İstanbul’daki
ayaklanmalar
6 Eylül 1955 günü
saat 13.00’te devlet radyosu, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve yapılan bombalı
bir saldırı haberini duyurdu. Bu haber İstanbul Ekspres gazetesinde 2 ayrı
baskıyla yayınlandı. Günün ilerleyen saatlerinde, çeşitli öğrenci birliklerinin
ve “Kıbrıs Türktür Cemiyeti”nin (KTC) çağrısı doğrultusunda, Taksim Meydanı’nda
bir protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde
bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başladılar. Kısa
sürede Taksim civarındaki gayrimüslimlerin yaşadıkları yerlerde, olaylar bir
anda büyüdü. Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi bölgeler, çeşitli araç ve
gereçlerle gelerek işyerlerini, evleri, okulları, kiliseleri ve mezarlıkları
tahrip eden insanların akınına uğradı. Aynı şekilde Eminönü, Fatih, Eyüp,
Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy ve Bebek gibi daha uzak semtlerle,
kentin Anadolu yakasında yer alan Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi
semtlerde ve hatta Adalar’da şiddet olayları meydana geldi. Bu saldırılara
yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı düşünülmektedir. Olaylar başlamadan önce
Türk dükkân sahipleri, gayrimüslim komşularını dükkânlarını kapatmaları için
uyarmıştır.
Olaylar başlamadan
yaklaşık 2 hafta önce ilgili mahallelerin muhtarlarından gayrimüslimlerin ev ve
işyerlerinin adresleri istenmiştir. Ayaklanmalardan birkaç gün önce gece
bekçileri, bazı sakinlerin ev ve işyeri numaralarını belirginleştirmelerini
istemiştir. Yine gayrimüslimlere ait ev ve işyerleri haç figürü, GMR
(Gayrimüslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “ Türk değil”, “Türk” gibi
kısaltmalarla işaretlenerek belirlenmiştir. Saldırılar 20 ile 30 kişilik
örgütlenmiş gruplar tarafından gerçekleşti. Özel arabalar, taksi, kamyon,
otobüs, vapur ve hatta askeri araçlardan oluşan bir ulaşım ağı, saldırganların
şehir içindeki ulaşımlarını garanti altına almıştı. Saldırıların başlamasından
kısa bir zaman sonra İstanbul caddeleri dükkânlardan çıkarılan çeşitli
eşyalarla dolmuştu. Evlerin önce camları daha sonrada girişleri baltalarla ya
da demir çubuklarla kırılıyor ve evde ne varsa parçalanıyor, camdan dışarı
atılıyordu. Kiliseler de saldırılardan payını almış; kutsal resimler, ikonlar,
haçlar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edilmiş ya da yakılmıştı. Bazı
kiliselerin tamamı ateşe verilmişti. Mezarlıklar tahrip edilerek, mezar taşları
ve mezarlardan çıkarılan iskeletler kırılmıştı. Hatta yeni bir ceset mezardan çıkarılarak
bıçaklanmıştı.
Olaylarda polisler
pasif bir tutum sergilemişlerdir. Şikâyete giden Rum’a bir komiser şu cevabı
vermiştir: ”Hiçbir şey yapamam, ben bugün polis değil Türk’üm.” Garip ama bu
cevaplar o günlerde polislerden sıkça duyulmuştur. Bazı semtlerde güvenlik
güçleri şiddet olaylarına tanıklık etmiş, ama karakoldan dışarı çıkmamışlardır.
Bazı durumlarda polis memurları olaylar sırasında alkış bile tutmuştur. Polis
yetersizliği söz konusu değildi. Polis memurları karakoldan dışarı çıkmıyor, masalarında
uyuyorlardı. Hatta Samatya Karakolu komiser ve polisleri kendilerini karakola
kilitlemiş, ertesi günün erken saatlerinde dışarı çıkmışlardı. Nüfusu ağırlıkla
Rumlardan oluşan Büyükada’daki polis gücü takviye kuvvetlerle güçlendirilmiş,
iskeleye demirlemiş gemilerde gecelemişlerdir. Patrikhane ve Yunan Konsolosluğu
2 hafta boyunca sıkı bir gözetim altında tutulmuştu. Hilton Oteli gibi yüksek
prestij sahibi yerlerde ayaklanmalardan önce polis tarafından çeşitli güvenlik
önlemleri alınmıştı. Hatta bir Fransız’ın dükkânına saldırmak isteyen
saldırganlar, polis tarafından engellenmişti. Emir biçiminde verilmeyen, ancak
hadiselere göz yumulmasını öngören genel bir talimatın olduğu, polis
memurlarının ifadeleriyle doğrulanmıştır. Bazı Müslümanlar ellerinde Türk
bayraklarıyla mağdurların ev ve işyerlerinin önünde durmuş, sahiplerinin Türk
olduğunu iddia ederek onların malını koruyabilmişlerdi.
