya da birkaç kişi, bakıcılar eğitebiliyor. Oysa onlara binenlerin, onları kullananların çoğu onları huysuzlaştırıyor, değil mi? Atlar için de, bütün öteki hayvanlar için de böyle değil mi bu Meletos? Anytos’la sen ne derseniz deyin; bunun böyle olduğu su götürmez. Gençleri yalnız bir kişinin baştan çıkardığı, öbür kişilerin onları iyi yetiştirdiği, olgunlaştırdığı doğru olsaydı eğer, bu onlar için gerçekten eşsiz bir mutluluk olurdu. Oysa gerçeklik böyle değil. Meletos, şimdiye değin gençler üzerinde hiç kafa yormadığını yeterince gösterdin. Benim başıma sardığın şeylere hiç aldırış etmemenden de açıkça anlaşılıyor ilgisizliğin.”
                XIII. – Zeus hakkı için, şunu da söyle bana Meletos: Onurlu insanlarla mı yaşamak iyidir sence, kötü insanlarla mı? Hadi yanıtla gönüldaşım, güç bir şey değil sorduğum. İyi insanlardan yanındakilere hep iyilik, kötülerden de kötülük gelir değil mi?
                “Doğru.”
                “Peki, bir arada yaşadığı kimselerden yararlanmaktan çok dokuncaya uğramak isteyen bir adam var mıdır? Yanıtla yiğidim; yasa yanıtlamanı buyuruyor. Dokuncaya uğramak isteyen bir adam var mıdır?”
                “Yoktur elbet.”
                “Haa, bakalım şimdi: Gençleri baştan çıkarıyor, kötülüğe sürüklüyorum kendimi. Sence ben bu suçu bilerek mi, bilmeyerek mi işliyorum?”
                “Bilerek.”
                “Daha neler! Meletos, senin gibi genç bir adam, benim gibi yaşlı bir adamı bilgelikte bunca aşar mı canım? Kötü insanlarla bir arada yaşayan insana kötülük, onurlu insanlarla bir arada yaşayan insana da iyilik geleceğini biliyorsun; ama nedense ben öyle bir koyu bilgisizlik içindeyim ki, benimle bir arada yaşan insanlardan birini kötü kılarsam eğer, ondan da bana kötülük geleceğini bilmiyorum! Böyle bir suçu da bile bile işlediğimi söylüyorsun, değil mi? Ne beni, ne de bu dünyada hiç kimseyi buna inandıramazsın Meletos. Öyle ise, ya ben hiç kimseyi baştan çıkarmıyor, doğru yoldan ayırmıyorum ya da baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyorsam bilmeyerek yapıyorum bunu. Her iki durumda da yalan söylüyorsun. Ayrıca, işlediğim suçu bilmeyerek işlemişsem, yasa onu suç saymaz. Beni bir kenara çekerek öğüt vermen, hatırlatman gerekirdi; çünkü öğüdünü dinler, bilmeyerek işlediğim suçu işlemekten sanırım vazgeçerdim. Oysa sen benimle konuşmaktan, bana öğretmekten kaçındın, bunu yapmak istemedin. Beni yargı yerine, yasanın aydınlatılması gerekenleri değil, cezalandırılması gerekenleri gönderdiği yargı yerine sürükledin.”
                XIV. – Atinalılar, demin de söylediğim gibi artık anlaşılıyor ki, Meletos bu işlere az buçuk olsun kafa yormamıştır. Bununla birlikte,  anlat bakalım Meletos, ben gençleri nasıl baştan çıkarıyor, doğru yoldan nasıl ayırıyorum? Yazdığın suçlamaya göre, devletin Tanrılarını tanımamayı, onların yerine başka Tanrılara inanmayı öğretiyormuşum gençlere. Öğreterek baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyorum onları sence, değil mi?
                “Evet, olanca gücümle evetliyorum bunu.”
                “Öyle ise Meletos, sözünü ettiğimiz Tanrılar hakkı için ne demek istediğini, düşünceni bu yargıçlara ve bana daha açıkça anlat. Çünkü iyice kavrayamadığım bir şey daha var: Demek ki ben başka Tanrılara inanmayı öğretmiyormuşum. O Tanrılara ben kendim inanıyorsam eğer demek ki büsbütün Tanrıtanımaz değilim, demek ki böyle bir suç işlememişim. Şunu anlayalım şimdi: Sen beni devletin Tanrılarını boş verip, başka Tanrılara inanmakla mı suçluyorsun? Yoksa Tanrılara büsbütün inanmayıp, bunu başkalarına da aşılamakla mı?”
                “Evet, ben senin hiçbir Tanrıya inanmadığını ileri sürüyorum.”
                “Şaşılacak şey! Peki, nereden çıkarıyorsun bunu Meletos? Sence ben herkes gibi güneşi ya da ayı Tanrı saymıyor muyum?”
                “Zeus bilir ya! Saymıyor yargıçlar. Çünkü güneşin taştan, ayın da topraktan olduğunu ileri sürüyor.”
                “Suçladığın kimsenin Anaksagoras olduğunu mu sanıyorsun sevgili Meletos? Sen bu yargıçları bu denli mi küçümsüyorsun? Onları, Klazomenai’li Anaksogaras’ın kitaplarının bu kuramlarla dolu olduğunu bilmeyecek kadar bilgisiz mi sanıyorsun? Gençler bütün bunları niye benden öğrensinler; öyle ya bu kitapları orkestradan en çok bir drahmiye satın alabileceklerken, kendi düşünülerini Sokrates’e mal ederek alay edebileceklerken, bu delikanlılar bunları benden niye öğrensinler? Üstelik de bu düşünüler, oldukça garip düşünülerse? Doğru söyle Meletos, sen gerçekten benim hiçbir Tanrıya inanmadığımı mı sanıyorsun?”
                “Evet, Zeus bilir ya! Hiç mi hiç Tanrıya inanmıyorsun.”
                “İnanılır şey değil senin bu söylediğin Meletos! Öyle sanıyorum ki, sen kendin bile inanmıyorsun bu söylediğine. Bence, Atinalılar! Azgın ve saygısız adamın biridir Meletos. Beni aşağılamak için suçlamaya kalkışmasını da gençliğine, düşüncesizliğine vermeli. Kim bilir, belki de beni sınamak için uydurmuştur bu bilmeceyi. Belki de kendi kendine: ‘Bakalım Sokrates, bu bilgin adam, işi alaya aldığımı, birbirini tutmaz sözler söylediğimi bulup ortaya çıkaracak mı, yoksa bizi dinleyenlerle birlikte onu da aldatabilecek miyim?’ demiştir. Bana öyle geliyor ki, suçlamasında da bir dediği bir dediğini tutmuyor. Şöyle demiş sanki: ‘Sokrates, Tanrıların varlığına inanmaktan, Tanrılar olduğuna da inanmamaktan suçludur.’ Düpedüz alay derler buna.”
