21 Eylül 2014 Pazar

"ORTADAN SIKILMIŞ DİŞ MACUNU HAYATLAR"





Küçüktüm, küçücüktüm… Alışmamı istedikleri şey dişlerimi fırçalamamdı. O küçücük boyumla ve küçücük aklımla anlamaya çalışıyordum. Neden benden başka birisi diş fırçalamaya zorlanmıyordu? O güne kadar ailede hiç ama hiç kimseyi diş fırçalarken görmemiştim ve bu alışılmadık olay benim başıma patlamıştı. Eğer izah edebilselerdi ben de anlayabilirdim, diş fırçalamanın ne kadar önemli olduğunu. Anlatmadılar ki… Belki de ben anlayamadım. Ben tam diş fırçalamaya alışırken, büyüklerimin dikkatini diş macununu ortadan sıkmam çekti. Birkaç defa ikaz etmelerine rağmen alışkanlığımdan vazgeçmemiştim. Bu sefer babamın tek iletişim aracı olan tokatla kendime geldim. “Diş macunu asla ortadan sıkılmaz!” Sanki kendisi hayatında bir kez olsun diş macununu bırakın doğru yerden sıkmayı, orta yerinden de olsa sıkmıştı. Esas ağırıma giden bu olmuştu. Ben de inadına o hiç sevmediğim diş macununu ortasından sıkmaya devam ettim. Tabii ben bunu anlatırken birçoğunuz: “Ortadan sıkılmış diş macunu neden problem oluyor?” sorusunu sorar gibisiniz. Anlatayım… O yıllarda yani 60, 70 hatta 1990’ların başına kadar diş macunu tüpleri alüminyumdu. Dolayısıyla ortadan sıkılan diş macunu tüpü şimdikiler gibi eski haline dönmüyordu. O yıllarda banyo aynasının önünde diş macununun eğri büğrü hali hiç eksik olmuyordu. Sloganım “İnadına ortadan sıkılmış diş macunları!”ydı. Her ne kadar yediğim tokatlar içime otursa da asla vazgeçmedim. Yıllar yılları kovaladı, diş macunu hep ortadan sıkıldı… Bilinç gelişti, diş macunu ile empati kurmaya başladım. Önce gözüme çok çirkin görünmeye başladı. O, bu gün de olduğu gibi o yıllarda da farkına vardığım, bu ülkede yaşayan birçok insanın halini andırıyordu. İşçilerimiz, memurlarımız, sonradan sınıfı oluşan orta görevliler, fakir fukaralar… Yani neredeyse nüfusun %90’ı. Onlar da tıpkı benim diş macunum gibi ortadan sıkılmışlar, bir daha eski hallerine dönemiyorlar. Peki, geriye kalan %10? Zaten onlar değil mi diş macununu ortadan sıkanlar? Onları ortadan sıksan ne olacak ki? Onlar şimdiki diş macunları gibi ortadan sıkıldığı zaman hemen eski haline dönebiliyorlar. Pürüzsüz…

13 Eylül 2014 Cumartesi

TEK SORULUK TEST





İki insan mesela
Yani, sen ve ben

Sana
Şimdi üç sözcük yazacağım
Arkadaş, Dost, Sevgili
Ve anlatacağım sana

Birini seversin
Seversin ama gerçekten seversin
Ama nasıl seversin?
Dostun mu?
Arkadaşın mı?
Sevgilin mi?
Çoğu zaman ben bile
Veremem bunun cevabını
Oysa
Sonucu belirleyen
Yanılgısız ölçü birimi; zaman
Bırak
Bırak geçsin zaman
Geçsin ki zaman ben sen de neyim(?) bileyim

Mesela
Yapacak bir şey bulamadın
Vaktin bom boş
Telefon defterine bakıp
Bakıp birini arıyorsan
Bil ki
O sen de arkadaştır

Yalnızsın, çaresizsin, sıkıntıdasın
Biliyorum maddiyata da ihtiyacın yok
Manevi desteğe ihtiyacın var
Her neyse
Özeti
Başını yaslayacak bir omuz
Bir sine arıyorsan
Bil ki
O sen de dosttur

