7 Kasım 2014 Cuma

"DUYDUM Kİ BENİ MERAK ETMİŞSİNİZ"

Ben İstanbul’da doğdum.
O büyük şehirde
Yaşadığım çocukluk
Diğer çocuklarınkine benzemiyordu
Bebekliğim
Çocukluğumdan
Daha iyi geçtiği söyleniyor
Ben hatırlamıyorum, öyle diyorlar
Babam;
Beni çok erken terk etti
Sınıf geçtiğimde
Bana bisiklet almadı
Annem;
Artık anlamlı bir sözcük



On iki yaşıma geldiğimde
İlk aşki yaşadım
İlk aşk dedikleri bu mu acaba?
Onaltımda
İlk çıplak tene dokunuş
Onu ilk gördüğümde
Soluğum kesildi
Görür görmez aşık olmak
Bu olsa gerek
Aşkımız
Bir dua gibiydi
Yıllarca sürsün isterdim
Sürmedi
Göğüsleri
Masumiyetini yansıtıyordu
Gözün görmediği şeyleri görmek
Benim gözlerimin
Görüş sınırı yok
Güzelliklerini
Ortaya seriyorlar
Ben ne yapayım?
Geceleri
Beyoğlu’nda yürürken
Bir fahişe gördüğümde
O
Benim için sadece bir fahişedir
Ama
O fahişe
O gece
Benim ile beraberse
Ve
Karşimda çırılçıplak duruyorsa
O
Benim için tanrıçadır
Onyedimde
Kendimden on dört yaş büyük bir kadınla beraber oldum
Hayat bu olsa gerek
Beni görünce
Yüzündeki gülümseme kayboldu
O
Bana âşık olmuştu, onsekizimdeydim
Aslında o bunu istemiyordu
Ama benimle sevişmemeye direndiyse de
Direnci kırıldı
O zaman sordum kendime
Gizem nedir?
İçimizdeki ruh nedir?
Ne için yaşıyoruz?
Ne için ölüyoruz?
Bu dört sorunun bir tek cevabı var
AŞK...
Aşk’tan güzel bir şey var mi bu dünyada?
Saplantı halini almış hayaller
Aşırı coşkular sorun yaratıyor
Huzurlu yaşamın sırrı nedir?
Masum ruhumu çaldılar
Bana
Sevişmenin ne olduğunu öğrettiler
Yüzleri anılarımda
Hazan günleri gibi asılı duruyorlar
Ama
Hiç biri onun gibi değil
Orhan Veli’nin dediği gibi:
“Aynada başka güzelsin yatakta başka”
İyileşmesi imkânsız romantizm hastalığı
Hayatımda kayıp tam kırk dört gece, kırk beş gün
Neden aldılar?
Neden?
Bu kadar kolay mı?
Kolay oğlum
Kolay
Onlar ki bu vatanın evlatları
Bu vatan için yapamayacakları yoktur
Ya ben
Ya biz
Bu vatanın evlatları değil miydik?
Canım yanıyor
Çok acıyor
Ama hiçbiriniz bilemediniz
Ben neredeydim
Ne yapıyordum
Vurmayın
Yapmayın
Sokmayın ulan
Allah’ınız yok mu sizin?
Allahsızlar!
Ahhh!
Öldürün ulan!
Bitsin bu işkence
Yirmimde nişanlandım
Yirmiikimde evlendim
Yirmiüçümde baba oldum
Yimibeşimde bir kez daha baba oldum
Doksanbir yaz’ı
Gitar satan adam hasta
Ortaköy’deyiz
Paltosunu giymiş
Ağustos sıcağında
Deklanşöre dokunuş
Bir kadin duruyor karşımda
Kaderim
Kaderimsin
Soğuk geceler ardı ardına
Kaçak yaşa tam altı yıl
Çok çektik birlikte
Otuzdokuzumda boşandım
Kırkımda tekrar evlendim
Kırkbirimde bir daha baba oldum
Derler ya: “tenaşir paklar” diye
Hala yaşıyorum
Karımla çocuklarım için
Artık gün ağardi çok yorgunum
Zaman vardır
Ve
Hızla akıp gitmekte
Geriye dönüp baktığımda
Yaşadığım kadar
Yaşamayacağım
Ne Dante gibi ortasındayım ömrün
Ne de yolun yarısındayım
Yatmaya hazırlandığım bu sabah
Ömrümün
Onyedibinsekizyüzaltmişdördüncü
Sabahındayım.
Düşünmek gibi
Kötü bir hastalığım var benim
Oysa
Düşünen bir adamın
Sürekli melankoliye eğilimi vardır
Evet
Sadece düşündüğü için
Gerçeği
İdeal olarak
Belli bir kalıpta biçimlendirir
Düşüncesinde
Ne yazik ki gördükleri
Bir kalıba uymaz
Neden
Çünkü ideali
Geçmişte edinilmiş imgelerle
Bina etmiştir
Sonuçta
Hep hayal kırıklığına uğrar
Benim için
Sana bakmak çok zor
Gözlerini
Senden almışlar
Neden?
Neden bana geldin?
Tüm dünyam kırk metrekare
Hava o kadar karanlıktı ki
Bir ışık seli gibi aktın
Dünyamı aydınlattın
Evet
Demiştim ya
Hala yaşıyorum
Karımla
Çocuklarım için
Sonra
Birden aklıma geldi
Peki
Ya ben
Ya ben ne olacağım?
Yaşamsal kısır döngüler
Beni acıtıyor
Buna göre
Geçmiş bizim bir parçamız
Biz
Onunla birlikte yaşıyoruz
Ama
Sen ne büyük bir şanssın
Aslında
Benim hayatla sorunum var
Ya senin?
Ben
Ölümü beklerken
Yaşama sarılmak
Ne olsa gerek
Şimdi
Daha başka yaşıyorum
Kırk metrekare dünyamda
281120071511çrş
Saçımı okşa
Tenimi okşa
Ruhumu okşa
Beni sevdiğini söyle
Beni
Beni
Hep sevdiğini söyle
Çok mu şey istedim?
İçimde benden başka
Bir ben var ben de
İstemediğim şeyler
Yaptırıyor bana
Bu iki kişilik yalnızlığı
yaşamaktan yoruldum
030720080538
Duygularımı saldım
Ortalık yerlere
Kelimeler dökülüyor
Ardı ardına kalbimden
Ama artık yazmayacağım
Özgeçmişim
Öz geleceğimdir.
Bundan sonra da
Belli ki
Öz geleceğimde de
Özgeçmişim gibi
Yaşayacağım