                XV. – Atinalılar! Meletos’un neden çelişmeye düştüğünü gözden geçirin, inceleyin benimle. Sen Meletos! Yanıtla bizi. Sizler de benim taa başlangıçtaki dileğimi anımsayın, alışık olduğum gibi konuşmama ses çıkarmayın.
                Meletos! İnsancıl şeylerin var olduğuna inanıp da, insanların var olmadığına inanan bir kimse var mıdır bu dünyada? Yargıçlar! Kaçamaklı yollara sapmadan cevaplasın Meletos. At yoktur ama atın kullanıldığı işler vardır, flavtacılar yoktur ama flavtacılık vardır diyen bir kimse bulunur mu dünyada? Bulunmaz gönüldaşım, bulunmaz. Yanıtlamaktan kaçındığına göre, sana da, buradakilere de ben diyeyim. Ama hiç değilse şu soruyu yanıtla: Tanrısal işlere inanıp da, Tanrılara inanmayan biri var mıdır? Daimonların gücüne inanıp da, daimonlara inanmayan?
                “Yoktur.”
                “Çok şükür, yargıçların zoruyla da olsa, bu yanıtı alabildim ağzından. Demek ki geçmişte olsun, şimdi olsun yok bir önemi; daimonluk işlere inandığımı, bunları öğrettiğimi benimsiyorsun. Senin dediğine göre ben, hep inanıyorum daimonluk şeylere; suçlama ediminde bunu antla tanılamıştın. Daimonluk işlere inanıyorsam, daimonlara da inanıyorum demektir, ister istemez. Zorunlu değil mi bu sonuca varmak? Bu böyleyse, sen de yanıtlamadığına göre, benimle aynı düşüncede olduğunu benimsemen gerekir. Peki, daimonlara Tanrı ya da Tanrı oğulları gözüyle bakmıyor muyuz? Ne diyorsun, evet mi hayır mı?
                “Evet, diyorum.”
                “Şimdi diyorum ki, dediğin gibi ben daimonlara inanıyorsam ve ne bakımdan olursa olsun daimonlar da Tanrı iseler, bilmecelerden, bulmacalardan söz ediyorsun sen. İşte bunun için, bir yandan Tanrılara inanmadığımı, öte yandan da daimonlara inandığıma göre Tanrılara da inandığımı söyleyerek eğleniyorsun. Denildiği gibi daimonlar, Nympha’lardan ya da başka analardan doğma Tanrıların piçleriyse, Tanrıların olmadığına, ama Tanrı çocuklarının olduğuna kim inanabilir? Katırların, kısraklarla eşeklerin oğulları olduğuna, ama atların da, eşeklerin de var olmadığına inanmak gibi saçma olur bu. Evet, Meletos, bütün bunları ya beni sınamak ya da benden yakınmak için, ipe sapa gelir bir şey bulamadığından sardın başıma. Ama ne dersen de, anlayışı kıt da olsa kimseyi inandırmazsın, daimonların, Tanrıların, kahramanların olmadığına. Yüzde yüz olursuz bir şey bu.”
                XVI. – Doğrusu Atinalılar, Meletos’un bana yüklediği kötülüklerin suçlusu olmadığıma sizi inandırmak için, saptamamı uzatmam gerektiğini sanmıyorum; dediklerim yeter. Ama daha önce de söylediğim gibi, bana karşı beslenen düşmanlıklar, günler sayısız. İyi bilin, doğrudur bunlar. Suçlu diye yargılanırsam, işte bunların yüzündendir, bu yüzden yitiririm. Ne Meletos, ne de Anytos yüzünden. O leke sürmeler, şu bir yığın adamın çekememezliği yok mu, nice nice kişilerin yok olmalarına yol açtı, daha da açar elbet. Öyle ya, bu kötülük gelip bana dayanmakla kalmaz ki.
                Belki şöyle diyecek biri bana: ‘Peki Sokrates, seni böyle ölüme sürükleyecek bir yaşam sürmekten utanç duymuyor musun?’ Bu adama şu doğru yanıtla karşılık verebilirim: ‘Yanılıyorsun, gönüldaşım. Bir adamın değeri ne denli az olursa olsun, ölür müyüm, kalır mıyım diye düşünmemelidir o. Bir iş görürken doğru mu eğri mi davrandığını, yiğit bir adam gibi mi, yoksa ödlek bir adam gibi mi davrandığını düşünmelidir yalnız. Sana kalırsa, Troia’da ölen yarı Tanrıların hepsini, bu arada onursuzluğa karşı her türlü sakıncayı göze aldığı için, özellikle Thetis’in oğlunu bönlükle damgalamak gerekir.’ Onun, Hektor’u bir an önce öldürmek için ivecenlik ettiğini gören anası, Tanrı kadın, yanılmıyorsam aşağı yukarı şu sözleri söylemişti ona: ‘Oğlum, arkadaşın Patroklus’un ölüm öcünü alırsan, yok edersen Hektor’u, şunu bil ki, sen de öleceksin. Çünkü şıpın arkasından yargı bekliyor seni, Tanrı dileği böyle buyuruyor.’ Bu öğüt ölüme, sakıncaya kulak asmamaktan alıkoymadı onu. Gönüldaşlarının öcünü almaktan çok, alçak olarak yaşamak daha çok korkuyordu onu. ‘Burada, şu eğri büğrü gemilerin yanında, yeryüzünün gereksiz bir yükü gibi, maskara gibi durmaktansa, öcümü alayım düşmanımdan, sonra ben de öleyim!’ diyordu. Ölüme, sakıncaya bana mısın dedi mi o? En doğru davranış Atinalılar, bir kimsenin yeri neresi olursa olsun, ister kendinin yaraşık bulup seçtiği, ister komutanının gösterdiği yerde sakıncaya karşı dayatmak, diretmektir bence. Ölümü ya da ona benzer nice sakıncaları değil, ancak onuru göz önünde tutmalıdır insan.