İki elin kanda, vaktin dolu,
İş toplantısı, randevu, seyahat
Okul, kuaför, alış veriş
Aklına daha ne geliyorsa
Zamanın yok, bir saniye bile
Eğer sen
İmkânsızı arıyorsan
Ve sen olmayan zamanını
Onun için yaratıyorsan
Onu için
Göğsün parçalanırcasına koşuyorsan
Onun kıymetini bil
O en güzeldir.
O en harikadır
O muhteşemdir
Bil ki
O sen de sevgilidir

Şimdi sana
Tek bir soru.
Ben sen de neyim?
  

         a) Arkadaş
         b)  Dost
         c) Sevgili
         d) Hiç biri

Ömer L. Bakan
28 Ocak 2005



 



6 Eylül 2014 Cumartesi

6-7 EYLÜL 1955 OLAYLARI

İstanbul’daki ayaklanmalar

6 Eylül 1955 günü saat 13.00’te devlet radyosu, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve yapılan bombalı bir saldırı haberini duyurdu. Bu haber İstanbul Ekspres gazetesinde 2 ayrı baskıyla yayınlandı. Günün ilerleyen saatlerinde, çeşitli öğrenci birliklerinin ve “Kıbrıs Türktür Cemiyeti”nin (KTC) çağrısı doğrultusunda, Taksim Meydanı’nda bir protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başladılar. Kısa sürede Taksim civarındaki gayrimüslimlerin yaşadıkları yerlerde, olaylar bir anda büyüdü. Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi bölgeler, çeşitli araç ve gereçlerle gelerek işyerlerini, evleri, okulları, kiliseleri ve mezarlıkları tahrip eden insanların akınına uğradı. Aynı şekilde Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy ve Bebek gibi daha uzak semtlerle, kentin Anadolu yakasında yer alan Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi semtlerde ve hatta Adalar’da şiddet olayları meydana geldi. Bu saldırılara yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı düşünülmektedir. Olaylar başlamadan önce Türk dükkân sahipleri, gayrimüslim komşularını dükkânlarını kapatmaları için uyarmıştır.



Olaylar başlamadan yaklaşık 2 hafta önce ilgili mahallelerin muhtarlarından gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin adresleri istenmiştir. Ayaklanmalardan birkaç gün önce gece bekçileri, bazı sakinlerin ev ve işyeri numaralarını belirginleştirmelerini istemiştir. Yine gayrimüslimlere ait ev ve işyerleri haç figürü, GMR (Gayrimüslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “ Türk değil”, “Türk” gibi kısaltmalarla işaretlenerek belirlenmiştir. Saldırılar 20 ile 30 kişilik örgütlenmiş gruplar tarafından gerçekleşti. Özel arabalar, taksi, kamyon, otobüs, vapur ve hatta askeri araçlardan oluşan bir ulaşım ağı, saldırganların şehir içindeki ulaşımlarını garanti altına almıştı. Saldırıların başlamasından kısa bir zaman sonra İstanbul caddeleri dükkânlardan çıkarılan çeşitli eşyalarla dolmuştu. Evlerin önce camları daha sonrada girişleri baltalarla ya da demir çubuklarla kırılıyor ve evde ne varsa parçalanıyor, camdan dışarı atılıyordu. Kiliseler de saldırılardan payını almış; kutsal resimler, ikonlar, haçlar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edilmiş ya da yakılmıştı. Bazı kiliselerin tamamı ateşe verilmişti. Mezarlıklar tahrip edilerek, mezar taşları ve mezarlardan çıkarılan iskeletler kırılmıştı. Hatta yeni bir ceset mezardan çıkarılarak bıçaklanmıştı.



Olaylarda polisler pasif bir tutum sergilemişlerdir. Şikâyete giden Rum’a bir komiser şu cevabı vermiştir: ”Hiçbir şey yapamam, ben bugün polis değil Türk’üm.” Garip ama bu cevaplar o günlerde polislerden sıkça duyulmuştur. Bazı semtlerde güvenlik güçleri şiddet olaylarına tanıklık etmiş, ama karakoldan dışarı çıkmamışlardır. Bazı durumlarda polis memurları olaylar sırasında alkış bile tutmuştur. Polis yetersizliği söz konusu değildi. Polis memurları karakoldan dışarı çıkmıyor, masalarında uyuyorlardı. Hatta Samatya Karakolu komiser ve polisleri kendilerini karakola kilitlemiş, ertesi günün erken saatlerinde dışarı çıkmışlardı. Nüfusu ağırlıkla Rumlardan oluşan Büyükada’daki polis gücü takviye kuvvetlerle güçlendirilmiş, iskeleye demirlemiş gemilerde gecelemişlerdir. Patrikhane ve Yunan Konsolosluğu 2 hafta boyunca sıkı bir gözetim altında tutulmuştu. Hilton Oteli gibi yüksek prestij sahibi yerlerde ayaklanmalardan önce polis tarafından çeşitli güvenlik önlemleri alınmıştı. Hatta bir Fransız’ın dükkânına saldırmak isteyen saldırganlar, polis tarafından engellenmişti. Emir biçiminde verilmeyen, ancak hadiselere göz yumulmasını öngören genel bir talimatın olduğu, polis memurlarının ifadeleriyle doğrulanmıştır. Bazı Müslümanlar ellerinde Türk bayraklarıyla mağdurların ev ve işyerlerinin önünde durmuş, sahiplerinin Türk olduğunu iddia ederek onların malını koruyabilmişlerdi.