061020082315ptesi

15 Ekim 2014 Çarşamba

"SEN, BEN VE BİZ"




ÖNCE BİR KAHVEYDİ GÜNÜ BAŞLATAN
KONUŞTUK, KONUŞTUK, KONUŞTUK
ANLAMADIK BİRBİRİMİZİ
BELKİ DE ANLAMAK İSTEMEMİŞTİK
BAKAMADIM GÖZLERİNE
PATLADI BİRDEN BİRE
“HAKLISIN” DEDİM İÇİMDEN
SICAKTI, SICAKTIM
BAKTIM VAKİTTİR
DÜNDEN KALAN RAKI ŞİŞESİ SARDI BENİ
ÇİLİNGİR KURULDU
KONUŞMAK, DOKUNMAK, SUSMAK
NE İSTERSEK VAR O ANDA
NASIL BİR AYRILMAK BU BÖYLE
KONUŞULMAYAN YERDE KAVUŞAN DUDAKLAR
KONUŞULMAYAN YER DE DÜĞÜM OLAN BEDENLER
ALENİ, UTANMADAN, ÇEKİNMEDEN
“BEN” DEDİ
“SUS” DEDİM
AĞLADI, AĞLATTIM
RAKI BİTTİ, “TEKİLA” DEDİM
“VAR” DEDİ
VE ….
SONRASI, BEDENİ ESİR ALMIŞ DUYGULAR
BODY-SHOT
“İYİYMİŞ” DEDİ
“İYİDİR” DEDİM
BİR TEK, BİR TEK, BİR TEK DAHA
SÖZLER, YALANLAR, İTİRAFLAR
BİR TOKATTI YÜZÜMDE PATLAYAN
YIRTTI DELİ MAVİ GÖKYÜZÜNÜ
KALDIM
BAKAMADIM, HAKLIYDI
AĞLADIK MI, BİLMİYORUM
AMA O HEP AĞLADI
SEVİŞTİK HİÇ UTANMADAN
DOKUNDUK, MORARINCAYA KADAR
ÖPÜŞTÜK, KESİLİNCEYE KADAR
“ABSINTHE” DEDİM
“O DA VAR” DEDİ
NE GÜN AMA
HAYALLER, METAFORLAR, AFORİZMALAR
YALANLAR, İTİRAFLAR,
AMA HEPSİ SAMİMİYETTEN
ANLATTIM, ANLATTI, ANLATTIK
EN MASUM HALLERİYLE GÜNAHLARIMIZI
ARINDIK, EN TEMİZ HALLERİMİZLE
SUSTUK, EN ANLAMLI SÖZLERİMİZLE
BEN, BUNLARI HAYAL ETMEMİŞTİM
OLUVERDİ KENDİLİĞİNDEN
UTANDIK, UTANMADIK,
SÖYLEDİK, SÖYLEMEDİK
HATTA NELER DEDİK BİRBİRİMİZE
EN KÜFÜRBAZ HALLERİMİZLE
İŞTE O ZAMAN HİÇ UTANMADIK BİRBİRİMİZDEN
O ŞAŞKIN, BEN ŞAŞKIN
İLERDE ANLATACAĞIMIZ O KADAR ÇOK ŞEY BİRİKTİ Kİ
BİR GÜN, BİR GECE İÇERİSİNDE, ANLATACAKLARIM VAR DAHA
AMA SONRA
SONRA DEMİŞKEN
SONRASI, BİR HAYAL PERDESİYDİ
BİR KISMI BEN DE
BİR KISMI SENDE
ANCAK BİR ARAYA GELDİĞİMİZDE TAMAMLANIR
O GECENİN TÜM YAŞANANLARI
DALDIK, GİTTİK
SONRASI BEN DE YOK
SEN DE VAR SA, SEN ANLAT
UYANDIĞIMDA, AĞZIMDA KALAN ELMA KOKUSUYDU
O GECENİN ARDINDA KALAN
BİR DE BİRBİRİMİZE KALAN DİYEMEDİKLERİMİZ
BEN BUNLARI YAŞARKEN
SENİ MERAKLANDIM
SAHİ SEN NE YAŞADIN O GECE
SABAH UYANDIĞINDA
YANINDA MIYDIM
SENİN DE AĞZINDA ELMA KOKUSU VAR MIYDI
VAR’MIYDI
BEN BİLİYORUM, VARDI
ALDIM KOKUSUNU
VEDA EDERKEN
TUHAF-KIRMIZI DUDAĞINDAN
TELAŞ İÇİNDE GİDERKEN
ARDIMDA BIRAKTIĞIN GÖZYAŞLARIN
ÇABUK DÖN DİYE ATTIĞIN BİR TAS SU GİBİYDİ
BEN BİLİYORUM SEN BENİ ÇAĞIRACAKSIN BE
BİLİYORUM İŞTE ….. ….