                XVII. -  Atinalılar, benim için de bundan başka türlü davranmak, çok garip bir çelişmeye düşmek olurdu. Çünkü Potidea’da, Amphipolis’te, Delion’da, seçtiğiniz komutanların gösterdikleri her yerde, her türlü ölüm sakıncası karşısında bütün gözü pekliğiyle duran ben; Tanrı beni ve başkalarını, incelemek sınamak için filozoflukla görevlendirdiğinde, ölüm ya da başka bir şey korkusuyla işimi bırakıp nasıl kaçardım? Böyle bir tutum gerçekten ağır bir suç olurdu. Kendimi bilge sanarak, ölüm korkusuyla Tanrı buyruğuna baş eğmeseydim, o zaman pek haklı olarak yargı yerine çağırılabilir, Tanrıların varlığını yadsımaktan suçlanabilirdim. Çünkü ölüm korkusu, Atinalılar, kişinin gerçekte bilge değilken bilmediğini bilir sanması değil midir? Gerçekte kimse bilmiyor ölümün ne olduğunu; insana vergi en büyük iyiliktir belki ölüm; ama en büyük kötülükmüş gibi
korkuyor ondan. Bilmediğimiz bir şeyi bildiğimizi sanmak, kınanacak bir bilgisizlik değil midir? Birçok insanlardan işte bu bakımdan ayrımlıyım, yargıçlar; birtakım işlerde başka birilerinden daha bilge olduğumu demeye dilim varıyorsa, bundandır. Öyle ya, ben öteki dünyada olup bitenleri yeterince bilmeyerek, biliyor düşüncesine de kapılmıyorum. Ama Tanrı olsun, insan olsun, kendimden daha iyi birine kötülük yapmanın, boyun eğmemenin kötü ve utanılası olduğunu biliyorum. Kötülük olduğunu iyice bildiğim şeylerden korkarım; ama iyi olmadığını kestiremediğim şeylerden ne korkar, ne de çekinirim.
                Beni koyuverseniz bile, beni sizin karşınıza çıkarmamak gerektiğini ya da çıkarılırsam yüzde yüz ölüme yargılı kılmanız gerektiğini (çünkü ölüm cezası verilmezse çocuklarınız Sokrates’in öğütlerini dinleyerek büsbütün baştan çıkacak, bozulacaklardır) söyleyen Anytos’u dinlemezseniz; bu sav üstüne bana: ‘Sokrates, Anytos’u dinlemeyerek salıvereceğiz seni, ancak bir koşulla, artık bundan böyle insanları sınamayacak, sorguya çekmeyecek, filozofluk etmeyeceksin; bu koşulu yerine getirmezsen öleceksin!’ derseniz; söylediğim gibi, beni koşulla salıverirseniz, şöyle yanıtlarım sizi: ‘Atinalılar, saygım ve sevgim vardır sizlere, ancak ben size değil Tanrıya boyun eğerim. Son soluğuma değin, elimden geldiğince felsefeyle uğraşmaktan, sizleri buna yöneltmekten, felsefe öğretmekten geri durmayacağım.’ Kiminle karşılaşırsam, alışkanlığım üzere şöyle diyeceğim ona: ‘ Sen ki gönüldaşım Atinalısın, dünyanın en büyük bilgeliğiyle, gücüyle en çok ün salmış kentin kenttaşısın. Paraya, şana, onura bunca önem verirken, nasıl olur da usa, doğruya, hiç durmadan yükseltilmesi gereken cana, tine bunca az önem verirsin, sıkılmaz mısın bundan? Yüzün kızarmaz mı?’ İçinizden biri karşı koyup, bu saydıklarıma önem verdiğini öne sürerse, yakasını bırakacağımı, onu salıvereceğimi sanmayınız; sınayacağım, sorguya çekeceğim onu, ince eleyip sık dokuyacağım. O ne derse desin, erdemli olmadığını anlarsam eğer, değeri çok olana az değer verdiğinden, değeri az olana çok değer verdiğinden ötürü utandıracağım onu. Karşıma çıkan kim olursa olsun, böyle yapacağım; genç olsun yaşlı olsun, yerli olsun yabancı olsun. Ama özellikle kenttaşlarıma böyle davranacağım, çünkü sizleri kendime daha yakın duyuyorum. Şunu da iyi biliniz ki, Tanrının buyruğudur bu. Tanrının buyruğunu yerine getiren benden başka kimse, şimdiye değin daha büyük bir iyilik etmemiştir kentinize.
                Çünkü benim sokaklarda dolaşarak, genç-yaşlı hepinizi, bedeninize ve paraya pula değil, her şeyden önce canın, tinin eğitimine ve yetkinliğine önem vermeniz gerektiğine inandırmaktan başka bir ereğim yok. Bakın gene söylüyorum size; zenginlikle, parayla pulla elde edilmez erdem. Ama zenginlik, genel olsun özel olsun her türlü iyilik ancak erdemden gelir. Bunları söyleyerek gençliği baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyorsam, bu yukarıda andığım özdeyişlerin dokuncalı olduğunu benimsemek demektir Ama biri çıkıp da, öğrettiğim şeylerin bunlar olmadığını ileri sürerse, yalan söylemiş olur. Burada şöyle diyeceğim size Atinalılar: ‘İster dinleyin ister dinlemeyin Anytos’u, ister salıverin ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir değil bin kez ölmem gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu.’
                XVIII. – Kesmeyiniz sözümü Atinalılar; dileğimi anımsayın, ne dersem diyeyim kesmeyin. Dinleyin, kulak verin sözlerime; dinlemeniz sizin yararınıza olacaktır sanırım. Daha birkaç şeyim var size söyleyecek, ama korkarım ki onları işitince çığırmaya başlayacaksınız. Etmeyin eylemeyin, yalvarırım size.
                Benim gibi bir adama aldırmayıp öldürtürseniz eğer, bana değil kendinize kötülük etmiş olacaksınız. Çünkü bana az buçuk olsun, ne Meletos’un, ne de Anytos’un bir dokuncası olabilir. Öyle ya, kötü bir adamın iyi bir adama dokuncası nasıl olabilir? Ölüme çarptırabilirler belki beni, sürgüne gönderebilirler, ya da yurttaşlık haklarından yoksun bırakabilirler. Bütün bunlar da beni suçlayanların ve belki daha birkaç kişinin gözünde büyük mutsuzluklardır; ama ben böyle düşünmüyorum. Onların bir suçsuzu yok ettirme girişimleri, daha başka türlü korkunç bir şeydir. Hem sonra Atinalılar, sanılabileceği gibi kendime olan sevgimden değil, size olan sevgimden ötürü savunuyorum kendimi. Korkarım ki beni cezalandırmakla, Tanrının sizlere bağışladığı birini cezalandırmakla, Tanrıyı gücendirmiş olacaksınız. Gerçekten öldürtürseniz beni, ne denli gülünç de olsa bir benzetmeye izin verin; büyük ve yiğit, ama büyüklüğünden dolayı ağır. Yavaş olan ve dürtülmesi gereken bir atı andıran devleti yerinden oynatmak için, Tanrının tebelleş ettiği benim gibi bir atsineğini kolay kolay bulamazsınız. Ben Tanrının, devletin başına tebelleş ettiği bir atsineğiyim; her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum, ardınızı bırakmıyorum. Benim gibi birini kolay kolay bulamayacaksınız yargıçlar. Onun için beni esirgemenizi, kendinizi benden yoksun bırakmamanızı salık veririm size. Ama belki de uykusundan birden uyandırılan biri gibi, canınız sıkılarak, uzun boylu düşünmeden Anytos’un öğüdüne uyar, beni kolayca vurup öldürebileceğiniz sanısına kapılır, Tanrı size acıyıp benim yerime başka bir atsineği gönderinceye kadar, yaşamınızın geri kalan bölümünde uykuya dalarsınız gene. Beni size Tanrının gönderdiğini söylememin kanıtını mı istiyorsunuz? Buyurun: Ben başkaları gibi olsaydım, yıllarca sizi erdeme yöneltmekle ve bir baba, bir ağabey gibi teker teker sizin işlerinizle uğraşarak kendiminkileri savsaklamaz, onlara seyirci kalmazdım. Böyle bir durum pek öyle insanlar arasında karşılaşılan bir durum olmasa gerek. Bütün bunlardan bir çıkarım olsaydı, bu çabalarıma, uyarmalarıma karşılık para alsaydım; tutumum, davranışım açıklanabilirdi ve durum aydınlanırdı. Ama kendinizde görüyorsunuz ki, bana olmadık şeyler yakıştıran, utanmaz sıkılmaz suçlayıcılarım, bir kimseden para aldığımı ya da almak istediğimi ispatlayacak bir kanıt ortaya çıkarmak atılganlığında bulunamıyorlar. Dediğimin doğru olduğunu kanıtlayacak yalanlanamaz bir tanık çıkarıyorum ben ortaya: Yoksulluğum.