İzmir’deki saldırılar
Atatürk’ün doğduğu eve yapılan saldırı haberi, İzmir’de de yerel bir gazete tarafından yayıldı. Gece Postası, 06.09.1955 günkü baskısında şu manşeti kullandı; ”Madem Yunanlılar Türk Konsolosluğunu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık dalgalanmamalı.” Bu haber ile aynı akşam, uluslararası fuar nedeniyle Konak Meydanı’na çekilmiş olan Yunan bayrağı saldırının hedefi oldu. Bir grup genç, bayrağı “Kıbrıs Türk’tür! Gâvurlara ölüm!” nidalarıyla indirip yaktı. Ayrıca Alsancak’ta bulunan Yunan Konsolosluğu’na da saldırılarak ateşe verilip yakıldı. Konsolosluk çalışanları arka kapıdan kaçabilmişlerdi. Ortaya çıkan 20-30 kişilik bu küçük gruplar, 2 ya da 3 kişi tarafından yönlendirilerek belirli hedeflere saldırıyorlardı. Toplam sayıları 400’ü geçmiyordu. 6 Yunan NATO subayının da evini basmışlar ve yağmalamışlardı. Kaçan subaylar ve Başkonsolos, geceyi Amerikan Konsolosluğu’nun koruması altında geçirdikten sonra Yunanistan’a gittiler.
İstanbul’da olduğu gibi Alsancak, Bornova ve Buca semtlerinde oturan Rumlara ait ev ve işyerleri de saldırı ve yağmalamaların hedefi olmuştu. Limanda bulunan Rum bayraklı teknelere Türk bayrağı takmaları talep edilmiş, meydana gelen saldırılara Türk savaş gemisinin subayları müdahale etmişlerdi. Alsancak’ta İngiliz Kültür Enstitüsü’ne yapılan saldırıyı İngiliz Konsolos “yanlışlık” olarak değerlendirmişti. Ancak enstitünün bulunduğu binanın mal sahibi Rum’du. İzmir’de bulunan 10 kilise ve 3 sinagogdan yalnızca Alsancak’taki Ortodoks Kilisesi yağmalanıp ateşe verilmişti. Olaylar güvenlik güçlerinin müdahalesiyle önlenebilecekken, onlar burada da tepkisiz kalmışlardı. Hatta güvenlik güçlerine, saldırganlara karşı sert davranmamaları emredilmişti.



Ankara’daki saldırılar
Ankara’da ağırlıklı olarak öğrenci protestoları gerçekleşmiş ancak şiddet olayları meydana gelmemiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Ankara’daki gayrimüslim nüfus oranının çok düşük olmasıdır. Ayrıca Vali Kemal Aygün’ün, Ankara genelindeki tüm toplantıları yasaklayan acil tedbirleri de etkili olmuştur. Aygün, 6 Eylül 1955 günü İstanbul’da bulunmuş ve olaylara yakından tanıklık etmiştir. Ankara’da toplanan gösterici gruplara polis etkili bir biçimde müdahale etmiş ve 479 kişiyi tutuklamıştır.
Bursa ve Samsun’daki yetkililer, Rum yerleşimleri ve evleri için güvenlik tedbirleri almışlardır. Bursa’da 97 Rum bir otele yerleştirilmiştir. Adana’da toplanan kalabalığı polis dağıtmıştır. Eskişehir’de gençlerin katıldığı küçük çaplı bir gösteri olaysız sona ermiştir.



