Aşkın
ne olduğunu biliyor musunuz?
Gerçek
aşkın?
Hiç
kendinizi cehennemin sonsuzluğuna mahkûm ettiğiniz güçlü bir aşk yaşadınız mı?
Ben
yaşadım!
1919
Paris’i…
Kesif
bir sigara dumanı kaplamış kabarede müzik, dans, alkol ve sohbet. Sanatçıların
sıkça takıldıkları bir mekân. Ressamlar ve müzisyenler çoğunlukta. Soytarı
ortalıkta dolaşır; güya oradakileri eğlendirecek, onu kimse umursamaz. Kenarda
masanın birinde Picasso oturuyor ve bir şeyler karalıyor; peçetenin üzerine.
Her ressam hemen hemen ya duvara ya da bir kadının vücuduna resim yapmakta.
Çılgınlık. Sanki birbirleriyle yarışıyorlar. Soytarı bir broşür dağıtır; 5000
Frank ödüllü resim yarışması. Picasso kendinden emin tavırlar içerisindedir.
Diepo Rivera bağırır: “ Picasso girmezse ben kazanacağım, yine kazanacağım.”
Hava
soğuk; dışarıda yağmur var. Bir kadın kucağında bebek, barın karşı köşesinde
beklemekte. Çok güzel bir bebek ve çok güzel bir kadın. Adı Jeanne… Kızını
görmesi için babasını beklemekte. Bebeğin babası bir Yahudi.
O
sırada bir adam girer bardan içeri… Elinde bir demet çiçek, fötr şapkasını
vestiyere atar ve bir masanın üstüne çıkar. “Herkese iyi akşamlar!” diye
bağırır. Nidalar yükselir. “Bu akşam köprüyü geçtim; ama köprü diye bir şey
yoktu. Aşkın bütün yükünü taşıdım, fakat paylaşan kimse yok ve sonra seni
düşündüm. Senin her şeyini… Seni seviyorum! Aşk, aşk, aşk…” der. Elindeki
çiçekleri kadınlara atmaya başlar. “Bundan başka hiçbir şey görmek zorunda
değiliz. Sanatın geleceği bir kadının yüzünde.” der. Bir kadına kompliman
yapar. Bella Pablo, Picasso’ya: “Söyle bana Pablo, aşkı nasıl küpe çevirirsin?”
diye bağırır. Dudaklarının arasına aldığı gülle Pablo’ya doğru sinir edercesine
yaklaşır. Umursamaz onu, kucağına oturur, öper, gülü eline alır ve gülle
yanaklarını okşar. Pablo’ya “Beni özledin mi?” der. Kadınsı bir eda ile
dudaklarına uzanır. Pablo’da boynuna sarılır, masaya yatırır, çıldırmış bir
İspanyol boğası gibi... Birçok insan araya girmek ister, ama başaramaz.
Ayıramaz bu iki insanı. Ona uzatılan şarap kadehini eline alır ve o sırada
Pablo’nun sesi duyulur: “Neden benden bu kadar çok nefret ediyorsun?”. Cevap
hemen gelir: “Seni seviyorum Pablo, kendimden nefret ediyorum.” Şarabı içer,
arkasını döner, Pablo’ya iyi geceler der ve çıkar bardan. Pablo darmadağın yüzü
ve üstü başı ile masasına adeta çöker ve müzik tekrar başlar. “Onun hakkında ne
düşünüyorsun?” diye sorar biri Pablo’ya. O da: “Bir Tanrı.” der.
Yani;
Modigliani...
Ona
arkadaşları “Modi! Modi!” diye sesleniyorlardı, bir masanın etrafında içki kadehleri
ellerinde.
O, resim delisi genç bir adamdı,
Paris’de Montparnasse’de. Bir İtalyan Yahudi’ydi ve adı Amedeo Modigliani’ydi.
Söylenmesi zor olduğundan arkadaşları
ve modelleri ona, Modi diye sesleniyorlardı. Bana kalırsa birbirini tamamlayan
çok da ahenkli bir akışı var, Amedeo Modigliani isminin. Bu güzel ismin
telaffuzu ne zaman ağzımdan çıksa, ona hayranlığım bir kez daha artıyordu.
Burjuva bir aileden geliyordu o, ileride
onu öldürecek olan tüberküloz henüz 15 yaşındayken yakasına yapışmış. Fakat Modigliani
asla yılmadan, fırçayı elinden düşürmeden, ressam olmanın derdinde.
Yıllarca parasız, bohem hayatı yaşasa
da durmadan resmine devam etti. Uzun boyunlu kadınların ressamıydı, o.Bir
boynun anatomik yapısını bilmediğinden değil, kaldı ki sıkı bir anatomi
bilgisine de sahipti, Modigliani. Omurgada kaç tane kemik olduğunu elbette
hesaplayabilecek düzeydeydi.
Zarafeti ve güzelliğiyle, birbirinden
güzel kadın bedenlerini resmetti. Kimi zaman bu kadınların gözlerini kendi
ruhuna nakşederek, izleyicinin bakışında görünmez kıldı.
Kendisinden
çocuğu olan Jeanne’e, ruhunu anladığında, gözlerinin resmini çizeceğini
söylemişti. Ve o zaman geldi, güzel gözlerin hakkını teslim etti. Ressam
Jeanne’den önce, 1914 yılında İngiliz kadın ozan Beatrice Hastings’le derin bir
ilişki yaşamıştı.
Bohem yaşamıyla elinden sigarası,
masasından içkisi, ayağından postalları eksik olmayan bu yakışıklı ressam, birçok
kadınla serüven yaşamıştır. Fakat birçok tablosunda ve deseninde resmettiği
Beatrice Hastings’le ve ailesini hiçe sayarak ona her zaman sadık kalan,
neredeyse harabe bir yerde onunla yaşamayı göze alacak kadar seven Jeanne, ressamın
kalbinde farklı yerlerdedir.
Modigliani’nin en büyük şansı, cebinde
fazla parası olmasa da, biriktirdiği paralarla ressamların tablolarını satın
alan, Polonyalı Zborowsky’le tanışmış olmasıdır. Bu adam Modigliani’ye gönülden
bağlanarak, ölene dek yanında olmuştur.
Modigliani, hastalığını düşünmeksizin
her gün alkole kendini vererek, bir nevi intihar etmiştir. Vücudu günden güne zayıf
düşerek, resim yapma gücünü kaybedecek duruma gelmiştir. Modigliani’nin
figürlerindeki uzun boyunlar ve sarkık kolları içine alan rengin tenselliği,
resimlerinin ruhunda beni her zaman ressamın acılarına da taşımıştır, aşklarına
da…
Bir gün gecelerin esrik dansını
bir Balzac heykelinin önünde yapmıştır. Hatta bunu üstat Auguste Renoir kendi
ağzından söyler. Artık gitgide ruhu zehirlenen, göğsü ve gözleri çöken,
umutları tükenen Modigliani: “Size Soutine’i bırakıyorum” der.
Onun arkasından Jeanne de gebe bir
halde kendisini baba evinin tavan boşluğundan aşağıya atarak, intihar eder. Son
dileği belki de çok sevdiği, taptığı adamın yanına biran evvel gitmekti.
Artık onun resimleri canlıydı.
Ben ki, ne kadar sevdiğim bir ilkel
yan bulsam da resimlerinde, Modigliani’nin sanatı daima modernliğini
koruyacaktır!
Sevgilerle…
Ömer L. BAKAN