ÖMER L. BAKAN
060820132342
ARDIMDABIRAKTIĞIMTORTULARINAĞIRLIĞIÜZERİMDEYKEN
GERİDÖNÜŞYOLUNABAŞLAMIŞKENARDIMDABIRAKTIĞIMGÖZYAŞLARININANISINA






21 Eylül 2014 Pazar

"ORTADAN SIKILMIŞ DİŞ MACUNU HAYATLAR"





Küçüktüm, küçücüktüm… Alışmamı istedikleri şey dişlerimi fırçalamamdı. O küçücük boyumla ve küçücük aklımla anlamaya çalışıyordum. Neden benden başka birisi diş fırçalamaya zorlanmıyordu? O güne kadar ailede hiç ama hiç kimseyi diş fırçalarken görmemiştim ve bu alışılmadık olay benim başıma patlamıştı. Eğer izah edebilselerdi ben de anlayabilirdim, diş fırçalamanın ne kadar önemli olduğunu. Anlatmadılar ki… Belki de ben anlayamadım. Ben tam diş fırçalamaya alışırken, büyüklerimin dikkatini diş macununu ortadan sıkmam çekti. Birkaç defa ikaz etmelerine rağmen alışkanlığımdan vazgeçmemiştim. Bu sefer babamın tek iletişim aracı olan tokatla kendime geldim. “Diş macunu asla ortadan sıkılmaz!” Sanki kendisi hayatında bir kez olsun diş macununu bırakın doğru yerden sıkmayı, orta yerinden de olsa sıkmıştı. Esas ağırıma giden bu olmuştu. Ben de inadına o hiç sevmediğim diş macununu ortasından sıkmaya devam ettim. Tabii ben bunu anlatırken birçoğunuz: “Ortadan sıkılmış diş macunu neden problem oluyor?” sorusunu sorar gibisiniz. Anlatayım… O yıllarda yani 60, 70 hatta 1990’ların başına kadar diş macunu tüpleri alüminyumdu. Dolayısıyla ortadan sıkılan diş macunu tüpü şimdikiler gibi eski haline dönmüyordu. O yıllarda banyo aynasının önünde diş macununun eğri büğrü hali hiç eksik olmuyordu. Sloganım “İnadına ortadan sıkılmış diş macunları!”ydı. Her ne kadar yediğim tokatlar içime otursa da asla vazgeçmedim. Yıllar yılları kovaladı, diş macunu hep ortadan sıkıldı… Bilinç gelişti, diş macunu ile empati kurmaya başladım. Önce gözüme çok çirkin görünmeye başladı. O, bu gün de olduğu gibi o yıllarda da farkına vardığım, bu ülkede yaşayan birçok insanın halini andırıyordu. İşçilerimiz, memurlarımız, sonradan sınıfı oluşan orta görevliler, fakir fukaralar… Yani neredeyse nüfusun %90’ı. Onlar da tıpkı benim diş macunum gibi ortadan sıkılmışlar, bir daha eski hallerine dönemiyorlar. Peki, geriye kalan %10? Zaten onlar değil mi diş macununu ortadan sıkanlar? Onları ortadan sıksan ne olacak ki? Onlar şimdiki diş macunları gibi ortadan sıkıldığı zaman hemen eski haline dönebiliyorlar. Pürüzsüz…

13 Eylül 2014 Cumartesi

TEK SORULUK TEST





İki insan mesela
Yani, sen ve ben

Sana
Şimdi üç sözcük yazacağım
Arkadaş, Dost, Sevgili
Ve anlatacağım sana

Birini seversin
Seversin ama gerçekten seversin
Ama nasıl seversin?
Dostun mu?
Arkadaşın mı?
Sevgilin mi?
Çoğu zaman ben bile
Veremem bunun cevabını
Oysa
Sonucu belirleyen
Yanılgısız ölçü birimi; zaman
Bırak
Bırak geçsin zaman
Geçsin ki zaman ben sen de neyim(?) bileyim

Mesela
Yapacak bir şey bulamadın
Vaktin bom boş
Telefon defterine bakıp
Bakıp birini arıyorsan
Bil ki
O sen de arkadaştır

Yalnızsın, çaresizsin, sıkıntıdasın
Biliyorum maddiyata da ihtiyacın yok
Manevi desteğe ihtiyacın var
Her neyse
Özeti
Başını yaslayacak bir omuz
Bir sine arıyorsan
Bil ki
O sen de dosttur

İki elin kanda, vaktin dolu,
İş toplantısı, randevu, seyahat
Okul, kuaför, alış veriş
Aklına daha ne geliyorsa
Zamanın yok, bir saniye bile
Eğer sen
İmkânsızı arıyorsan
Ve sen olmayan zamanını
Onun için yaratıyorsan
Onu için
Göğsün parçalanırcasına koşuyorsan
Onun kıymetini bil
O en güzeldir.
O en harikadır
O muhteşemdir
Bil ki
O sen de sevgilidir

Şimdi sana
Tek bir soru.
Ben sen de neyim?
  

         a) Arkadaş
         b)  Dost
         c) Sevgili
         d) Hiç biri

Ömer L. Bakan
28 Ocak 2005



 



6 Eylül 2014 Cumartesi

6-7 EYLÜL 1955 OLAYLARI

İstanbul’daki ayaklanmalar

6 Eylül 1955 günü saat 13.00’te devlet radyosu, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve yapılan bombalı bir saldırı haberini duyurdu. Bu haber İstanbul Ekspres gazetesinde 2 ayrı baskıyla yayınlandı. Günün ilerleyen saatlerinde, çeşitli öğrenci birliklerinin ve “Kıbrıs Türktür Cemiyeti”nin (KTC) çağrısı doğrultusunda, Taksim Meydanı’nda bir protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başladılar. Kısa sürede Taksim civarındaki gayrimüslimlerin yaşadıkları yerlerde, olaylar bir anda büyüdü. Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi bölgeler, çeşitli araç ve gereçlerle gelerek işyerlerini, evleri, okulları, kiliseleri ve mezarlıkları tahrip eden insanların akınına uğradı. Aynı şekilde Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy ve Bebek gibi daha uzak semtlerle, kentin Anadolu yakasında yer alan Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi semtlerde ve hatta Adalar’da şiddet olayları meydana geldi. Bu saldırılara yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı düşünülmektedir. Olaylar başlamadan önce Türk dükkân sahipleri, gayrimüslim komşularını dükkânlarını kapatmaları için uyarmıştır.