                XIX.- Sokaklarda dolaşıp ona buna öğütler vererek başkalarının işlerine karışmama, herkesin içinde kamutayda devlete öğütler vermeyi göze alamayışıma şaşarsınız belki. Bunun nedenini anlatayım size: Bir Tanrının ya da kutsal bir belirtinin bana göründüğünden söz açtığımı birçok yerde sık sık işitmişsinizdir. Meletos’un da alay yollu boyuna diline doladığı buydu suçlamasında. Bir çeşit ses olan bu belirti, çocukluğumda gelmeye başlamıştı bana. Bu ses, beni hep görmek istediğim işlerden alıkoyar, ama hiç mi hiç bu işlere zorlamazdı beni. Benim siyasayla uğraşmama karşı koyan işte bu sestir. Beni siyasadan alıkoymasının da çok yerinde olduğuna inanıyorum. Öyle ya Atinalılar, ben gençliğimden beri siyasayla uğraşsaydım,  gençliğimde ölür ve size de kendime de hiçbir iyilikte bulunamazdım. Size doğruyu söylüyorum diye kızmayın bana. Size karşı ya da bir başka kamutaya yiğitçe karşı koyan, devletteki hırsızlıkları, yolsuzlukları, eğrilikleri önlemek isteyen bir kimse, canını kurtaramamıştır daha. Doğruluk için gerçekten savaşmak isteyen bir kişi, kısa bir zaman olsun yaşamak isteyen bir kişi, kamu yaşamına yanaşmayıp, söyle bir kenara çekilip özel bir yaşam sürmelidir.
                XX. – Kanıt mı istiyorsunuz? Sağlam kanıtlar vereceğim sizlere; sözlere dayanan değil, değer verdiğiniz şeylere, olaylara dayanan kanıtlar. Başımdan geçen bir olayı anlatayım size. O zaman ölüm korkusu yüzünden haksızlığa hiçbir vakit boyun eğmemiş, boyun eğmektense ölümü yeğleyen bir adam olduğumu görürsünüz. Bir savunucu olarak kendimden iyi bir biçimde söz edeceğim, ama olanca iyiliğimle. Atinalılar, şimdiye değin üzerime aldığım biricik kamu görevi, halk kurulu üyeliğidir. Deniz savaşından sonra ölülerini toplamayan on komutanın duruşmasında, üyesi olduğum Anitokhis oymağının pritanlık katında bulunuyordum. Hepinizin sonradan yasaya aykırı olduğunu benimsediğiniz biçimde, onları toptan yargılamayı istiyordunuz. O zaman yasaya aykırı bu davranışınıza karşı koyan biricik üye ben olmuş, oyumu sizden yana kullanmamıştım. Söylevciler beni suçlamaya, beni yargı yerine göndermeye hazırdılar, sizler de bağırıp çağırmalarınızla körüklüyordunuz onları. Benim ödevimin cezaevi ya da ölüm korkusuyla sizin haksız, eğri kararlarınıza boyun eğmek, sizden yana çıkmak değil, yasayla, doğrulukla sakıncayı sonuna değin göze almaktır, demiştim.
                O zamanlar ‘demokrasi’ vardı daha kentte. Ama ne zaman ki ‘oligarşi’ geldi, Otuzlar geçti başa, onlar da öbür dört kişiyle birlikte beni de beşinci olarak Tholos’a çağırdılar ve öldürülmesini istedikleri Salaminli Leon’u Salamin’den getirmek için buyruk verdiler. Daha başka birçok kimseye de sık sık böyle buyruk vermişlerdir, sorumluluklarını ellerinden geldiğince daha çok kimseye yüklemek için. Bu durumda, deyim yerindeyse ölüme kıl kadar önem vermediğimi, tek önem verdiğim şeyin, haksızlık etmemek, günah işlememek olduğunu yalnız sözlerimle değil, edimlerimle de gösterdim. Bu erk, ne denli güçlü de olsa, haksızlık ettirecek kadar etkileyemedi beni. Tholos’tan çıkar çıkmaz öbür dört kişi Salamin’e gidip, getirdiler Leon’u. Bense doğru evime gittim. Bu yönetimin, Otuzların erki kısa sürede sona ermeseydi,  bu davranışımı yaşamımla öderdim belki. Bu olayları kanıtlamak için bir sürü tanık gösterebilirim size.
                XXI. – Şimdi, siyasa yaşamına girip kamu işlerine karışsaydım, bütün bu işlerde özü sözü bir, bir adam gibi davranarak, doğruluğu her şeyin üstünde tutup, doğruluğun, hakkın savunmasını üzerime alsaydım, bu güne kadar sağ kalabilir miydim sanırsınız? Hayır Atinalılar, hayır; ne ben ne de başka bir kimse gelebilirdi bu işlerin üstesinden. Kendi payıma ben, bütün yaşamımda, bana verilen kamu işlerinde olduğu gibi, özel işlerimde de hak yolundan ayrılmadım hiç. Eğri yola sapmadım, boyun eğmedim kimseye; öğrencilerim olduklarını söyleyen, beni lekeleyenlere bile. Gerçekten ben kimsenin ön ütü, öğretmeni olmadım hiç. Ama ben, bana düşeni yerine getirmeye çalışırken, beni dinlemek isteyenleri, gencini yaşlısını geri çevirmedim. Ben öyle para verilince konuşan, verilmeyince susan adamlardan değilim. Zengin yoksul demedim, kim konuşmak istiyorsa onunla konuştum, bana sorular sorun dedim. İçlerinden falan kişi iyi ve onurlu, ya da kötü ve onursuz ise, bunun sorumluluğunu bana yüklemek doğru değildir. Çünkü ben, kimseye ne öğrence verdim, ne de vereyim dedim. Bir kimse, benden başkalarının işitmediği bir şeyi işittiğini ya da bir şey öğrendiğini ileri sürerse, bilin ki yalan söylüyor.