İzmir’deki
saldırılar
Atatürk’ün doğduğu
eve yapılan saldırı haberi, İzmir’de de yerel bir gazete tarafından yayıldı.
Gece Postası, 06.09.1955 günkü baskısında şu manşeti kullandı; ”Madem
Yunanlılar Türk Konsolosluğunu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık
dalgalanmamalı.” Bu haber ile aynı akşam, uluslararası fuar nedeniyle Konak
Meydanı’na çekilmiş olan Yunan bayrağı saldırının hedefi oldu. Bir grup genç,
bayrağı “Kıbrıs Türk’tür! Gâvurlara ölüm!” nidalarıyla indirip yaktı. Ayrıca Alsancak’ta
bulunan Yunan Konsolosluğu’na da saldırılarak ateşe verilip yakıldı. Konsolosluk
çalışanları arka kapıdan kaçabilmişlerdi. Ortaya çıkan 20-30 kişilik bu küçük
gruplar, 2 ya da 3 kişi tarafından yönlendirilerek belirli hedeflere
saldırıyorlardı. Toplam sayıları 400’ü geçmiyordu. 6 Yunan NATO subayının da
evini basmışlar ve yağmalamışlardı. Kaçan subaylar ve Başkonsolos, geceyi
Amerikan Konsolosluğu’nun koruması altında geçirdikten sonra Yunanistan’a
gittiler.
İstanbul’da olduğu
gibi Alsancak, Bornova ve Buca semtlerinde oturan Rumlara ait ev ve işyerleri
de saldırı ve yağmalamaların hedefi olmuştu. Limanda bulunan Rum bayraklı
teknelere Türk bayrağı takmaları talep edilmiş, meydana gelen saldırılara Türk
savaş gemisinin subayları müdahale etmişlerdi. Alsancak’ta İngiliz Kültür
Enstitüsü’ne yapılan saldırıyı İngiliz Konsolos “yanlışlık” olarak
değerlendirmişti. Ancak enstitünün bulunduğu binanın mal sahibi Rum’du.
İzmir’de bulunan 10 kilise ve 3 sinagogdan yalnızca Alsancak’taki Ortodoks
Kilisesi yağmalanıp ateşe verilmişti. Olaylar güvenlik güçlerinin müdahalesiyle
önlenebilecekken, onlar burada da tepkisiz kalmışlardı. Hatta güvenlik
güçlerine, saldırganlara karşı sert davranmamaları emredilmişti.
Ankara’daki
saldırılar
Ankara’da ağırlıklı
olarak öğrenci protestoları gerçekleşmiş ancak şiddet olayları meydana
gelmemiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Ankara’daki gayrimüslim nüfus
oranının çok düşük olmasıdır. Ayrıca Vali Kemal Aygün’ün, Ankara genelindeki
tüm toplantıları yasaklayan acil tedbirleri de etkili olmuştur. Aygün, 6 Eylül
1955 günü İstanbul’da bulunmuş ve olaylara yakından tanıklık etmiştir. Ankara’da
toplanan gösterici gruplara polis etkili bir biçimde müdahale etmiş ve 479
kişiyi tutuklamıştır.
Bursa ve Samsun’daki
yetkililer, Rum yerleşimleri ve evleri için güvenlik tedbirleri almışlardır.
Bursa’da 97 Rum bir otele yerleştirilmiştir. Adana’da toplanan kalabalığı polis
dağıtmıştır. Eskişehir’de gençlerin katıldığı küçük çaplı bir gösteri olaysız
sona ermiştir.
Olayların
maddi hasarları
Resmi bir Türk
kaynağına göre olaylarda 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2
manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu
5.317 tesis saldırıya uğramıştır. Alman Başkonsolosluğu’nun verilerine göre,
bildirilen hasarın yekûnu yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktadır. Bu rakam
yaklaşık olarak dönemin 54 milyon Amerikan Dolarına eşittir. Bunun 28 milyon
TL’lik kısmı Yunan vatandaşlarının, 68 milyon TL’lik kısmı Türk vatandaşı olan
Rumların, 35 milyon TL’lik kısmı kiliselerin, 18 milyon TL’lik kısmı ise diğer
yabancıların ve azınlıkların uğradığı hasarlardır.