Olayların maddi hasarları
Resmi bir Türk kaynağına göre olaylarda 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5.317 tesis saldırıya uğramıştır. Alman Başkonsolosluğu’nun verilerine göre, bildirilen hasarın yekûnu yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktadır. Bu rakam yaklaşık olarak dönemin 54 milyon Amerikan Dolarına eşittir. Bunun 28 milyon TL’lik kısmı Yunan vatandaşlarının, 68 milyon TL’lik kısmı Türk vatandaşı olan Rumların, 35 milyon TL’lik kısmı kiliselerin, 18 milyon TL’lik kısmı ise diğer yabancıların ve azınlıkların uğradığı hasarlardır.



Yaralanma olayları ve ölümler
Yaralılarla ilgili verilen rakamlar, 300 ile 600 arasında değişmektedir. Bu rakamlar yalnızca mağdurları değil, yaralanan suçluları da kapsamaktadır. Can kayıplarının sayısı ise tartışmalıdır. Türk basını 11 kişinin öldüğünü bildirirken, Helsinki Watch Örgütü bu sayıyı 15 olarak bildirir. Bazı saldırganlar, saldırıdan korkan insanlara, sadece tahrip etmek üzere emir aldıklarını söyleyerek sakinleştirmeye çalışmışlardır. Evlerde, özellikle Rum kadınlara tecavüz edilmiştir. Balıklı Hastanesi Başhekimi’nin ifadesine göre, hastanede 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür.



Olayların ardından hükümetin aldığı önlemler
6 Eylül 1955 akşamı trenle Ankara’ya doğru hareket etmek üzere İstanbul’dan ayrılan Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin birçoğu, yolda ayaklanmaların boyutu konusunda bilgilendirilmişlerdi. Derhal geriye dönerek “Örfi İdare” ilan ettiler ve birlik komutanına, silah kullanarak sükûnet ve düzeni sağlamasını emrettiler. 1. Ordu Komutanı Vedat Garan Paşa ateş emrini reddederek, 6 Eylül akşamının son saatlerinde devreye soktuğu birliklerle şiddet olaylarını kontrol altına alabilmiştir. Ancak huzursuzluklar sonraki gün ve haftalarda, bölgesel düzeyde yeniden alevlendi. Olaylar büyümeden güvenlik güçlerinin müdahalesiyle durduruldu. Hükümetin ilan ettiği Örfi İdare, yalnızca İstanbul, İzmir ve Ankara ile sınırlıydı. Örfi İdare Komutanlığı’na 3. Doğu Anadolu Ordusu Komutanı General Nurettin Aknoz getirildi. Geceleri 00.00 ile 05.00 arasında uygulanan sokağa çıkma yasağıyla, devriyelerin kontrolleriyle, İstanbul, İzmir ve Ankara’daki tutuklamalarla her 3 kentteki şiddet olaylarına son verilebildi.
İçişleri Bakanı Namık Gedik, emniyetin başarısızlığından dolayı görevinden istifa etti, yerine geçici olarak Savunma Bakanı Ethem Menderes atandı. Bakan Fuat Köprülü, vekâleten Savunma Bakanlığı görevini üstlendi. Aynı nedenlere dayanarak Milli Emniyet Hizmetleri Şefi (MAH Reisi), İzmir Valisi, İzmir’de bulunan birliklerin komutanı, İstanbul Emniyet Müdürü ve 3 general, iktidar tarafından görevlerinden alındı. MAH Şefliği’ne Kemal Aygün atandı. Aynı nedenden dolayı yerel düzeyde birkaç memurunda görev yerleri değiştirildi.
Örfi İdarenin ilanı üzerine, olayların aydınlatılması için İstanbul 3 ayrı askeri bölgeye (Beyazıt, Kadıköy ve Beyoğlu) ayrıldı ve Tuğgeneraller; Kamil Akman, Namık Argüç ve Danyal Yurdatapan’ın emrine verildi. Beyazıt Özel Mahkemesi’nde Haliç, Marmara Denizi kıyıları ve kentin dış kesimlerinde işlenmiş olan fiiller yargılanıyordu. Beyoğlu Özel Mahkemesi, Beyoğlu ve boğazın Avrupa yakasındaki bölgeler için yetkiliydi. Kadıköy Özel Mahkemesi ise Kadıköy, Üsküdar ve Anadolu yakasının geri kalan bölgeleri için yetkili kılınmıştı. Ankara ve İzmir’deki tutuklular için de birer özel mahkeme kuruldu. Mahkeme başkanlıkları, generaller tarafından yönetiliyordu. Hâkim ve savcılar, daha düşük askeri rütbelere sahipti. Yapılan açıklamada, olaylar sonrasında İstanbul’da 5.104, Ankara’da 171 ve İzmir’de 424 kişi tutuklanmıştı. Olaylarla ilgili oluşturulan mahkemelerin 17 Aralık 1957 tarihli iddianamesi, sanıkları şu gruplara ayırıyordu; dış güçlere karşı düşmanca beyanat vermekten yararlanan KTC üyeleri, saldırı çağrısında bulunanlar, halkı basın yoluyla tahrik eden gazeteciler ve öğrenci federasyonu binasındaki polis mührüne zarar verenler. 24 Ocak 1957’deki duruşmada, İstanbul 1. Ceza Mahkemesi Hâkimleri, sanıkların suç işlemek kastıyla hareket etmediklerini ve suçla ilgili yeterli delillerin ortaya çıkmadığını açıklayarak, oybirliğiyle davalıların beraatına karar vermişlerdir.