                XXII. - Peki ama niye birtakım dinleyiciler benimle bir arada olmaktan hoşlanıyorlar? Nedenini anlattım size Atinalılar, tüm gerçeği söyledim. Çünkü onlar, bilge değillerken bilge olduklarını sanan kimseleri sınavdan geçirmemi keyifle dinliyorlardı. Doğrusu ya pek de keyif alınmayacak bir şey değildir bu. Bakın gene söylüyorum, bu iş bana Tanrının buyruğuyla, bilicilerle, düşlerle, herhangi bir Tanrının bir adama, yerine getirmesini istediği bir görevi verirken kullandığı bütün araçlarla iletilmiştir. Bu söylediğim şeyler Atinalılar, hem doğrudur hem de doğrulanması kolay olan şeylerdir. Çünkü ben, gerçekten gençleri baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyorsam ya da eskiden baştan çıkarmış, doğru yoldan ayırmışsam, aralarından birileri, gençliklerinde kendilerine kötü öğütler verdiğimi anlamış olanlar ortaya çıkarak beni suçlar, cezalandırırlardı. Bunu kendileri yapmak istemeseler bile babaları, kardeşleri ya da hiç olmazsa yakınlarından biri benim yüzümden ne yıkımlara uğradığını söyler, öç alırlardı. Tam zamanıdır şimdi. Onlardan birçoğu görüyorum burada. İşte Kriton, benimle yaşıt, bir bucaktanız ikimiz ve işte oğlu Kritobulos, sonra Aeskhines’in babası, Sphettoslu Tysanias da burada. İşte bakın daha başkaları da var; Epigenes’in babası Kephisialı Antiphon’u, benimle bir arada yaşamış birçok kimsenin kardeşlerini de görüyorum. Theozotides’in oğlu ve Theodotos’un kardeşi Nikostrates (Theodotos şimdi sağ değil, onun için kardeşine engel olamaz, etkileyemez). Demodokos’un oğlu ile Theages’in kardeşi Paralos, Ariston’un oğlu ve şurada gördüğünüz Eflatun’la kardeşi Adeimantos buradalar. Apollodoros’la kardeşi Evantodoros’u da görüyorum ve daha birçoklarını da sayabilirim. Meletos bunlardan hiç değilse birini tanık göstermeliydi suçlamasında. O zaman düşünememişse böyle bir şeyi, unutmuşsa, şimdi göstersin; evet buyursun böyle bir tanık gösterebilirse, durmasın söylesin. Meletos’la Anytos’un dediklerine göre, yakınlarını baştan çıkaran ve doğru yoldan ayırarak onlara kötülük yapan bana, tanıklık etmek için hepsi hazırmış. Baştan çıkmış, doğru yoldan ayrılmış olanların beni savunmakta hakları vardır belki, ama yakınlarını baştan çıkarmadığım yaşça ileri olanlar niye tanıklık etsinler bana, benden yana çıksınlar. Sanırım yalnız doğruya, gerçeğe olan saygılarından; çünkü biliyorlar ki Meletos yalan söylüyor, ben de doğruyu!
                XXIII. - Sözü uzatmayayım yargıçlar; savunmam için gösterebileceğim kanıtlar aşağı yukarı bunlar ya da bunlara benzer şeyler. Belki içinizde, yargıları benimkinden daha önemsiz olduğu halde gözyaşları dökerek, yargıçlara yalvarıp yakardığını, yargıçları yumuşatmak için küçük çocuklarını bir sürü hısım ve gönüldaşlarıyla yargı yerine geldiğini anımsayarak içerleyen, kızan biri olacaktır. Oysa ben belki de en büyük sakıncaya uğrayacakken, bunların hiçbirini yapmak istemiyorum. Bunu düşünerek, belki bu öfkeyle, bu kızgınlıkla oyunu esirgeyecektir benden. İçinizden biri bu duyguları besliyorsa (ben kendi payıma böyle birinin olduğuna inanmıyorum), şöyle diyerek onu açıkça yanıtlayacağımı sanıyorum: ‘Sayın bay, benim de çoluğum çocuğum var. Homeros’un dediği gibi, meşe ağacından, taştan değil etten kemikten yapılmış bir varlığım, insanım. Evet, Atinalılar, benim de çoluğum çocuğum var; biri neredeyse yetişkin, ikisi daha çocuk, üç oğlum var.’ Böyleyken onları buraya sizden bağışlanmamı sağlamak için getirmedim. Neden derseniz; kabadayılıktan, size karşı saygısızlıktan, sizden tiksindiğimden değil. Ölümden korkup korkmadığım da ayrı bir konu, bundan söz açacak değilim şimdi. Ancak, bence böyle bir davranış, kendimin, sizin ve devletin onuruna aykırıdır. Benim yaşıma gelmiş, (gerçek ya da düzme) bilgeliğiyle tanınmış bir kimsenin, böyle bir aşağılık duruma düşmemesi gerekir. Sanırım herkes Sokrates’in şu ya da bu bakımdan ayrı olduğuna inanıyor; bu yaygın düşünce bana uyuyormuş, uymuyormuş bunu araştıracak değilim burada. Aranızda bilgeliği, yiğitliği ya da herhangi bir erdemiyle sivrilmiş olan kimselerin böyle aşağılık bir davranışta bulunmaları utanç vericidir. Bununla birlikte böyle davranan adamları çok görmüşlüğüm vardır; değerli kişiler diye geçinen bu adamlar, yargıçların karşısında şaşırtıcı aşağılıklara kalkışmışlardır. Ölümle yargılasanız onları korkunç bir acıya, mutsuzluğa gömüleceklerdir ya da yok olmaktan alıkoyarsanız ölümsüzlüğe ereceklerdir sanki. Bence onlar, devletin onuruyla oynuyorlar; Atina’nın en ünlü adamlarının, kenttaşlarının onurlarını yükseltmek için en yüksek yerlere seçtikleri kişilerin, hep böylelerinden seçildiği ve bu kimselerin kadınlar kadar bile yürekli, gözü pek olmadıkları kanısını uyandırırlar. Atinalılar, bu gibi şeyleri bizim gibi değerli geçinen kimselerin yapmamaları gerekir; yaparsak bunlara sizlerin göz yummamanız, engel olmanız gerekir. Tutuklu, yargılı olmalarını soğukkanlılıkla karşılayacak yerde, önünüzde acıklı sahneler oynayan, kenti gülünç durumlara düşüren bu kimseleri daha beter cezalandırmak isteğini göstermeniz gerekir.