Yaralanma
olayları ve ölümler
Yaralılarla ilgili
verilen rakamlar, 300 ile 600 arasında değişmektedir. Bu rakamlar yalnızca
mağdurları değil, yaralanan suçluları da kapsamaktadır. Can kayıplarının sayısı
ise tartışmalıdır. Türk basını 11 kişinin öldüğünü bildirirken, Helsinki Watch
Örgütü bu sayıyı 15 olarak bildirir. Bazı saldırganlar, saldırıdan korkan
insanlara, sadece tahrip etmek üzere emir aldıklarını söyleyerek
sakinleştirmeye çalışmışlardır. Evlerde, özellikle Rum kadınlara tecavüz
edilmiştir. Balıklı Hastanesi Başhekimi’nin ifadesine göre, hastanede 60 kadın
tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür.
Olayların
ardından hükümetin aldığı önlemler
6 Eylül 1955 akşamı
trenle Ankara’ya doğru hareket etmek üzere İstanbul’dan ayrılan Cumhurbaşkanı
ve hükümet üyelerinin birçoğu, yolda ayaklanmaların boyutu konusunda
bilgilendirilmişlerdi. Derhal geriye dönerek “Örfi İdare” ilan ettiler ve
birlik komutanına, silah kullanarak sükûnet ve düzeni sağlamasını emrettiler.
1. Ordu Komutanı Vedat Garan Paşa ateş emrini reddederek, 6 Eylül akşamının son
saatlerinde devreye soktuğu birliklerle şiddet olaylarını kontrol altına alabilmiştir.
Ancak huzursuzluklar sonraki gün ve haftalarda, bölgesel düzeyde yeniden
alevlendi. Olaylar büyümeden güvenlik güçlerinin müdahalesiyle durduruldu.
Hükümetin ilan ettiği Örfi İdare, yalnızca İstanbul, İzmir ve Ankara ile
sınırlıydı. Örfi İdare Komutanlığı’na 3. Doğu Anadolu Ordusu Komutanı General
Nurettin Aknoz getirildi. Geceleri 00.00 ile 05.00 arasında uygulanan sokağa
çıkma yasağıyla, devriyelerin kontrolleriyle, İstanbul, İzmir ve Ankara’daki
tutuklamalarla her 3 kentteki şiddet olaylarına son verilebildi.
İçişleri Bakanı Namık
Gedik, emniyetin başarısızlığından dolayı görevinden istifa etti, yerine geçici
olarak Savunma Bakanı Ethem Menderes atandı. Bakan Fuat Köprülü, vekâleten
Savunma Bakanlığı görevini üstlendi. Aynı nedenlere dayanarak Milli Emniyet
Hizmetleri Şefi (MAH Reisi), İzmir Valisi, İzmir’de bulunan birliklerin komutanı,
İstanbul Emniyet Müdürü ve 3 general, iktidar tarafından görevlerinden alındı.
MAH Şefliği’ne Kemal Aygün atandı. Aynı nedenden dolayı yerel düzeyde birkaç
memurunda görev yerleri değiştirildi.
Örfi İdarenin ilanı
üzerine, olayların aydınlatılması için İstanbul 3 ayrı askeri bölgeye (Beyazıt,
Kadıköy ve Beyoğlu) ayrıldı ve Tuğgeneraller; Kamil Akman, Namık Argüç ve Danyal
Yurdatapan’ın emrine verildi. Beyazıt Özel Mahkemesi’nde Haliç, Marmara Denizi
kıyıları ve kentin dış kesimlerinde işlenmiş olan fiiller yargılanıyordu.
