2 Aralık 2016 Cuma

PIER LOTI




Julien Viaud nam-ı diğer Piyer Loti. Ufak tefek, koca kafalı, iri kavisli burunlu biriydi. Hani ailelerde ‘tekne kazıntısı’ adı verilen, ağabeyleri ve ablaları ile arasında büyükçe yaş farkı bulunan, anne ve babalarının yaşlılığında dünyaya gelmiş ve bu yüzden fazla ilgilenilmemiş çocuklar vardır ya, işte Julien’de onlardandı. Üstelik yüzündeki sedef lekeleri gözlere hiçte hoş görünmüyordu. Hele hele uzun deniz yolculukları sonunda derisi güneş ile rüzgârdan yandığında, görünüşü büsbütün çirkinleşiyordu. Nitekim yazar Claude Farrere, onu ilk gördüğünde Kahire Müzesi’ndeki Ramses Mumyası’na benzetir ve “Karşıdan bakınca sadece gözdü, sanki her zaman fal taşı gibi açık, hareketsiz sabit gözler. Yarı yarasa, yarı kedigözü.” der. Çöp gibi ince görünümü nedeniyle adalelerini geliştirmek için cambazhanede çalışmayı deneyecek kadar yapısından memnun değildi.



Doğum yeri olan Batı Fransa’nın Atlas Okyanusu üzerindeki Rochefort kentindeki ilk eğitim günlerinde, arkadaşları ve öğretmenleriyle anlaşamayan içine kapalı bir çocuktu. Davranışlarında bir günü diğerine uymuyor, özel bir yeteneği de görünmüyordu. Hatta öğretmeni; “Bu çocuk hiçbir zaman Fransızca yazmayı başaramayacak.” yargısında bulunmuştur. Ailesi ve ailesinin kadınlarıyla –anne, hala, abla- yaşamıştır. Tahiti’deki ağabeyinin gönderdiği mektuplarda yer alan, yabancı ve tropikal ülke hayranlığını körükleyen bilgiler onu daha çok ilgilendiriyordu. İçine kapanıklığını aşmanın yolunu hatıra defteri tutmak, resim yapmak ve piyano çalmakta buluyordu.
                Denizci olmak istemesinde, ailesinin geçmişinde bir hayli denizcinin bulunması kadar, uzak denizlerde uzun süre dolaştıktan sonra oralardan getirdiği eşyalar ve nebatlar arasında tropik bir yaşam süren amcasına özenmesi de rol oynadı. Ama hepsinden önce eğitimini yatılı bir okulda devlet hesabına yapıp, ailesine yük olmama zorunluluğu vardı. Çünkü belediyede başkâtip olan babasının mali durumu oldukça bozuktu. Parlak bir öğrenci olmaması, 1856’da on altı yaşındayken girdiği bahriye okulu sınavında başarı sağlamasını engelledi. Paris’e gidip bir yıl çalışmanın sonucunda nihayet seksen kişi arasında kırkıncı olarak kazanabildi.
                18 yaşındayken katıldığı eğitim gezilerinde Fransa’nın Atlantik Sahillerini tanıdı. Yirmisindeyken ikinci sınıf subay adayı olmuştu ve Akdeniz’i, Kuzey Afrika’yı, Atlantik Okyanusu’nu, Brezilya’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Kanada’yı dolaştı.
               