                XXIV. – Onur biryana Atinalılar, yargıca yalvarıp yakararak, kişinin kendini bağışlatması doğru bir şey değildir; tersine, yargıcı aydınlatmak, inandırmak gerektir. Çünkü yargıç, doğruluğu bir bağış gibi vermek için değil, doğru olarak karar vermek için bulunuyor orda. Görevi kendi dileğine uymak, gönlünü hoş kılmak değil, yasalara göre yargılamaktır. Yalan yere ant içmeye alışmamalıyız, sizi de buna alıştırmamalıyız. Çünkü hem biz, hem de siz gücendirmiş oluruz Tanrıları. Öyleyse Atinalılar, onurlu, doğru, dinsel (hele şimdi Meletos’un beni dinsizlikle suçladığı şu sırada) saymadığım davranışlara kalkışacağımı ummayın benden. Öyle ya, yalvarmalarımla size kendimi acındırıp, sizi andınızı bozmaya zorlasaydım, Tanrıların olmadığına inanmayı öğretmiş olurdum size. Kendimi böyle savunarak onların varlığını reddetmiş ve kendi kendimi suçlamış olurdum açıkça. Oysa durum bunun tam tersidir. Gerçekte, Tanrıların varlığına beni suçlayanların hepsinden daha çok inanıyorum. Bu yüzden de sizin ve benim için hayırlısı ne ise, ona karar vermek üzere size ve Tanrıya bırakıyorum bu işi.
                                                              


İKİNCİ BÖLÜM
                XXV. – Atinalılar! Benim için verdiğiniz tutukluk kararına üzülmüyorsam, kızmıyorsam bunun birçok nedeni var. Başıma geleni beklemiyor değildim. Beni en çok şaşırtan, oyların birbirine böylesine denk denecek kertede yakın olmasıdır. Daha büyük bir çoğunlukla cezalandırılacağımı sanıyordum. Öyle ya, otuz oy daha benden yana çıksaydı, özgürlüğe kavuşmama yeterdi. Bu koşullar içinde diyebilirim ki, Meletos’tan yakamı sıyırmış sayılırım. Ayrıca, Anytos’la Lykon beni suçlamak için karşınızda yer almasalardı eğer, Meletos oyların beşte birini sağlamayacak ve bin drahmilik para cezasına çarptırılacaktı.
                XXVI. – Her neyse, bu adam ölümümü istiyor. İster ya. Buna karşılık ben neyi ileri süreyim size? Benim yaraşık olduğum şeyi, değil mi? Peki, benim yaraşık olduğum şey, bana verilecek olan nedir? Hangi cezayı ya da para cezasını hak ediyorum ben?  Bütün yaşamımda birçok insanın düşkün olduğu şeylere; varlıklı olmaya, paraya pula, aile bağlarına, ordudaki önemli yerlere, siyasa yaşayışına, halk kurullarında söylevler çekmeye, yönetim kurulu üyeliklerine, başkanlıklara, bu gibi şeylere hiç aldırış etmemiş bir adama verilecek karşılık ne olabilir? Ben bir siyasa adamı olmak için fazla özü-sözü doğru olduğumu düşünerek, size ve kendime iyilik etmemi engelleyecek hiçbir yola sapmadım. Tam tersine, hepinize iyilik etmemi sağlayacak bir yolu seçtim; herkesin kendini düşünmekten, kendi çıkarlarının ardında koşmaktan önce erdemi, bilgeliği araması gerektiğini ve devletin sırtından yararlanmaya bakmazdan önce devlete bakması gerektiğini sizlere benimsetmeye çalıştım. Her alanda bu ilkelere göre davranmak gerektiğini söyledim. Böyle bir kimseye ne yapılır? Bir armağan verilmez mi? Atinalılar! Yaptıklarına karşılık, ona yaraşır bir armağan! Sizi yetiştirmek, aydınlatmak için bol zamana ihtiyacı olan, yoksul bir iyiliksevere yaraşan nedir? Böyle bir adama yapılacak en iyi şey, onu Prytaneon’da beslemektir. Böyle bir armağan, Olympia’daki at yarışlarında bilmem kaç atlı araba yarışlarını kazanan birinden çok, ona yaraşır. Yarışları kazanan kişi görünüşte mutlu kılıyor sizi, bense gerçekte. Beslenmeyi gereksemiyor ki, o. Oysa ben gereksiyorum. Hakçası, bana yaraşık olduğum bir şey verilmek gerekirse, bu beni Prytaneon’da beslemektir.
                XXVII. – Daha önce yalvarışlar, yakarışlar üstüne söylediğim gibi, bu sözlerimle sizlerden çekinmediğimi, yılmadığımı göstermek istediğimi sanacaksınız belki. Hayır, Atinalılar, yok böyle bir niyetim; demek istediğim şu: hiç kimseye kötülük yapmadığım kanısındayım ben, ama siz buna inanmaya pek yanaşmazsınız. Bütün bunları görüşüp açıklamak için çok az vaktimiz oldu. Başka ülkelerde olduğu gibi, Atina’da da büyük davaların bir günde değil de birkaç günde görülmesi için bir kural olsaydı, kandırabilirdim sizi. Ama böylesine az bir sürede bunca lekelemeleri, bu denli kara çalmaları dağıtmak kolay değil. Şimdiye değin kimseye bir haksızlık etmediğim gibi, kendime de etmek istemiyorum. Cezalandırılmayı hak etmediğimi söylemeyecek, kendime de bir ceza önermeyeceğim elbet. Ne var ki korkacak? Meletos’un benim için önerdiği ölüm cezası (ölümün bir iyilik mi yoksa kötülük mü olduğunu bilmediğimi söylerken) acınmaya değer mi? Ya da kötülük olduğunu bildiğim şeylerden birini mi seçeyim dersiniz? ‘İçeri’ atılmayı mı seçeyim? Cezaevinde boyuna başımda dikilen gardiyanların, yılın yargıçlarının, Onbirlerin kölesi olarak niye yaşayayım? Para cezası ödeninceye değin hapislik cezasına mı çarpılayım? Bu da ceza evine girmekle aynı kapıya çıkar; salınıvermem için gerekli param yok çünkü. Sürgün cezasını mı önereyim? Sizin usunuzdan da geçen budur belki. Ama benim kenttaşlarım olan sizler bile artık benim konuşmalarıma, sözlerime katlanamazken, bunları çekilmez ve iğrenç bulurken, yabancıların bana katlanacaklarını ummak düşüncesizlik olur. Böyle düşünmem için, yaşama tutkusunun gerçekten gözlerimi bürümüş olması gerek. Yooo Atinalılar, o kadar uzun boylu değil. Bu koşullar içinde ve bu yaşımda kendi ülkemi bırakıp, orada burada sürtmek, kent kent dolaşmak, her gittiğim yerden kovulmak güzel bir yaşam olur hani! Çünkü iyice biliyorum ki, her gittiğim yerde tıpkı burada olduğu gibi, beni dinlemek için başıma üşüşecek gençler. Onları yanımdan uzaklaştırsam, kendilerinden yaşlı kenttaşlarını ayaklandırarak kovduracaklar beni, uzaklaştırmasam, onlar yüzünden babaları yakınları sürüp atacaklar beni.