Olaylar başlamadan yaklaşık 2 hafta önce ilgili mahallelerin muhtarlarından gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin adresleri istenmiştir. Ayaklanmalardan birkaç gün önce gece bekçileri, bazı sakinlerin ev ve işyeri numaralarını belirginleştirmelerini istemiştir. Yine gayrimüslimlere ait ev ve işyerleri haç figürü, GMR (Gayrimüslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “ Türk değil”, “Türk” gibi kısaltmalarla işaretlenerek belirlenmiştir. Saldırılar 20 ile 30 kişilik örgütlenmiş gruplar tarafından gerçekleşti. Özel arabalar, taksi, kamyon, otobüs, vapur ve hatta askeri araçlardan oluşan bir ulaşım ağı, saldırganların şehir içindeki ulaşımlarını garanti altına almıştı. Saldırıların başlamasından kısa bir zaman sonra İstanbul caddeleri dükkânlardan çıkarılan çeşitli eşyalarla dolmuştu. Evlerin önce camları daha sonrada girişleri baltalarla ya da demir çubuklarla kırılıyor ve evde ne varsa parçalanıyor, camdan dışarı atılıyordu. Kiliseler de saldırılardan payını almış; kutsal resimler, ikonlar, haçlar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edilmiş ya da yakılmıştı. Bazı kiliselerin tamamı ateşe verilmişti. Mezarlıklar tahrip edilerek, mezar taşları ve mezarlardan çıkarılan iskeletler kırılmıştı. Hatta yeni bir ceset mezardan çıkarılarak bıçaklanmıştı.



Olaylarda polisler pasif bir tutum sergilemişlerdir. Şikâyete giden Rum’a bir komiser şu cevabı vermiştir: ”Hiçbir şey yapamam, ben bugün polis değil Türk’üm.” Garip ama bu cevaplar o günlerde polislerden sıkça duyulmuştur. Bazı semtlerde güvenlik güçleri şiddet olaylarına tanıklık etmiş, ama karakoldan dışarı çıkmamışlardır. Bazı durumlarda polis memurları olaylar sırasında alkış bile tutmuştur. Polis yetersizliği söz konusu değildi. Polis memurları karakoldan dışarı çıkmıyor, masalarında uyuyorlardı. Hatta Samatya Karakolu komiser ve polisleri kendilerini karakola kilitlemiş, ertesi günün erken saatlerinde dışarı çıkmışlardı. Nüfusu ağırlıkla Rumlardan oluşan Büyükada’daki polis gücü takviye kuvvetlerle güçlendirilmiş, iskeleye demirlemiş gemilerde gecelemişlerdir. Patrikhane ve Yunan Konsolosluğu 2 hafta boyunca sıkı bir gözetim altında tutulmuştu. Hilton Oteli gibi yüksek prestij sahibi yerlerde ayaklanmalardan önce polis tarafından çeşitli güvenlik önlemleri alınmıştı. Hatta bir Fransız’ın dükkânına saldırmak isteyen saldırganlar, polis tarafından engellenmişti. Emir biçiminde verilmeyen, ancak hadiselere göz yumulmasını öngören genel bir talimatın olduğu, polis memurlarının ifadeleriyle doğrulanmıştır. Bazı Müslümanlar ellerinde Türk bayraklarıyla mağdurların ev ve işyerlerinin önünde durmuş, sahiplerinin Türk olduğunu iddia ederek onların malını koruyabilmişlerdi.



İzmir’deki saldırılar
Atatürk’ün doğduğu eve yapılan saldırı haberi, İzmir’de de yerel bir gazete tarafından yayıldı. Gece Postası, 06.09.1955 günkü baskısında şu manşeti kullandı; ”Madem Yunanlılar Türk Konsolosluğunu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık dalgalanmamalı.” Bu haber ile aynı akşam, uluslararası fuar nedeniyle Konak Meydanı’na çekilmiş olan Yunan bayrağı saldırının hedefi oldu. Bir grup genç, bayrağı “Kıbrıs Türk’tür! Gâvurlara ölüm!” nidalarıyla indirip yaktı. Ayrıca Alsancak’ta bulunan Yunan Konsolosluğu’na da saldırılarak ateşe verilip yakıldı. Konsolosluk çalışanları arka kapıdan kaçabilmişlerdi. Ortaya çıkan 20-30 kişilik bu küçük gruplar, 2 ya da 3 kişi tarafından yönlendirilerek belirli hedeflere saldırıyorlardı. Toplam sayıları 400’ü geçmiyordu. 6 Yunan NATO subayının da evini basmışlar ve yağmalamışlardı. Kaçan subaylar ve Başkonsolos, geceyi Amerikan Konsolosluğu’nun koruması altında geçirdikten sonra Yunanistan’a gittiler.
İstanbul’da olduğu gibi Alsancak, Bornova ve Buca semtlerinde oturan Rumlara ait ev ve işyerleri de saldırı ve yağmalamaların hedefi olmuştu. Limanda bulunan Rum bayraklı teknelere Türk bayrağı takmaları talep edilmiş, meydana gelen saldırılara Türk savaş gemisinin subayları müdahale etmişlerdi. Alsancak’ta İngiliz Kültür Enstitüsü’ne yapılan saldırıyı İngiliz Konsolos “yanlışlık” olarak değerlendirmişti. Ancak enstitünün bulunduğu binanın mal sahibi Rum’du. İzmir’de bulunan 10 kilise ve 3 sinagogdan yalnızca Alsancak’taki Ortodoks Kilisesi yağmalanıp ateşe verilmişti. Olaylar güvenlik güçlerinin müdahalesiyle önlenebilecekken, onlar burada da tepkisiz kalmışlardı. Hatta güvenlik güçlerine, saldırganlara karşı sert davranmamaları emredilmişti.