Beyoğlu Özel Mahkemesi, Beyoğlu ve boğazın Avrupa yakasındaki bölgeler için
yetkiliydi. Kadıköy Özel Mahkemesi ise Kadıköy, Üsküdar ve Anadolu yakasının
geri kalan bölgeleri için yetkili kılınmıştı. Ankara ve İzmir’deki tutuklular
için de birer özel mahkeme kuruldu. Mahkeme başkanlıkları, generaller tarafından
yönetiliyordu. Hâkim ve savcılar, daha düşük askeri rütbelere sahipti. Yapılan
açıklamada, olaylar sonrasında İstanbul’da 5.104, Ankara’da 171 ve İzmir’de 424
kişi tutuklanmıştı. Olaylarla ilgili oluşturulan mahkemelerin 17 Aralık 1957
tarihli iddianamesi, sanıkları şu gruplara ayırıyordu; dış güçlere karşı
düşmanca beyanat vermekten yararlanan KTC üyeleri, saldırı çağrısında
bulunanlar, halkı basın yoluyla tahrik eden gazeteciler ve öğrenci federasyonu
binasındaki polis mührüne zarar verenler. 24 Ocak 1957’deki duruşmada, İstanbul
1. Ceza Mahkemesi Hâkimleri, sanıkların suç işlemek kastıyla hareket etmediklerini
ve suçla ilgili yeterli delillerin ortaya çıkmadığını açıklayarak, oybirliğiyle
davalıların beraatına karar vermişlerdir.
Komünistlerin
suçlanması
12 Eylül günü meclis
toplantıya çağrıldı. Toplantıda iktidar ve muhalefet sözcüleri ayaklanmalarla
ilgili görüşlerini bildirdi. Başbakan Vekili Fuat Köprülü olaylarla ilgili
şunları söyledi; “Hükümet önceden bilgilendirilmişti ve tedbirler de alınmıştı.
Fakat olayların hangi gün ve saat çıkacağı bilinmiyordu. Tüm çabalara rağmen
baskın gibi gelişen olaylar engellenemedi.” Köprülü, açıklamalarının geri kalan
kısmında komünistleri sorumlu tutuyordu. Hükümet açıklamasında da olayların
sorumluları olarak “komünistleri” ve “hain provokatörleri” gösterdi. Yabancı gözlemciler bu olaya şüpheyle
yaklaştılar. Çünkü istenmeyen sosyopolitik eylemler ya da girişimler, hükümet
tarafından derhal “kamufle edilmiş komünizm“ olarak tanımlanıyordu. Oysa
Türkiye’deki komünistlerin sayısı oldukça düşüktü. Ayrıca, komünistlerin ve sol
grupların faaliyetlerinin polis tarafından dikkatle takip edildiği bilindiği
için de, saldırıların komünistler tarafından yapılması olanaksız görülüyordu. 7
Eylül 1955’de emniyet amirliklerince 48 komünist tutuklandı. Bunların içinde;
Aziz Nesin ve Kemal Tahir gibi isimlerde bulunuyordu. Bu kişilerin
tutuklanmalarının nedeni ise; sol eğilimli siyasi faaliyetler içinde
bulundukları gerekçesiyle polis tarafından takip ediliyor olmalarıydı. Bu
kişiler hiçbir yerde ayaklanmaya katılmamışlardı. Dahası Emniyet Müdürlüğü tarafından
keyfi olarak hazırlanan bir liste söz konusuydu. Bu listede yıllar önce ölmüş ya
da o sırada asker olan kişilerin isimleri de yer alıyordu. Kumandan Şevki
Mutlugil’in hazırladığı bir raporda, bu kişilerin ihtiyaten toplatıldığı da
itiraf edilmektedir. Bu kişilere daha sonra 19 komünist daha eklenmiştir.
Israrla süren sorgulamalara rağmen bu kişilerin suçları kanıtlanamamıştır.
Olayları izleyen haftalarda Türk Hükümeti, saldırıların sorumlularının
komünistler olduğu tezini daha az savunur olmuştur. Böylece şüpheli
komünistlerde diğer tutuklularla birlikte Aralık 1955 sonuna doğru, herhangi
bir gerekçe gösterilmeden ve açıklama yapılmadan serbest bırakıldılar. Bir
kısmının davaları sürmüş olsa da bu davalar, davalıların lehine sonuçlanmıştır.