                XXVIII. – ‘Sokrates! Sesini çıkartmazda dilini tutarsan, yaşayamaz mısın sürgünde, ha?’ denecek belki bana. İşte, içinizden bazı kimselere anlatılması en güç olan bu. Çünkü dediğinizi yapmamın Tanrıyı dinlememek, O’na boyun eğmemek olacağını, onun için dilimi tutmayacağımı söylersem inanmayacaksınız bana; eğlendiğimi, alay ettiğimi sanacaksınız. Öte yandan, bir insana yapılacak en büyük iyiliğin, her gün erdem üstüne ve daha başka konular üstüne konuşmak, tartışmak olduğunu, kendimi ve başkalarını böylece sınadığımı söylersem, sonra da sınavsız bir yaşamın yaşanmaya değmeyeceğini eklersem, gene inanmayacaksınız bana. Oysa durum söylediğim gibidir. Atinalılar! Ama kolay değil buna sizi inandırmak.
                Üstelik de kendimi hiçbir cezaya yaraşık bulmadım şimdiye değin. Param olsaydı, ödemem gereken tutarı saptardım; benim için bir yıkım olmazdı bu. Ama ne yaparsınız ki yok. Verebileceğim kadar bir para cezası keserseniz, bir diyeceğim olmaz. Bir mina verebilirim belki; bana kesilecek cezanın tutarı budur, diyorum. Ama görüyorsunuz işte Eflatun, sonra Kriton, Kritobulos, Apollodoros otuz mina ödemeye zorluyorlar beni, ödemeyi üzerlerine alacaklarını söylüyorlar. Haydi, otuz olsun. Bu paranın ödenmesi konusunda güvenebilirsiniz onlara.
                                                               ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
                XXIX. – Bakın Atinalılar, ivecenliğiniz yüzünden ne diyecekler size: Kentimizi kötülemek isteyenler Sokrates’i, bir bilgeyi öldürttüğünüz için kınayacaklar sizi. Utandırmak için sizi, bilge değilken, bilge diyecekler bana. Biraz bekleseydiniz, kendiliğinden çözülecekti bu iş. Yaşını başını almış bir adamım çünkü bunca yıl yaşamış, bir ayağı çukurda biriyim. Bu dediklerimi hepinize değil, beni ölüme çarptıranlara söylüyorum.
                Atinalılar; bir şeyim daha var onlara söylenecek; iyi söylev çekemediğim için (sizi kandıracak söylevler demek istiyorum), ölümle yargılandığımı sanacaksınız belki. Elinden geleni ardına koymayıp, ne yapıp edip bu yargıdan kurtarmalıydın kendini, diyeceksiniz. Hayır, Atinalılar, gereksiz bütün bunlar. İyi söylev çekemediğimden değil, atılganlığımdan, aldırmazlığımdan, saygısızlığımdan ötürü; sizin hoşunuza gitsin diye, başka sanıklardan işitmeye alışık olduğunuz gibi ağlayıp sızlanmadığımdan ötürü; kendime yakıştıramadığım bu ve buna benzer daha bir sürü şeyi yapmadığımdan ötürü çarptırıldım ölüme. Ama az önce, özgür bir adama yakışmayan bir şeyi sakınca korkusuyla yapmadığım gibi, şimdi de kendimi böyle savunduğum için bir ezinç duymuyorum. Aşağılıklara katlanarak yaşamaktansa, kendimi savunduğum gibi savunarak ölmeyi daha çok yeğlerim. Çünkü yargı yerlerinde de, savaş alanlarında da ne benim, ne başkasının, ne de kimsenin ölümden kaçmak için her türlü hileye başvurma hakkı vardır. Savaşlarda çok görülür; bir kimse savutlarını, silahlarını atmakla, kendini kovalayanlardan aman dilemekle kurtulabilir ölümden. Pek çok sakınca karşısında, her şeyi yapmayı, her şeyi demeyi göze aldıktan sonra, ölümden kurtulmak için buna benzemez nice yollar bulur insan. Güç olan ölümden kaçmak değil Atinalılar, kötülükten kaçmaktır. Çünkü kötülük, ölümden daha hızlı koşar. Bu durumda, ben yaşlı ve yavaş olduğum için, ikisinden daha yavaş olanı yetişir bana. Oysa beni suçlayanlar güçlü ve tez canlı olduklarından, çabuk koşan kötülük yetişmiştir onlara. Sizin ölümle yargılı kıldığınız ben, çıkıp gideceğim şimdi buradan; onları da kötü ve öldürücü olarak yargılayacak gerçek. Ben benim cezamı çekerim, onlar da kendilerininkini çekerler. Bunun böyle olması gerekiyormuş, ne denir? Her iş olacağına varır önünde sonunda.
                XXX. – Şimdi size, beni cezaya çarptıran size bir bilicilikte bulunmak isterim; çünkü ben şu anda insanların ölmezden önce geleceği en iyi okudukları, biliciliğe erdikleri kapıdayım. Beni ölüme yargılı kılan sizlere, siz yargıçlara şunu söylüyorum: Siz, ölümümün üstünden çok geçmeden, bana verdiğiniz cezadan daha ağır bir cezaya çarpılacaksınız. Beni ölümle yargılamakla, yaşamınızın hesabını soracaklardan kurtulacağınızı, onlarla ödeşeceğinizi umuyorsunuz. Ama kazın ayağı öyle değil; hiç ummadığınız bir şey gelecek başınıza. Şimdiye değin öne fırlamalarına size sezdirmeden engel olduğum birçok kişinin, karşınıza dikildiğini, sizlerden hesap sorduklarını göreceksiniz. İnsanları öldürmekle, sürdüğünüz kötü yaşamın kınanmasına engel olacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Denetleyicilerden bu şekilde kurtulmaya çalışmak pek etkili ve onurlu bir yol değildir; onlardan kurtulmanın en güzel ve kolay yolu, başkalarının ağzını kapayacak yerde, insanın kendini elinden geldiğince yükseltmesi, yetkin kılmasıdır. Beni ölüme yargılayan sizlere, sizlerden ayrılacağım şu sırada söylemek istediğim bilici sözleri, işte bunlar.