Komünistlerin suçlanması
12 Eylül günü meclis toplantıya çağrıldı. Toplantıda iktidar ve muhalefet sözcüleri ayaklanmalarla ilgili görüşlerini bildirdi. Başbakan Vekili Fuat Köprülü olaylarla ilgili şunları söyledi; “Hükümet önceden bilgilendirilmişti ve tedbirler de alınmıştı. Fakat olayların hangi gün ve saat çıkacağı bilinmiyordu. Tüm çabalara rağmen baskın gibi gelişen olaylar engellenemedi.” Köprülü, açıklamalarının geri kalan kısmında komünistleri sorumlu tutuyordu. Hükümet açıklamasında da olayların sorumluları olarak “komünistleri” ve “hain provokatörleri”  gösterdi. Yabancı gözlemciler bu olaya şüpheyle yaklaştılar. Çünkü istenmeyen sosyopolitik eylemler ya da girişimler, hükümet tarafından derhal “kamufle edilmiş komünizm“ olarak tanımlanıyordu. Oysa Türkiye’deki komünistlerin sayısı oldukça düşüktü. Ayrıca, komünistlerin ve sol grupların faaliyetlerinin polis tarafından dikkatle takip edildiği bilindiği için de, saldırıların komünistler tarafından yapılması olanaksız görülüyordu. 7 Eylül 1955’de emniyet amirliklerince 48 komünist tutuklandı. Bunların içinde; Aziz Nesin ve Kemal Tahir gibi isimlerde bulunuyordu. Bu kişilerin tutuklanmalarının nedeni ise; sol eğilimli siyasi faaliyetler içinde bulundukları gerekçesiyle polis tarafından takip ediliyor olmalarıydı. Bu kişiler hiçbir yerde ayaklanmaya katılmamışlardı. Dahası Emniyet Müdürlüğü tarafından keyfi olarak hazırlanan bir liste söz konusuydu. Bu listede yıllar önce ölmüş ya da o sırada asker olan kişilerin isimleri de yer alıyordu. Kumandan Şevki Mutlugil’in hazırladığı bir raporda, bu kişilerin ihtiyaten toplatıldığı da itiraf edilmektedir. Bu kişilere daha sonra 19 komünist daha eklenmiştir. Israrla süren sorgulamalara rağmen bu kişilerin suçları kanıtlanamamıştır. Olayları izleyen haftalarda Türk Hükümeti, saldırıların sorumlularının komünistler olduğu tezini daha az savunur olmuştur. Böylece şüpheli komünistlerde diğer tutuklularla birlikte Aralık 1955 sonuna doğru, herhangi bir gerekçe gösterilmeden ve açıklama yapılmadan serbest bırakıldılar. Bir kısmının davaları sürmüş olsa da bu davalar, davalıların lehine sonuçlanmıştır.