Kıbrıs
Türktür Cemiyeti, Demokrat Parti ve Milli Emniyet Hizmetleri’nin olaydaki etkileri
Resmi açıklamalara
göre; Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun (TMTF)
teşvikiyle, basının ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) katılımıyla,
ulusal komite biçiminde oluşturulan ve Ağustos 1954’de kurulan Kıbrıs Türktür
Cemiyeti’nin (KTC) amacı; Kıbrıs’taki Türk azınlığı, Birleşmiş Milletler ve
diğer örgütler karşısında savunmak ve tüm ülkede protesto eylemleri
düzenlemekti. KTC Başkanı Hikmet Bil ve Hürriyet Gazetesi sahibi Sedat Simavi,
yazdıkları makaleler ile Kıbrıs meselesinin Türk kamuoyunda “milli bir
meseleye” dönüşmesinde büyük katkı sağlamışlardır. KTC, Başbakan Adnan Menderes
tarafından da desteklenmiştir. Derneğin kuruluş aşamasında hükümet tarafından
yapılan 235.000 TL’lik ödeme, bu desteği açıkça gösteriyordu. Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana öğrenci ve gençlik hareketleri devlet elitleri tarafından
örgütler aracılığıyla denetleniyor, devlet politikası doğrultusunda yönlendiriliyor
ve kullanılıyordu. Çok partili sisteme geçildikten sonra da, özellikle DP ve
CHP, öğrenci örgütlerini ve bunların yönetici kademelerini ele geçirerek
başarıyla etkilemeye devam etmişlerdir. Ayrıca bu örgütlerde Milli Emniyet
Hizmetleri (MAH) üyesi olan kişi sayısı da çok fazlaydı.
KTC, “milliyetçi
çizgideki” sendikalarla birlikte hareket ediyordu. O zamanki sendikalar “devlet
sendikası” olarak tanınmaktaydı. Tıpkı öğrenci örgütleri gibi, mali ve
ideolojik yönden hükümet tarafından destekleniyordu. KTC ve sendikalar
arasındaki işbirliği öyle bir noktaya varmıştır ki, her iki kurumun yönetici
kadrosu da aynı kişilerden oluşturulmuştur. Ağustos 1955’ten olayların
başladığı güne kadar derneğin faaliyetleri şaşırtıcı şekilde artmıştır.
Olaylara doğrudan katılanlar; çeşitli dallardaki sendikalara mensup işçiler,
otobüs, tramvay ve taksi şoförleri, öğrenciler ve Demokrat Parti üyeleriydi.
Olaylarda, KTC üyelerinin yanı sıra Demokrat Parti’nin ocak örgütlerinin
üyeleri de yer alıyordu. Tutuklular arasında sendikalarda örgütlenmiş işçilerin
çok fazla olmasından dolayı, Örfi İdare Kumandanlığı 34 sendikayı kapatmıştır.
Olaylarda, İstanbul dışından da işçi getirildiği anlaşılmıştır. Sivas,
Kastamonu, Erzincan, Trabzon ve başka kentlerden de gelenler vardı. Emniyet
Başmüfettişliği tarafından KTC üyelerinin arasına sokulan bir ajan, KTC Başkanı
Hikmet Bil’in tutukluluğu süresince, ”saldırıların organizasyonu için bizzat
Başbakan Adnan Menderes’ten para ve talimat aldıklarından” açıkça bahsettiğini
anlatmıştır. Hikmet Bil ve Orhan Birgit, “olaylara karıştıklarını, ancak
hapishaneden çıkmaları durumunda olaylardaki gerçek sorumluları söyleyecekleri”
tehdidinde bulunmuşlardır. Olaylardan
MAH’ın da sorumlu olduğu tanıklar tarafından dile getirilse de, mahkeme bu
gerçeği görmezlikten gelmiştir.
Bomba
olayının iç yüzü
Saldırıların
planlanmasında MAH’ın katkısı, öne sürülen delillere rağmen sivil mahkeme
tarafından da dikkate alınmadı. Oysa MAH çalışanları, hem Selanik’teki
bombalama eylemini hem de bu olayın sansosyanel biçimde 6 Eylül 1955 günü
öğleden sonra, İstanbul Ekspres gazetesiyle kamuoyuna duyurulmasını
sağlamışlardı. 5 Eylül gecesi Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun bahçesinde bir
bomba patlamıştı. Emniyetin yaptığı araştırmaya göre; bomba dışarıdan
atılmamış, aksine patlamaya binanın içinde bulunan bir kişi yol açmıştı. Bu
kişi, Selanik’te yaşayan ve gördüğü hukuk eğitimini Türk Devleti’nin verdiği
bursla karşılayan Oktay Engin’di. Olaydan sonra, Oktay Engin ile konsolosluğun
bekçisi Hasan Uçar, Yunan makamlarınca tutuklandılar ve haklarında dava açıldı.
