25 Haziran 2014 Çarşamba

AŞK

İlkçağ Yunan felsefesinden bu yana, taşıdığı anlam zenginliğinden ötürü filozoflarca baş tacı edilen, yoğun çağrışımlarıyla felsefece düşünmenin tarihinde yer eden ama tanımlanmaya da pek yanaşmayan kutsanmış sözcüklerden biri; kimilerince insanın olmazsa olmazlarından “değer”lerinden, vazgeçilmez “erdem”lerinden biriyken kimilerinceyse sakınılması gereken bir “tutku” ya da sağaltılması gereken bir “hastalık”. 
Aşk çoğunlukla birine ya da bir nesneye önüne geçilmez bir bağ(ım)lılık ve ona karşı tutkulu yaklaşma ya da adanmışlık biçiminde ortaya çıkan güçlü bir duygulanım olarak değerlendirilmiştir. Bir takım yaklaşımlara göre ise aşk, hiç de bu türden bir duygulanım değildir; olsa olsa bir şeyin (Tanrı’nın, Sevgili’nin, Ben’in vb.) iyiliğini istemedir. Başka görüşler ise yalın bir biçimde aşkın karşılıklı bir ilişki olduğunu ileri sürmüştür. Bu ayrı ayrı aşk tasarımlarının ötesinde bir de ayrı ayrı aşk biçimleri bulunmaktadır; erotik/romantik/platonik aşk, dost aşkı, evlat aşkı, yurt aşkı, doğa aşkı, Tanrı aşkı, insanlık aşkı… Daha felsefece düşünürsek; bilgelik aşkı, hakikat aşkı, erdem aşkı, güzel aşkı, iyi aşkı, vb. Üstünden atlanmaması gereken bir diğer konu da aşk anlayışının, aşkı kavrayışın, çağdan çağa, kültürden kültüre değişiklikler göstermesidir. 
Aşkın kendi her kişide başka biçimlerde ortaya çıktığından, her kişi de etkisi ve düzeyi başka olduğundan ve en önemlisi her kişide kendiyle ilgili başka başka sorunlar yarattığından tanımı kolaylıkla ve kesin bir biçimde verilemez. Aşk, birçok felsefeci tarafından insan yaşamının zenginliği ve güç kaynağı olarak değerlendirilmiş olsa da aynı zamanda erdemli bir yaşamın önünde engel olabileceği de vurgulanmıştır. Batı felsefe geleneği içinde yetişmiş felsefeciler, bu nedenle, aşkın kötü sonuçlarını ortadan kaldıracak, sağladığı güzelliği ve gücü koruyacak yaklaşımlar ortaya koymayı denemişlerdir. (Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., s. 119)
Görüldüğü gibi, aşkın felsefi tarifi yapılırken ‘masum aşk’a hiç değinilmemiş. Aşk masum olur mu demeyin, bal gibi olur. Çünkü biz aşkı masum yaşadık; değerini bildik, erdemiyle yaşadık. Benden önceki kuşakları bilmem ama kendi kuşağımı, çağdaşlarımı çok iyi bilirim. Bizler, yetmiş sekiz kuşağıyız, onlardan bahsediyorum. Kendi kuşağımı iyi bildiğim gibi, seksen sekiz kuşağını gözlemledim, doksan sekiz kuşağını çocuklarımda izledim. İki bin sekiz kuşağındakiler ise henüz çocuklar, ama Allah onları korusun, şimdiden Allah ıslah etsin. 