                XXXI. – Beni bu işten yüzümün akı ile çıkaran, beni ölüme yargılı kılmayanlarla, öleceğim yere gitmeden önce olup bitenler üzerinde görüşmek isterdim. Azıcık daha bekleyin gönüldaşlarım, vakit varken görüşmemize engel olamaz kimse. Bugün başıma geleni nasıl yorumladığımı, gönüldaşlarıma olduğu gibi, anlatacağım sizlere. Gerçekten de yargıçlar,  olmayacak bir şey geldi başıma. Bütün yaşamım boyunca, en önemsiz işlerde bile bir kötülük yapacak olsam, içimdeki kutsal ses beni bundan alıkoymak için, sesini duyurmaktan geri durmamıştır. Oysa bugün, sizin de gördüğünüz gibi kötülüklerin en kötüsü sayılabilecek bir şey geldi başıma. Ne bu sabah evden çıkarken, ne yargı yerinde, ne de sizlere söylemek istediğim sözleri derken alıkoydu beni Tanrının belirtisi kutsal ses. Oysa birçok başka durumlarda, konuşmamın tam ortasında durdurmuştur beni bu ses. Bugün, tersine, savunma sırasında davranışlarımın, sözlerimin arasına girmedi hiç. Bu susuş, bu çekinme nedendir dersiniz? Neden olduğunu anlatacağım size: Benim başıma gelenin bir iyilik olduğu su götürmez de ondan; iyice düşünecek olursak, ölümün kötülük sayılması yanılgıya düşmektir. Bunun en kesin kanıtı şudur: Benim yaptığım şey iyi bir şey olmasaydı, o belirti, o ses beni alıkoymaktan geri durmazdı.
                XXXII. – Ölümün bir iyilik olduğunu kanıtlayacak nedenlerden biri de: Ya ölen kimse hiçliğe, yokluğa eriyor, hiçbir şey bilmez oluyor, ya da denildiği gibi, ölüm bir değişimdir; bulunduğumuz yerden canın, tinin bir başka yere göçmesidir. Ölüm, her duygunun kısılması, sönmesi ise, deliksiz ve düşsüz uykuya benzer bir uyku ise, ne eşsiz bir kazançtır ölmek! Bir insanın deliksiz ve düşsüz bir uyku çektiği gecelerden birini, yaşamının öbür geceleri ve gündüzleriyle karşılaştırmak için seçmesi gerekseydi; bu geceden daha güzel, daha iyi kaç gece geçirdiğini düşünüp taşındıktan sonra söylemesi gerekseydi; bunu yapabilecek insanların (koca kralın bile) sayısı parmakla sayılabilecek kadar azdır, sanırım. Ölüm, deliksiz ve düşsüz uykuya benzer bir şeyse, bence büyük bir kazançtır; öyle ya, geri kalan bütün zaman tek bir geceymiş gibi gelecek.  
                Öte yandan, ölüm bizi buradan başka bir yere götürecek bir geçitse, denildiği gibi, orada bütün insanlar bir arada toplanıyorlarsa, bundan daha büyük bir iyilik olur mu, yargıçlar? Çünkü sonunda, öteki dünyada, bu sözde yargıçlardan kurtulup, doğruluğu sağlayan gerçek yargıçları (Minos’u, Rhadamanthüs’ü, Aiakos’u, Triptolemos’u ve yaşamları süresince doğru davranmış olan bütün öteki yarı tanrıları) bulacaksak, katlanmaya değmez mi bu yolculuk? Üstelik de orada, Orpheus’la, Musaios’la, Hesiodos’la, Homeros’la buluşursa insan, parayla elde edilebilecek bir mutluluk mudur bu? Bütün bunlar doğruysa, bir değil, birkaç kez ölmeye razıyım. Hele Palamedes, Telamon’un oğlu Aias ve bütün o eski zamanların haksız bir yargı yüzünden ölen kahramanlarıyla orda görüşmek, konuşmak benim için ne güzel, ne eşsiz vakit geçirmektir! Öyle sanıyorum ki, kendi sonumu onların sonuyla karşılaştırmak da büyük bir tat olacak benim için. Ama en güzeli, burada yaptığım gibi orada da, bilge değillerken kendilerini bilge sananları ve onların aralarındaki gerçek bilgeleri sorguya çekerek, sınavdan geçirerek günler yaşamak olacak. Bundan bambaşka bir tat alacağım. Büyük Troia seferinin önderi Odysseus’u ya da Sisyphos’u, kadınlı erkekli daha birçoklarını sınamak için, insan neler neler vermez, yargıçlar? Onlarla konuşmak, görüşmek, onlarla bir arada yaşamak, onları sınamak sözle anlatılamaz bir tattır. Ayrıca, öteki dünyada bunlardan dolayı ölüme çarpılmak diye bir şeyin olmadığı da su götürmez. Buradakinden her bakımdan daha mutlu olmakla kalmayıp, denilen doğruysa, insan orada ölmezliğe de kavuşuyor.
                XXXIII. – Sizler de yargıçlar! Ölüm karşısında iyi umutlara kapılmalısınız. Şunu da kafalarınıza iyice koyunuz ki, iyi bir insana yaşamı süresince de, öldükten sonra da hiçbir kötülük gelmez; Tanrılar korur onu. Benim sonumda öyle rastgele bir son değil. Kesin olarak görüyorum ki, bütün acılardan kurtulabilmem için, şimdi ölmem daha iyidir. Belirtinin beni hiç alıkoymaması da bundandır. Beni cezaya çarptırırlarken, suçlarlarken benim gibi düşünüyorlardı elbet; dokuncaya uğratmak, tedirgin etmek istiyorlardı. Bu yüzden de kınanmalıdır onlar.
                Sizlerden dileyeceğim bir şey daha kaldı: Oğullarım büyüyünce, zenginliğin ya da erdemden önce başka bir şeylerin ardına düştüklerini görürseniz; ben sizlerle nasıl uğraşmışsam, sizlerde onlarla öyle uğraşınız, cezalandırınız onları. Hiç bir şey değillerken kendilerini bir şey sanırlarsa, ödevlerine boş verirlerse, değerleri yokken kendilerini değerli sanırlarsa; ben sizleri nasıl azarlayıp utandırmışsam, sizler de onları öyle azarlayıp utandırınız. Bunu yaparsanız, bana ve oğullarıma karşı doğru davranmış olursunuz.

                Ayrılmak zamanı geldi artık, yolumuza gidelim. Ben ölmeye, sizlerde yaşamaya! Hangisi daha iyi? Tanrı’dan başka kimse bilmez bunu.