7 Temmuz 2017 Cuma

Modigliani




Aşkın ne olduğunu biliyor musunuz?
Gerçek aşkın?
Hiç kendinizi cehennemin sonsuzluğuna mahkûm ettiğiniz güçlü bir aşk yaşadınız mı?
Ben yaşadım!
1919 Paris’i…
Kesif bir sigara dumanı kaplamış kabarede müzik, dans, alkol ve sohbet. Sanatçıların sıkça takıldıkları bir mekân. Ressamlar ve müzisyenler çoğunlukta. Soytarı ortalıkta dolaşır; güya oradakileri eğlendirecek, onu kimse umursamaz. Kenarda masanın birinde Picasso oturuyor ve bir şeyler karalıyor; peçetenin üzerine. Her ressam hemen hemen ya duvara ya da bir kadının vücuduna resim yapmakta. Çılgınlık. Sanki birbirleriyle yarışıyorlar. Soytarı bir broşür dağıtır; 5000 Frank ödüllü resim yarışması. Picasso kendinden emin tavırlar içerisindedir. Diepo Rivera bağırır: “ Picasso girmezse ben kazanacağım, yine kazanacağım.”



Hava soğuk; dışarıda yağmur var. Bir kadın kucağında bebek, barın karşı köşesinde beklemekte. Çok güzel bir bebek ve çok güzel bir kadın. Adı Jeanne… Kızını görmesi için babasını beklemekte. Bebeğin babası bir Yahudi.
O sırada bir adam girer bardan içeri… Elinde bir demet çiçek, fötr şapkasını vestiyere atar ve bir masanın üstüne çıkar. “Herkese iyi akşamlar!” diye bağırır. Nidalar yükselir. “Bu akşam köprüyü geçtim; ama köprü diye bir şey yoktu. Aşkın bütün yükünü taşıdım, fakat paylaşan kimse yok ve sonra seni düşündüm. Senin her şeyini… Seni seviyorum! Aşk, aşk, aşk…” der. Elindeki çiçekleri kadınlara atmaya başlar. “Bundan başka hiçbir şey görmek zorunda değiliz. Sanatın geleceği bir kadının yüzünde.” der. Bir kadına kompliman yapar. Bella Pablo, Picasso’ya: “Söyle bana Pablo, aşkı nasıl küpe çevirirsin?” diye bağırır. Dudaklarının arasına aldığı gülle Pablo’ya doğru sinir edercesine yaklaşır. Umursamaz onu, kucağına oturur, öper, gülü eline alır ve gülle yanaklarını okşar. Pablo’ya “Beni özledin mi?” der. Kadınsı bir eda ile dudaklarına uzanır. Pablo’da boynuna sarılır, masaya yatırır, çıldırmış bir İspanyol boğası gibi... Birçok insan araya girmek ister, ama başaramaz. Ayıramaz bu iki insanı. Ona uzatılan şarap kadehini eline alır ve o sırada Pablo’nun sesi duyulur: “Neden benden bu kadar çok nefret ediyorsun?”. Cevap hemen gelir: “Seni seviyorum Pablo, kendimden nefret ediyorum.” Şarabı içer, arkasını döner, Pablo’ya iyi geceler der ve çıkar bardan. Pablo darmadağın yüzü ve üstü başı ile masasına adeta çöker ve müzik tekrar başlar. “Onun hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorar biri Pablo’ya. O da: “Bir Tanrı.” der.



Yani; Modigliani...
Ona arkadaşları “Modi! Modi!” diye sesleniyorlardı, bir masanın etrafında içki kadehleri ellerinde.
O, resim delisi genç bir adamdı, Paris’de Montparnasse’de. Bir İtalyan Yahudi’ydi ve adı Amedeo Modigliani’ydi.
Söylenmesi zor olduğundan arkadaşları ve modelleri ona, Modi diye sesleniyorlardı. Bana kalırsa birbirini tamamlayan çok da ahenkli bir akışı var, Amedeo Modigliani isminin. Bu güzel ismin telaffuzu ne zaman ağzımdan çıksa, ona hayranlığım bir kez daha artıyordu.
Burjuva bir aileden geliyordu o, ileride onu öldürecek olan tüberküloz henüz 15 yaşındayken yakasına yapışmış. Fakat Modigliani asla yılmadan, fırçayı elinden düşürmeden, ressam olmanın derdinde.
Yıllarca parasız, bohem hayatı yaşasa da durmadan resmine devam etti. Uzun boyunlu kadınların ressamıydı, o.Bir boynun anatomik yapısını bilmediğinden değil, kaldı ki sıkı bir anatomi bilgisine de sahipti, Modigliani. Omurgada kaç tane kemik olduğunu elbette hesaplayabilecek düzeydeydi.
Zarafeti ve güzelliğiyle, birbirinden güzel kadın bedenlerini resmetti. Kimi zaman bu kadınların gözlerini kendi ruhuna nakşederek, izleyicinin bakışında görünmez kıldı. 



               Kendisinden çocuğu olan Jeanne’e, ruhunu anladığında, gözlerinin resmini çizeceğini söylemişti. Ve o zaman geldi, güzel gözlerin hakkını teslim etti. Ressam Jeanne’den önce, 1914 yılında İngiliz kadın ozan Beatrice Hastings’le derin bir ilişki yaşamıştı.
Bohem yaşamıyla elinden sigarası, masasından içkisi, ayağından postalları eksik olmayan bu yakışıklı ressam, birçok kadınla serüven yaşamıştır. Fakat birçok tablosunda ve deseninde resmettiği Beatrice Hastings’le ve ailesini hiçe sayarak ona her zaman sadık kalan, neredeyse harabe bir yerde onunla yaşamayı göze alacak kadar seven Jeanne, ressamın kalbinde farklı yerlerdedir.
Modigliani’nin en büyük şansı, cebinde fazla parası olmasa da, biriktirdiği paralarla ressamların tablolarını satın alan, Polonyalı Zborowsky’le tanışmış olmasıdır. Bu adam Modigliani’ye gönülden bağlanarak, ölene dek yanında olmuştur.
Modigliani, hastalığını düşünmeksizin her gün alkole kendini vererek, bir nevi intihar etmiştir. Vücudu günden güne zayıf düşerek, resim yapma gücünü kaybedecek duruma gelmiştir. Modigliani’nin figürlerindeki uzun boyunlar ve sarkık kolları içine alan rengin tenselliği, resimlerinin ruhunda beni her zaman ressamın acılarına da taşımıştır, aşklarına da…
                Bir gün gecelerin esrik dansını bir Balzac heykelinin önünde yapmıştır. Hatta bunu üstat Auguste Renoir kendi ağzından söyler. Artık gitgide ruhu zehirlenen, göğsü ve gözleri çöken, umutları tükenen Modigliani: “Size Soutine’i bırakıyorum” der.
Onun arkasından Jeanne de gebe bir halde kendisini baba evinin tavan boşluğundan aşağıya atarak, intihar eder. Son dileği belki de çok sevdiği, taptığı adamın yanına biran evvel gitmekti.
Artık onun resimleri canlıydı.
Ben ki, ne kadar sevdiğim bir ilkel yan bulsam da resimlerinde, Modigliani’nin sanatı daima modernliğini koruyacaktır!
Sevgilerle…  
Ömer L. BAKAN