Julien, bu ilk dünya turunda en çok içine kapanıklıktan sıyrılmanın sevincini yaşadı. Çeşitli ülkelerin birbirinden farklı insanlarını hele kadınlarını değerlendirmek için çok gençti. Ama öğrenme isteği de yadsınamazdı. Deneyimlerinin, hele karşı cinsle ilişkileri konusunda ileri sürdüklerinin ne kadarı gerçek ne kadarı hayal ürünü bilinmez. Bunların kendisinden başka tanığı yoktur. 1870 Şubat’ında altı gün kaldığı İzmir’de Osmanlı Toplumu’yla ilk temasa geçmenin sonucunda ileri sürdüğü yargılar; Avrupa’dan Uzak Doğu’dan ve Afrika İslam Toplumlarından farklı bir yapıyı gözlemlediğini ortaya koyuyor.
                “Boyalı ve yıldızlı kayıklarda meraklı ve rengârenk elbiseler giymiş insanlar bizi izliyordu. Bütün vadilerden uzun deve kervanları, yavaş yavaş büyük doğu kentine doğru iniyorlardı. Uzakta siyah servisler ve ince minarelerle dolu görünen bu kentten harikalar bekliyorduk, zira her şey renkli ve orijinaldi. Oysa bizi tam bir hayal kırıklığı bekliyormuş.
                Bir gün bizi, seller gibi yağan yağmurun altında, düzensiz ve sanatsız inşa edilmiş evlerin oluşturduğu karmaşıklığın altında karaya çıkardılar. Her şeyden bir parça vardı; Türkler, İranlılar, Rumlar, Yahudiler, İngilizler, develer ve sokakların acayip ırkını oluşturan küçük serseriler.
                Doğuya, bütün büyülü yanlarıyla doğuya, şairlerin ve seyyahların tasvir ettikleri şekliyle doğuya, İzmir’in eski çarşı mahallelerinde rastlanır. Bu Türk pazarlarının öyle garip görünüşleri vardır ki, orada olan her şeyin gerçekliğinden şüphe edilir ve eski doğu öykülerinin peri masallarını andıran ortamına taşınmış sanır insan kendini… Bu peri masallarından çıkıldığı zaman Avrupalıların mahallesine geçilir ve bizim bu halklarınkine nazaran son derece soğuk ve aptalca uygarlığımızla karşılaşılır.”
1876 yılının 3 Mayıs’ında yaşamını ve sanatla olan ilişkisini kökünden değiştirecek bir yolculuğa çıktı. İki Avrupa devleti konsolosunun Müslüman halk tarafından linç edilmesi üzerine, Selanik’teki Avrupalıların güvenliğini sağlamak üzere gönderilen Couronne adlı savaş gemisine atandı. Uğradığı limanlarda karaya yalnız başına çıkmayı adet haline getiren Julien, Selanik’te de aynı yola başvurdu. İki buçuk ay Selanik’te kaldıktan sonra 1 Ağustos1876’da İstanbul’daki Gladiaeur gemisine nakledildi ve 17 Mart 1877’ye kadar orada kaldı. 7 aylık süre boyunca Galata-Beyoğlu bölgesinde kalmakla yetinmeyerek, yazarlık merakıyla İstanbul tarafına geçti ve Türk yaşamını tanımaya çalıştı; Türkçe öğrendi, aldığı eşyaları evine götürüp Türk köşesi kurdu.
                İki yıl sonra Paris’te Aziyade adında bir roman yazdı. Alışılmışın aksine kitapta bir yazar ismi yoktu. Kitabın kapağına konan güzel bir doğulu kadın resminin okuyucunun ilgisini çekmek için yeterli olacağını düşünmüş olmalıydılar. Kitap haremle ilgiliydi; İngiliz Bahriyeli Teğmen ile Abidin Efendinin dördüncü karısı Aziyade’nin yasak aşkını anlatıyordu.1877 Mart’ında teğmenin görevli olduğu savaş gemisine İngiltere’ye dönme emri verilir. Aziyade ve teğmen bu ayrılışa gözyaşı dökerler. Ama iki tarafta birbirinden kopmamakta kararlıdır. Teğmen İngiltere’deyken bu yasak aşk Aziyade’nin kocası tarafından öğrenilir ve Aziyade güneş görmeyen bir odada ölüme terk edilir ve çok geçmeden ölür.  İstanbul’dayken Osmanlı ordusuna girmek için başvuruda bulunan teğmen İstanbul’a döner. Aziyade’nin başına gelenleri öğrenir, çok üzülür. Aziyade’nin mezarını ziyaret eder. Aslında kitaptaki İngiliz Teğmen Loti’nin kendisidir.