Kıbrıs Türktür Cemiyeti, Demokrat Parti ve Milli Emniyet Hizmetleri’nin olaydaki etkileri
Resmi açıklamalara göre; Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun (TMTF) teşvikiyle, basının ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) katılımıyla, ulusal komite biçiminde oluşturulan ve Ağustos 1954’de kurulan Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) amacı; Kıbrıs’taki Türk azınlığı, Birleşmiş Milletler ve diğer örgütler karşısında savunmak ve tüm ülkede protesto eylemleri düzenlemekti. KTC Başkanı Hikmet Bil ve Hürriyet Gazetesi sahibi Sedat Simavi, yazdıkları makaleler ile Kıbrıs meselesinin Türk kamuoyunda “milli bir meseleye” dönüşmesinde büyük katkı sağlamışlardır. KTC, Başbakan Adnan Menderes tarafından da desteklenmiştir. Derneğin kuruluş aşamasında hükümet tarafından yapılan 235.000 TL’lik ödeme, bu desteği açıkça gösteriyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana öğrenci ve gençlik hareketleri devlet elitleri tarafından örgütler aracılığıyla denetleniyor, devlet politikası doğrultusunda yönlendiriliyor ve kullanılıyordu. Çok partili sisteme geçildikten sonra da, özellikle DP ve CHP, öğrenci örgütlerini ve bunların yönetici kademelerini ele geçirerek başarıyla etkilemeye devam etmişlerdir. Ayrıca bu örgütlerde Milli Emniyet Hizmetleri (MAH) üyesi olan kişi sayısı da çok fazlaydı.
KTC, “milliyetçi çizgideki” sendikalarla birlikte hareket ediyordu. O zamanki sendikalar “devlet sendikası” olarak tanınmaktaydı. Tıpkı öğrenci örgütleri gibi, mali ve ideolojik yönden hükümet tarafından destekleniyordu. KTC ve sendikalar arasındaki işbirliği öyle bir noktaya varmıştır ki, her iki kurumun yönetici kadrosu da aynı kişilerden oluşturulmuştur. Ağustos 1955’ten olayların başladığı güne kadar derneğin faaliyetleri şaşırtıcı şekilde artmıştır. Olaylara doğrudan katılanlar; çeşitli dallardaki sendikalara mensup işçiler, otobüs, tramvay ve taksi şoförleri, öğrenciler ve Demokrat Parti üyeleriydi. Olaylarda, KTC üyelerinin yanı sıra Demokrat Parti’nin ocak örgütlerinin üyeleri de yer alıyordu. Tutuklular arasında sendikalarda örgütlenmiş işçilerin çok fazla olmasından dolayı, Örfi İdare Kumandanlığı 34 sendikayı kapatmıştır. Olaylarda, İstanbul dışından da işçi getirildiği anlaşılmıştır. Sivas, Kastamonu, Erzincan, Trabzon ve başka kentlerden de gelenler vardı. Emniyet Başmüfettişliği tarafından KTC üyelerinin arasına sokulan bir ajan, KTC Başkanı Hikmet Bil’in tutukluluğu süresince, ”saldırıların organizasyonu için bizzat Başbakan Adnan Menderes’ten para ve talimat aldıklarından” açıkça bahsettiğini anlatmıştır. Hikmet Bil ve Orhan Birgit, “olaylara karıştıklarını, ancak hapishaneden çıkmaları durumunda olaylardaki gerçek sorumluları söyleyecekleri” tehdidinde bulunmuşlardır.  Olaylardan MAH’ın da sorumlu olduğu tanıklar tarafından dile getirilse de, mahkeme bu gerçeği görmezlikten gelmiştir.