Ankara’daki saldırılar
Ankara’da ağırlıklı olarak öğrenci protestoları gerçekleşmiş ancak şiddet olayları meydana gelmemiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Ankara’daki gayrimüslim nüfus oranının çok düşük olmasıdır. Ayrıca Vali Kemal Aygün’ün, Ankara genelindeki tüm toplantıları yasaklayan acil tedbirleri de etkili olmuştur. Aygün, 6 Eylül 1955 günü İstanbul’da bulunmuş ve olaylara yakından tanıklık etmiştir. Ankara’da toplanan gösterici gruplara polis etkili bir biçimde müdahale etmiş ve 479 kişiyi tutuklamıştır.
Bursa ve Samsun’daki yetkililer, Rum yerleşimleri ve evleri için güvenlik tedbirleri almışlardır. Bursa’da 97 Rum bir otele yerleştirilmiştir. Adana’da toplanan kalabalığı polis dağıtmıştır. Eskişehir’de gençlerin katıldığı küçük çaplı bir gösteri olaysız sona ermiştir.



Olayların maddi hasarları
Resmi bir Türk kaynağına göre olaylarda 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5.317 tesis saldırıya uğramıştır. Alman Başkonsolosluğu’nun verilerine göre, bildirilen hasarın yekûnu yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktadır. Bu rakam yaklaşık olarak dönemin 54 milyon Amerikan Dolarına eşittir. Bunun 28 milyon TL’lik kısmı Yunan vatandaşlarının, 68 milyon TL’lik kısmı Türk vatandaşı olan Rumların, 35 milyon TL’lik kısmı kiliselerin, 18 milyon TL’lik kısmı ise diğer yabancıların ve azınlıkların uğradığı hasarlardır.



Yaralanma olayları ve ölümler
Yaralılarla ilgili verilen rakamlar, 300 ile 600 arasında değişmektedir. Bu rakamlar yalnızca mağdurları değil, yaralanan suçluları da kapsamaktadır. Can kayıplarının sayısı ise tartışmalıdır. Türk basını 11 kişinin öldüğünü bildirirken, Helsinki Watch Örgütü bu sayıyı 15 olarak bildirir. Bazı saldırganlar, saldırıdan korkan insanlara, sadece tahrip etmek üzere emir aldıklarını söyleyerek sakinleştirmeye çalışmışlardır. Evlerde, özellikle Rum kadınlara tecavüz edilmiştir. Balıklı Hastanesi Başhekimi’nin ifadesine göre, hastanede 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür.



Olayların ardından hükümetin aldığı önlemler
6 Eylül 1955 akşamı trenle Ankara’ya doğru hareket etmek üzere İstanbul’dan ayrılan Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin birçoğu, yolda ayaklanmaların boyutu konusunda bilgilendirilmişlerdi. Derhal geriye dönerek “Örfi İdare” ilan ettiler ve birlik komutanına, silah kullanarak sükûnet ve düzeni sağlamasını emrettiler. 1. Ordu Komutanı Vedat Garan Paşa ateş emrini reddederek, 6 Eylül akşamının son saatlerinde devreye soktuğu birliklerle şiddet olaylarını kontrol altına alabilmiştir. Ancak huzursuzluklar sonraki gün ve haftalarda, bölgesel düzeyde yeniden alevlendi. Olaylar büyümeden güvenlik güçlerinin müdahalesiyle durduruldu. Hükümetin ilan ettiği Örfi İdare, yalnızca İstanbul, İzmir ve Ankara ile sınırlıydı. Örfi İdare Komutanlığı’na 3. Doğu Anadolu Ordusu Komutanı General Nurettin Aknoz getirildi. Geceleri 00.00 ile 05.00 arasında uygulanan sokağa çıkma yasağıyla, devriyelerin kontrolleriyle, İstanbul, İzmir ve Ankara’daki tutuklamalarla her 3 kentteki şiddet olaylarına son verilebildi.
İçişleri Bakanı Namık Gedik, emniyetin başarısızlığından dolayı görevinden istifa etti, yerine geçici olarak Savunma Bakanı Ethem Menderes atandı. Bakan Fuat Köprülü, vekâleten Savunma Bakanlığı görevini üstlendi. Aynı nedenlere dayanarak Milli Emniyet Hizmetleri Şefi (MAH Reisi), İzmir Valisi, İzmir’de bulunan birliklerin komutanı, İstanbul Emniyet Müdürü ve 3 general, iktidar tarafından görevlerinden alındı. MAH Şefliği’ne Kemal Aygün atandı. Aynı nedenden dolayı yerel düzeyde birkaç memurunda görev yerleri değiştirildi.
Örfi İdarenin ilanı üzerine, olayların aydınlatılması için İstanbul 3 ayrı askeri bölgeye (Beyazıt, Kadıköy ve Beyoğlu) ayrıldı ve Tuğgeneraller; Kamil Akman, Namık Argüç ve Danyal Yurdatapan’ın emrine verildi. Beyazıt Özel Mahkemesi’nde Haliç, Marmara Denizi kıyıları ve kentin dış kesimlerinde işlenmiş olan fiiller yargılanıyordu. Beyoğlu Özel Mahkemesi, Beyoğlu ve boğazın Avrupa yakasındaki bölgeler için yetkiliydi. Kadıköy Özel Mahkemesi ise Kadıköy, Üsküdar ve Anadolu yakasının geri kalan bölgeleri için yetkili kılınmıştı. Ankara ve İzmir’deki tutuklular için de birer özel mahkeme kuruldu. Mahkeme başkanlıkları, generaller tarafından yönetiliyordu. Hâkim ve savcılar, daha düşük askeri rütbelere sahipti. Yapılan açıklamada, olaylar sonrasında İstanbul’da 5.104, Ankara’da 171 ve İzmir’de 424 kişi tutuklanmıştı. Olaylarla ilgili oluşturulan mahkemelerin 17 Aralık 1957 tarihli iddianamesi, sanıkları şu gruplara ayırıyordu; dış güçlere karşı düşmanca beyanat vermekten yararlanan KTC üyeleri, saldırı çağrısında bulunanlar, halkı basın yoluyla tahrik eden gazeteciler ve öğrenci federasyonu binasındaki polis mührüne zarar verenler. 24 Ocak 1957’deki duruşmada, İstanbul 1. Ceza Mahkemesi Hâkimleri, sanıkların suç işlemek kastıyla hareket etmediklerini ve suçla ilgili yeterli delillerin ortaya çıkmadığını açıklayarak, oybirliğiyle davalıların beraatına karar vermişlerdir.