1903’te İstanbul’da elçilik koruma gemisinin süvariliğine atanma olasılığı gündeme geldiği andan itibaren büyük bir rahatsızlık hissetmeye başladığını günlüklerine yazmıştır. ’Otuz yıllık İstanbul’da yaşama rüyasının gerçekleşmek üzereyken engellenmesi’ endişesini kafasından atamadı. O kadar ki, bundan vazgeçilirse ‘her şeyinin, ününün, onurunun, eserinin ve anılarının yıkılacağından’ korkuyordu. Belki de uzun yıllar önemli bir eser verememiş olmanın etkisi altındaydı ve İstanbul’dayken kendisinden bir şeyler bekleyenleri tatmin edememenin endişesi içerisindeydi.
Atama emri gelince ‘son derece melankolik bir alt-üst oluşun’ etkisini yaşamaya başladı. Eski olaylar, Aziyade’nin ‘tatlı kaderi’ yeniden canlandı. ‘Eskiden olsaydı yaşamımı zevkle dolduracak bir karar, ama bugün İstanbul’un bütün çekiciliği benim için küçük bir mezara kapanmış durumda’ diye kaydediyordu. Aslında asıl endişesinin gençliğinde yaptıklarını aynen tekrarlayamamaktan geldiği, bir yaşlılık psikozu içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Sadece 53 yaşındaydı ama yirminci yüzyılın başında bu sayı yaşlılık olarak algılanıyordu.



İstanbul’a dönerken, Pire’de uzun bir aradan sonra ilk kez Türk kahvesi ile nargile içip Türkçe konuşarak, Türkleşme yolunda ilk adımlarını attı. 10 Eylül 1903’te İstanbul’a gelen ve Beykoz’da demir atan Vautour gemisine yerleşti. Beykoz’un son derece Türk olan köy havası, yaydığı Türk kokuları ve nihayet sessizliği delen müezzinin ezanı, rüyasının gerçekleştiğine, tatlı ve melankolik bir sürgün geçireceğine onu inandırmaktaydı. Bu ortam içinde Aziyade’yi ve onunla geçirdiği tatlı günleri anmaya başladı. Rochefort’taki evinin oryantal odasındaki oryantal giysiler göz önünde bulundurulduğunda, zaman zaman yapay yaşadığı doğulu hayatın yerine tam zamanlı bir Türk olmayı gerçekten düşünüyor muydu acaba? Burası biraz şüphe götürmesine karşın, Türk kamuoyunda uyandırdığı sempati sonucunda ‘İstanbul şehri fahri hemşerisi’ olur.


Can Çekişen Türkiye yapıtı, Türkiye’nin Batı dünyası ile arasındaki ilişkiyi konu edinir. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türkiye’nin haklarını galip Avrupa ülkelerine karşı savunan yazılar yazar. Mütareke döneminde işgal altındaki İstanbul’da, onun Türk dostu kimliğine dayanarak bir cemiyet kurulur. Bu derneğin düzenlediği bir konferansta, Türkiye’nin siyasal bağımsızlığına kavuşma yolundaki direnişini işgal kuvvetlerinde yankılar uyandıracak biçimde dile getirir. Kendini Türklere bir caddeye ve kahvehaneye ismini verdirecek kadar sevdirir.

Loti’nin eserleri şunlardır: Aziyade, İzlanda Balıkçısı, Bir Sipahinin Romanı, Madam Krizantem, Bir Çocuğun Romanı, Acıma ve Ölüm Kitabı, Karanlık Yol Üzerindeki Yansımalar, Mutsuz Kadınlar, Can Çekişen Türkiye, İlk Gençlik, Zavallı Genç Bir Subay.