Bomba olayının iç yüzü
Saldırıların planlanmasında MAH’ın katkısı, öne sürülen delillere rağmen sivil mahkeme tarafından da dikkate alınmadı. Oysa MAH çalışanları, hem Selanik’teki bombalama eylemini hem de bu olayın sansosyanel biçimde 6 Eylül 1955 günü öğleden sonra, İstanbul Ekspres gazetesiyle kamuoyuna duyurulmasını sağlamışlardı. 5 Eylül gecesi Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun bahçesinde bir bomba patlamıştı. Emniyetin yaptığı araştırmaya göre; bomba dışarıdan atılmamış, aksine patlamaya binanın içinde bulunan bir kişi yol açmıştı. Bu kişi, Selanik’te yaşayan ve gördüğü hukuk eğitimini Türk Devleti’nin verdiği bursla karşılayan Oktay Engin’di. Olaydan sonra, Oktay Engin ile konsolosluğun bekçisi Hasan Uçar, Yunan makamlarınca tutuklandılar ve haklarında dava açıldı. Yunan savcılığı, patlama sırasında Ankara’da bulunan Başkonsolos Mehmet Ali Balin’i, “konsolosluk görevlisi Mehmet Ali Tekinalp’i diplomat bagajında 3 bombayı götürmeye teşvik etmek ve 5 Eylül 1955’te patlama talimatını veren şifreli bir telgraf göndermekle” suçladı. 17 Temmuz 1956’da, Atina’daki Türk Büyükelçiliği’nin ve Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun kapatılacağı tehdidinde bulunulması üzerine, başkonsolos ve vekiline karşı açılan dava düşürüldü, Uçar ve Engin’de geçici olarak serbest bırakıldılar. MAH, bu eylemi yapması karşılığında, üyesi olan Oktay Engin’e mali yardım ve mevki sözü vermişti. Gümülcine’deki Türk Konsolosu’nun yardımıyla 22 Eylül 1956 günü İstanbul’a getirilen Engin, Başbakan Adnan Menderes ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın şahsi talimatıyla, belediyede bir işe sokuldu. MAH için çeşitli görevler üstlendikten sonra, Nevşehir’e önce Kaymakam, sonra da Vali oldu.
Görünürde 6 Eylül’deki olayların çıkmasına vesile olan Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve yapılan bombalı saldırıyla ilgili haber, 6 Eylül günü ciddi basın organlarında değil, sadece bir bulvar gazetesi olan ve o gün olağandışı şekilde yüksek bir sayıda basılan İstanbul Ekspres’te, olaylardan sadece birkaç saat önce abartılı bir şekilde verilmişti. Demokrat Parti’ye yakınlığı ile bilinen gazetenin editörü Mithat Perin, olaylardan sonra tutuklandı, ancak 2 saat sonra Adnan Menderes’in talimatıyla serbest bırakıldı. Perin’in MAH ile işbirliği yaptığı, 1960 yılında MAH’a yazdığı bir mektupta ortaya çıkmıştır. Perin, örgüt için üstlendiği görevleri sıralıyor ve karşılığında da gazetesi için mali yardım talep ediyordu. 1991 yılına gelindiğinde, bir Tuğgeneral kendisiyle yapılan röportajda olayların MAH tarafından yapıldığını şu sözlerle dile getirmiştir; “Elbette 6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olağanüstü planlanmış bir operasyondu ve amacına da ulaştı. Sorarım size; bu, sıra dışı bir eylem değil miydi?”
6-7 Eylül olaylarında İngilizlerin de parmağı vardır. Kıbrıs’taki Rum-Ortodoks çoğunluğun Yunan anavatanına bağlanma talebini (Enosis’i) giderek daha yüksek sesle dile getirmesi üzerine, İngiliz sömürge iktidarı, Londra’da 29 Ağustos’tan 7 Eylül’e kadar sürecek bir konferans düzenlemeye karar vermiştir. Londra’nın amacı, her şeyden evvel Yunanlılara, Türklerin de Kıbrıs üzerinde hakları olduğunu göstermekti. Bu konferans, 6 Eylül günü çıkan olaylardan dolayı kesildi ve İngilizlerin amaçladıkları Türk-Yunan anlaşmazlığı bir kez daha dünya gündemine geldi. Bu olaylar sonucunda Türkiye, 3. güç olarak Kıbrıs çatışmasına dâhil edilmiştir. Bu olayların İngilizlere sağladığı bir başka yarar da; saldırıların hemen ardından, Amerikalıların İngilizler lehine değişen Kıbrıs politikası olmuştur.
Olayların arkasında yatan asıl neden çok farklıdır aslında. Olaylarda hem Demokrat Parti hem de MAH çok önemli görevler üstenmiştir. Yaptıkları yanlışlarla ülkede etnik sorun çıkarmışlardır. 6-7 Eylül olayları; Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmalarına yol açmıştır. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, 6-7 Eylül olayları, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştur. Bu etnik sorunları Türkiye hala çekmektedir. Adnan Menderes, Yassıada Mahkemesi’nde 6-7 Eylül 1955’teki olaylardan suçlu bulunmuştur. Ancak bu olayda sadece Adnan Menderes ve hükümeti hatalı değildir.

NOT: Bu yazı; Dilek Güven’in Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları adlı kitabından, www.birikimdergisi.com adlı web sayfasından, Güz Sancısı adlı filmden ve Tempo Dergisi arşivinden yararlanılarak hazırlanmıştır.