Komünistlerin suçlanması
12 Eylül günü meclis toplantıya çağrıldı. Toplantıda iktidar ve muhalefet sözcüleri ayaklanmalarla ilgili görüşlerini bildirdi. Başbakan Vekili Fuat Köprülü olaylarla ilgili şunları söyledi; “Hükümet önceden bilgilendirilmişti ve tedbirler de alınmıştı. Fakat olayların hangi gün ve saat çıkacağı bilinmiyordu. Tüm çabalara rağmen baskın gibi gelişen olaylar engellenemedi.” Köprülü, açıklamalarının geri kalan kısmında komünistleri sorumlu tutuyordu. Hükümet açıklamasında da olayların sorumluları olarak “komünistleri” ve “hain provokatörleri”  gösterdi. Yabancı gözlemciler bu olaya şüpheyle yaklaştılar. Çünkü istenmeyen sosyopolitik eylemler ya da girişimler, hükümet tarafından derhal “kamufle edilmiş komünizm“ olarak tanımlanıyordu. Oysa Türkiye’deki komünistlerin sayısı oldukça düşüktü. Ayrıca, komünistlerin ve sol grupların faaliyetlerinin polis tarafından dikkatle takip edildiği bilindiği için de, saldırıların komünistler tarafından yapılması olanaksız görülüyordu. 7 Eylül 1955’de emniyet amirliklerince 48 komünist tutuklandı. Bunların içinde; Aziz Nesin ve Kemal Tahir gibi isimlerde bulunuyordu. Bu kişilerin tutuklanmalarının nedeni ise; sol eğilimli siyasi faaliyetler içinde bulundukları gerekçesiyle polis tarafından takip ediliyor olmalarıydı. Bu kişiler hiçbir yerde ayaklanmaya katılmamışlardı. Dahası Emniyet Müdürlüğü tarafından keyfi olarak hazırlanan bir liste söz konusuydu. Bu listede yıllar önce ölmüş ya da o sırada asker olan kişilerin isimleri de yer alıyordu. Kumandan Şevki Mutlugil’in hazırladığı bir raporda, bu kişilerin ihtiyaten toplatıldığı da itiraf edilmektedir. Bu kişilere daha sonra 19 komünist daha eklenmiştir. Israrla süren sorgulamalara rağmen bu kişilerin suçları kanıtlanamamıştır. Olayları izleyen haftalarda Türk Hükümeti, saldırıların sorumlularının komünistler olduğu tezini daha az savunur olmuştur. Böylece şüpheli komünistlerde diğer tutuklularla birlikte Aralık 1955 sonuna doğru, herhangi bir gerekçe gösterilmeden ve açıklama yapılmadan serbest bırakıldılar. Bir kısmının davaları sürmüş olsa da bu davalar, davalıların lehine sonuçlanmıştır.