Yunan savcılığı, patlama sırasında Ankara’da bulunan Başkonsolos Mehmet Ali
Balin’i, “konsolosluk görevlisi Mehmet Ali Tekinalp’i diplomat bagajında 3
bombayı götürmeye teşvik etmek ve 5 Eylül 1955’te patlama talimatını veren
şifreli bir telgraf göndermekle” suçladı. 17 Temmuz 1956’da, Atina’daki Türk
Büyükelçiliği’nin ve Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun kapatılacağı tehdidinde
bulunulması üzerine, başkonsolos ve vekiline karşı açılan dava düşürüldü, Uçar
ve Engin’de geçici olarak serbest bırakıldılar. MAH, bu eylemi yapması
karşılığında, üyesi olan Oktay Engin’e mali yardım ve mevki sözü vermişti.
Gümülcine’deki Türk Konsolosu’nun yardımıyla 22 Eylül 1956 günü İstanbul’a
getirilen Engin, Başbakan Adnan Menderes ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim
Gökay’ın şahsi talimatıyla, belediyede bir işe sokuldu. MAH için çeşitli
görevler üstlendikten sonra, Nevşehir’e önce Kaymakam, sonra da Vali oldu.
Görünürde 6
Eylül’deki olayların çıkmasına vesile olan Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve
yapılan bombalı saldırıyla ilgili haber, 6 Eylül günü ciddi basın organlarında
değil, sadece bir bulvar gazetesi olan ve o gün olağandışı şekilde yüksek bir
sayıda basılan İstanbul Ekspres’te, olaylardan sadece birkaç saat önce abartılı
bir şekilde verilmişti. Demokrat Parti’ye yakınlığı ile bilinen gazetenin
editörü Mithat Perin, olaylardan sonra tutuklandı, ancak 2 saat sonra Adnan
Menderes’in talimatıyla serbest bırakıldı. Perin’in MAH ile işbirliği yaptığı,
1960 yılında MAH’a yazdığı bir mektupta ortaya çıkmıştır. Perin, örgüt için
üstlendiği görevleri sıralıyor ve karşılığında da gazetesi için mali yardım
talep ediyordu. 1991 yılına gelindiğinde, bir Tuğgeneral kendisiyle yapılan
röportajda olayların MAH tarafından yapıldığını şu sözlerle dile getirmiştir;
“Elbette 6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı.
Olağanüstü planlanmış bir operasyondu ve amacına da ulaştı. Sorarım size; bu,
sıra dışı bir eylem değil miydi?”
6-7 Eylül olaylarında
İngilizlerin de parmağı vardır. Kıbrıs’taki Rum-Ortodoks çoğunluğun Yunan
anavatanına bağlanma talebini (Enosis’i) giderek daha yüksek sesle dile
getirmesi üzerine, İngiliz sömürge iktidarı, Londra’da 29 Ağustos’tan 7 Eylül’e
kadar sürecek bir konferans düzenlemeye karar vermiştir. Londra’nın amacı, her
şeyden evvel Yunanlılara, Türklerin de Kıbrıs üzerinde hakları olduğunu
göstermekti. Bu konferans, 6 Eylül günü çıkan olaylardan dolayı kesildi ve
İngilizlerin amaçladıkları Türk-Yunan anlaşmazlığı bir kez daha dünya gündemine
geldi. Bu olaylar sonucunda Türkiye, 3. güç olarak Kıbrıs çatışmasına dâhil
edilmiştir. Bu olayların İngilizlere sağladığı bir başka yarar da; saldırıların
hemen ardından, Amerikalıların İngilizler lehine değişen Kıbrıs politikası
olmuştur.
Olayların arkasında
yatan asıl neden çok farklıdır aslında. Olaylarda hem Demokrat Parti hem de MAH
çok önemli görevler üstenmiştir. Yaptıkları yanlışlarla ülkede etnik sorun
çıkarmışlardır. 6-7 Eylül olayları; Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç
dalgalarıyla ülkeden ayrılmalarına yol açmıştır. Gayrimüslimlerin büyük bir
kısmı için, 6-7 Eylül olayları, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin
kanıtı olmuştur. Bu etnik sorunları Türkiye hala çekmektedir. Adnan Menderes, Yassıada
Mahkemesi’nde 6-7 Eylül 1955’teki olaylardan suçlu bulunmuştur. Ancak bu olayda
sadece Adnan Menderes ve hükümeti hatalı değildir.
NOT:
Bu
yazı; Dilek Güven’in Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri
Bağlamında 6-7 Eylül Olayları adlı kitabından, www.birikimdergisi.com
adlı web sayfasından, Güz Sancısı adlı filmden ve Tempo Dergisi arşivinden
yararlanılarak hazırlanmıştır.