Kuşaklar değiştikçe kavramlar, anlayışlar, sosyokültürel davranış biçimleri de değişiyor. Kendi jargonlarını oluşturan kuşaklar hızla bir yerlere gidiyorlar, ama nereye gittiklerinin farkında değiller. Postmodernizimin en üst düzeyde yaşandığı günümüzde, aşk da bundan nasibini aldı; aşkın tanımı değişti. Oluşan kültürel jargonda aşkın ne menem bir şey olduğunu burada yazmak olur şey değil tabii ki. Aşkı ben beyazla özleştirdiğimde, masumiyetini ortaya koymak gibi bir derdim vardı. Üstat Özdemir Asaf “Jüri” adlı şiirinde ne demişti: “Bütün renkler hızla kirleniyordu/Birinciliği beyaza verdiler.” İşte benim “beyazım/aşkım”, üstadın dediği gibi hızla kirlendi ve beni de “nerede o eski aşklar” dedirtme haline soktular. Artık tekil yazacağım. Ben yaşamımın her döneminde aşkı masum yaşadım; ilk aşkım oldu, unutamadım; yaz aşkım oldu, unutamadım. Büyüdüm aşklarım oldu, unutamıyorum. Aşkın kavuşulmazlığını bu yaşıma kadar yaşadım, mutlu oldum. Ne mutlu bana ki aşkı hep masum yaşadım; hiç kirletmedim, hep sadık kaldım. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum, tüm aşklarımın kadınlarına. Nereden buraya geldim bilmiyorum, şimdi hepsi gözlerimin önünde aşk resmigeçidi yapıyorlar. Ben size bundan sonra ‘yaz aşk’ından bahsetmek istiyorum; eğer dinlerseniz.



YAZ AŞKI 
Ergenlik dönemimle birlikte, bendeki değişikliği önce aile büyüklerim sonra da beni bugünlere taşıyan öğretmenlerim fark ettiler. Bir şeyler söylediklerinde veya tavsiye verdiklerinde önce yüzüm kızarıyordu, sonra bunları normal karşılamaya başladım. Yalnız sorun, ergenlik geçişimde değildi; sorun, bana dayattıkları söylem ve tavsiyelerin cinsellik içermesindeydi. Kızlardan uzak durmalıydım vücudumu tanıyıp kendimle fazla oynamamalıydım. “Neden?” diye sorduğumda, “Zararlı çünkü.” diye yanıtlanıyordu. Zararın boyutu asla açıklanmazken, olay sonunda “ayıp” ve “günah”a bağlanıyordu. Tekrar “Neden?” diye sorduğumdaysa açıklayıcı ve mantıklı hiçbir cevap alamıyordum. Cevapsız soruların çılgın cazibesi, beni sürekli suç işleme eylemine çekiyordu. Peki, “Ortada suç unsurunu oluşturacak davranış biçimi nedir?” diye düşündüğümde de pusula hep karşı cinslerimi gösteriyordu. Yakınlaşmakta, diyalog kurmakta zorlanıyor, kendimde sorun aramaya başlıyordum. Bilinçaltım beni sürekli frenliyordu. 
Bu halde bir yıl geçti, karneler alındı, yaz tatili başladı. O zamanlar yazlıklar şimdikiler gibi değildi. Çoğu yazlıkçının tercihi -evleri olmadığından- sezonluk pansiyon tutmaktı. Hatta memnun kalırlarsa bir sonraki yaz için kaparo bırakır, bu şekilde devamlılığı sağlarlardı. Bazı aileler ise yaz boyunca on beş-yirmi günlüğüne gelir, böylece yazlık bölgelerde sürekli sirkülasyon olurdu. Değişik insanlarla tanışır, sohbetler yapar, farklı kültürden insanlarla tanışır, sosyokültürel zenginliğe sahip olursun. 
Hal böyle iken karşı cinsten ergenler veya gençler arasında yakınlaşma başlar, hep onu düşünür olursun. Eğer onun da ilgisini çekebilmişsen şanslısındır. Önce senin yanına oturur, böylece ilgisini ölçmeye çalışırsın ve dersinki; “Yarında yanıma oturursa o gece kesin çıkma teklif edeceğim.” Ertesi gece yine çay bahçesinde buluşulur. Kalabalık gurup içerisinde onunla yan yana oturmak adına her türlü taklayı atarsın, şans senden yanaysa umudun gerçek olur. Yan yana olduğunda ilgisini çekmek için sürekli onunla konuşur, hatta hesabını ödersin. Gecenin bitiminde nerede yüzdüğünü sorar, birlikte yüzebileceğinizi ifade etmeye çalışırsın. Adres verilirse eğer, o senin ilkyaz aşkın olur. Bütün ‘yaz’ı onunla birlikte geçirir, el ele tutuşmaktan öteye geçmeyen/geçemeyen temas senin en büyük tutkun olur. Kalbin öncelerde koştururcasına atmaya başlar, bazı zamanlarda ise boğazına doğru hareketlenir, adeta nefes borunu ve yemek borunu işlevsiz hale getirir. Ayakların yere basmaz, uçarcasına dolaşırsın sokaklarda. Hesap hep senin tarafından ödenir; o günkü harçlığına göre, seçtiğin çay bahçesinde. Fark edemezsin ‘yaz’ın bittiğini. 