Kıbrıs Türktür Cemiyeti, Demokrat Parti ve Milli Emniyet Hizmetleri’nin olaydaki etkileri
Resmi açıklamalara göre; Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun (TMTF) teşvikiyle, basının ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) katılımıyla, ulusal komite biçiminde oluşturulan ve Ağustos 1954’de kurulan Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) amacı; Kıbrıs’taki Türk azınlığı, Birleşmiş Milletler ve diğer örgütler karşısında savunmak ve tüm ülkede protesto eylemleri düzenlemekti. KTC Başkanı Hikmet Bil ve Hürriyet Gazetesi sahibi Sedat Simavi, yazdıkları makaleler ile Kıbrıs meselesinin Türk kamuoyunda “milli bir meseleye” dönüşmesinde büyük katkı sağlamışlardır. KTC, Başbakan Adnan Menderes tarafından da desteklenmiştir. Derneğin kuruluş aşamasında hükümet tarafından yapılan 235.000 TL’lik ödeme, bu desteği açıkça gösteriyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana öğrenci ve gençlik hareketleri devlet elitleri tarafından örgütler aracılığıyla denetleniyor, devlet politikası doğrultusunda yönlendiriliyor ve kullanılıyordu. Çok partili sisteme geçildikten sonra da, özellikle DP ve CHP, öğrenci örgütlerini ve bunların yönetici kademelerini ele geçirerek başarıyla etkilemeye devam etmişlerdir. Ayrıca bu örgütlerde Milli Emniyet Hizmetleri (MAH) üyesi olan kişi sayısı da çok fazlaydı.
KTC, “milliyetçi çizgideki” sendikalarla birlikte hareket ediyordu. O zamanki sendikalar “devlet sendikası” olarak tanınmaktaydı. Tıpkı öğrenci örgütleri gibi, mali ve ideolojik yönden hükümet tarafından destekleniyordu. KTC ve sendikalar arasındaki işbirliği öyle bir noktaya varmıştır ki, her iki kurumun yönetici kadrosu da aynı kişilerden oluşturulmuştur. Ağustos 1955’ten olayların başladığı güne kadar derneğin faaliyetleri şaşırtıcı şekilde artmıştır. Olaylara doğrudan katılanlar; çeşitli dallardaki sendikalara mensup işçiler, otobüs, tramvay ve taksi şoförleri, öğrenciler ve Demokrat Parti üyeleriydi. Olaylarda, KTC üyelerinin yanı sıra Demokrat Parti’nin ocak örgütlerinin üyeleri de yer alıyordu. Tutuklular arasında sendikalarda örgütlenmiş işçilerin çok fazla olmasından dolayı, Örfi İdare Kumandanlığı 34 sendikayı kapatmıştır. Olaylarda, İstanbul dışından da işçi getirildiği anlaşılmıştır. Sivas, Kastamonu, Erzincan, Trabzon ve başka kentlerden de gelenler vardı. Emniyet Başmüfettişliği tarafından KTC üyelerinin arasına sokulan bir ajan, KTC Başkanı Hikmet Bil’in tutukluluğu süresince, ”saldırıların organizasyonu için bizzat Başbakan Adnan Menderes’ten para ve talimat aldıklarından” açıkça bahsettiğini anlatmıştır. Hikmet Bil ve Orhan Birgit, “olaylara karıştıklarını, ancak hapishaneden çıkmaları durumunda olaylardaki gerçek sorumluları söyleyecekleri” tehdidinde bulunmuşlardır.  Olaylardan MAH’ın da sorumlu olduğu tanıklar tarafından dile getirilse de, mahkeme bu gerçeği görmezlikten gelmiştir.




Bomba olayının iç yüzü
Saldırıların planlanmasında MAH’ın katkısı, öne sürülen delillere rağmen sivil mahkeme tarafından da dikkate alınmadı. Oysa MAH çalışanları, hem Selanik’teki bombalama eylemini hem de bu olayın sansosyanel biçimde 6 Eylül 1955 günü öğleden sonra, İstanbul Ekspres gazetesiyle kamuoyuna duyurulmasını sağlamışlardı. 5 Eylül gecesi Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun bahçesinde bir bomba patlamıştı. Emniyetin yaptığı araştırmaya göre; bomba dışarıdan atılmamış, aksine patlamaya binanın içinde bulunan bir kişi yol açmıştı. Bu kişi, Selanik’te yaşayan ve gördüğü hukuk eğitimini Türk Devleti’nin verdiği bursla karşılayan Oktay Engin’di. Olaydan sonra, Oktay Engin ile konsolosluğun bekçisi Hasan Uçar, Yunan makamlarınca tutuklandılar ve haklarında dava açıldı. Yunan savcılığı, patlama sırasında Ankara’da bulunan Başkonsolos Mehmet Ali Balin’i, “konsolosluk görevlisi Mehmet Ali Tekinalp’i diplomat bagajında 3 bombayı götürmeye teşvik etmek ve 5 Eylül 1955’te patlama talimatını veren şifreli bir telgraf göndermekle” suçladı. 17 Temmuz 1956’da, Atina’daki Türk Büyükelçiliği’nin ve Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun kapatılacağı tehdidinde bulunulması üzerine, başkonsolos ve vekiline karşı açılan dava düşürüldü, Uçar ve Engin’de geçici olarak serbest bırakıldılar. MAH, bu eylemi yapması karşılığında, üyesi olan Oktay Engin’e mali yardım ve mevki sözü vermişti. Gümülcine’deki Türk Konsolosu’nun yardımıyla 22 Eylül 1956 günü İstanbul’a getirilen Engin, Başbakan Adnan Menderes ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın şahsi talimatıyla, belediyede bir işe sokuldu. MAH için çeşitli görevler üstlendikten sonra, Nevşehir’e önce Kaymakam, sonra da Vali oldu.
Görünürde 6 Eylül’deki olayların çıkmasına vesile olan Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve yapılan bombalı saldırıyla ilgili haber, 6 Eylül günü ciddi basın organlarında değil, sadece bir bulvar gazetesi olan ve o gün olağandışı şekilde yüksek bir sayıda basılan İstanbul Ekspres’te, olaylardan sadece birkaç saat önce abartılı bir şekilde verilmişti. Demokrat Parti’ye yakınlığı ile bilinen gazetenin editörü Mithat Perin, olaylardan sonra tutuklandı, ancak 2 saat sonra Adnan Menderes’in talimatıyla serbest bırakıldı. Perin’in MAH ile işbirliği yaptığı, 1960 yılında MAH’a yazdığı bir mektupta ortaya çıkmıştır. Perin, örgüt için üstlendiği görevleri sıralıyor ve karşılığında da gazetesi için mali yardım talep ediyordu. 1991 yılına gelindiğinde, bir Tuğgeneral kendisiyle yapılan röportajda olayların MAH tarafından yapıldığını şu sözlerle dile getirmiştir; “Elbette 6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olağanüstü planlanmış bir operasyondu ve amacına da ulaştı. Sorarım size; bu, sıra dışı bir eylem değil miydi?”
6-7 Eylül olaylarında İngilizlerin de parmağı vardır. Kıbrıs’taki Rum-Ortodoks çoğunluğun Yunan anavatanına bağlanma talebini (Enosis’i) giderek daha yüksek sesle dile getirmesi üzerine, İngiliz sömürge iktidarı, Londra’da 29 Ağustos’tan 7 Eylül’e kadar sürecek bir konferans düzenlemeye karar vermiştir. Londra’nın amacı, her şeyden evvel Yunanlılara, Türklerin de Kıbrıs üzerinde hakları olduğunu göstermekti. Bu konferans, 6 Eylül günü çıkan olaylardan dolayı kesildi ve İngilizlerin amaçladıkları Türk-Yunan anlaşmazlığı bir kez daha dünya gündemine geldi. Bu olaylar sonucunda Türkiye, 3. güç olarak Kıbrıs çatışmasına dâhil edilmiştir. Bu olayların İngilizlere sağladığı bir başka yarar da; saldırıların hemen ardından, Amerikalıların İngilizler lehine değişen Kıbrıs politikası olmuştur.
Olayların arkasında yatan asıl neden çok farklıdır aslında. Olaylarda hem Demokrat Parti hem de MAH çok önemli görevler üstenmiştir. Yaptıkları yanlışlarla ülkede etnik sorun çıkarmışlardır. 6-7 Eylül olayları; Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmalarına yol açmıştır. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, 6-7 Eylül olayları, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştur. Bu etnik sorunları Türkiye hala çekmektedir. Adnan Menderes, Yassıada Mahkemesi’nde 6-7 Eylül 1955’teki olaylardan suçlu bulunmuştur. Ancak bu olayda sadece Adnan Menderes ve hükümeti hatalı değildir.