Günler azaldıkça hüzün çöker içine; bakışlar mahzunlaşır, kelimeler düğümlenir boğazlarda. İki ayı geçen bir zamanda ne bir öpücük kondurabilmişsindir yanağına, ne bir buse alabilmişsindir dudaklarından. Aslında her ikimiz de istiyoruzdur bunu ama bir türlü cesaret gösteremiyoruzdur. Cesaretin yoktur, çünkü “Ya kızarsa, ya terslerse, ya yanlış anlarsa!” dersin içinden; eminim ki o da aynı şekilde düşünüyordur. Ayrılık gününün gecesinde elini omzuna atarsın, o da beline sarılır. Sessizce yürürsün sokak aralarında, sahilde, kumsalda; paçalarını kıvırmış vaziyette. Sesini çıkarmaz/çıkaramazsın… Oturursun sakin kumsalda, sonra uzanıverirsin ıslak kumların üzerine. İki çift göz kilitlenir birbirine, susmadan konuşurcasına. Ve son gece, ilk kez aralanmış dudaklarına dudaklarını değdirirsin. Ürkek, titrek, ateş gibi… Hayatındaki ilk öpüşmedir, acemice de olsa. Yaşadığın sürece bir türlü aklından çıkaramayacağın ‘an’dır o an. Sıkıca sarılırsın. Kimse kimsenin yaşlarını görmez gözlerinde. Sorarsın; “Seneye de gelecek misin?” diye, “Babam bilir.” der umutsuzca. Sen hep umut edersin gelsinler diye. 
Masumca yaşanılmış yaz aşkında aldığın ilk ama o unutulmaz öpücük, seni bütün sene meşgul eder. Sevgili günlük diye başlayan cümlelerde hep onu anlatır, hep onu düşünürsün; ne yaparsın ergenlik işte. Evinin önüne geldiğinde, ayrılığı birkaç dakika geciktirmek için elinden geleni yaparsın; biraz önce aldığın ilk öpücük son öpücük olmasın diye. Birbirinize sarılamadan “Hoşça kal!” dersiniz, o yaz sonu için. Bir sonraki yaz tekrar buluşmak umuduyla… 
Bir sonraki yaz gittiğinde onu bulma şansın çok az da olsa, evinin etrafında dolap beygiri gibi döner durursun, ya gelirse diye. Ama gelmez/gelemez, babası başka bir sahil seçmiştir o sene için. Buna benzer yaz aşklarım birkaç sezon sürdü. Genç olduğumda ise daha farklı hikâyelerim oldu; ama hiçbir ‘ten’e zarar vermeden! Yaz aşkı bende buydu işte… Beni yaşama bağlayan, beni insan yapan, beni düşündüren, bana yazdıran, anılarımda iz bırakan… 
Aradan yıllar geçtikçe yaz aşklarının formatının değiştiğini fark ettim; ‘ten’e saygısız, bencil, aceleci, cinselliği ön planda olan, tahripkâr, ruhsuz… İnsanların süresiz yaz sekslerini gözlemledim. Ya biz aptaldık, ya da onlar… Her ne iseler… Üç aylık serüvenler, üç otuz dakikalara sığdırılmış birlikteliklere dönüşmüş. Ben elli beş yaşıma geldim ama hâlâ âşka inanıyor, hâlâ âşık olabiliyorum; tenine zarar vermeden, severek, okşayarak, konuşarak, düşünerek, yazarak, çizerek, fotoğraflarımda betimleyerek… Dibine kadar aşk’ı hissederek yaşıyorum. 

Ömer L. Bakan/
14720110052Pazar/Konya