NOT: Bu yazı; Dilek Güven’in Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları adlı kitabından, www.birikimdergisi.com adlı web sayfasından, Güz Sancısı adlı filmden ve Tempo Dergisi arşivinden yararlanılarak hazırlanmıştır.







27 Ağustos 2014 Çarşamba

"MARİKA'M"






                         "Babamın tabiriyle o, ‘gâvur’ların sonuncusuydu"


Bir kış günüydü. Okulun merdivenlerini yavaş yavaş çıkıyordum. Herkes telaşlıydı, ben sakin; herkes hızlıydı, ben yavaş. Dalmışım… Beth’in ortadan kayboluşunun ilk günleriydi. Dalgınlığım her halde ondandı. Alçak ama uzun merdivenlerden çıkarken, birden boynumun sağ tarafında bir yanma hissettim. Parkamın düğmesini açıp elimi boynuma soktum. Sıcak, ıslak ve yapış yapıştı. Ne olduğunu anlamak için elimi çıkardığımda çok şaşırmıştım; elime gelen şey kandı.
Bayılmışım. O yüzden sonrasında hiçbir şey hatırlamıyorum. Daha gözlerimi açmamıştım ki hiç hoşlanmadığım bir koku geldi burnuma. Önce midem bulandı. Elimi ağzıma götürmek istedim, fakat bir el tuttu elimi. Öbür elimi hareket ettirmek istedim, onda da bir acı duydum kolumda; iğne batırıyorlardı damarıma. Başımı yan çevirip kusmaya başladım. Göz kapaklarımı zorluyor ama açamıyordum. Yumuşak bir bez parçası, sıcak bir el ile birlikte ağzımın kenarlarında dolaşıyordu. Yine dalmışım her halde ki; Beth koşarak yaklaşıyor, boynuma sıkıca sarılıyordu. Acıyı hissediyordum. Öpücüklere boğuyordu beni, ağzımı açıp “Nereden çıktın?” diyemiyordum. “Kaçtım! Söyledim ama olmadı, anlamadılar. Yapamadım. Çabuk! Babamlar gelmeden gidelim.” diyor, oturduğum yerden beni kaldırmaya çalışıyordu. “Seni seviyorum!” diye bağırırken, eli elimden kayıyor ve benden hızlıca uzaklaşıyor. “Yapma baba!” dediğini duyuyorum. Birden bir nefes hissettim yüzümde. Kevork’un nefesiydi bu. Başucuma kadar gelmişti, korkuyordum. Başka bir sesle kendime gelir gibi oldum. Göğsüme değen soğuk bir metalle ürperdim. Kalbimin güm güm sesini duyuyordum kısa aralıklarla. Neden sonra gözümü açtığımda, güçlü beyaz siluetleri gördüm. Tüm yüzler fluydu. Yine o iğrenç kokuyu duydum. Gözlerim Kevork’u arıyordu, ama yoktu. Sesini duymak istiyordum, duyamıyordum. Biri; “Hadi bakalım delikanlı, geçmiş olsun.” dedi. O an anlamıştım, beyazın içinden gelen o koku, hastane kokusuydu. “Narkozdan çıktı.” deyince bir başkası, şaşkınlığım daha da artmış; “Ben statik sınavında olmalıydım, hastanede değil!” demiştim. Bir el alnıma dokunarak; “Ateş düşürücü verin.” diyor ve gidiyorlar. Gözlerim tavanda; “Gerçekten neredeyim?” diye düşünürken, bu kez aksanlı bir ses; “Geçmiş olsun.” diyor. Başımı sesin geldiği tarafa çeviriyorum; kıvır kıvır kızıl saçlı, mavi gözlü bir kadın. Eğer o yıllarda tanınıyor olsaydı, Nicole Kidman derdim. Önce aksanı, sonra saçları, daha sonra da gözleri dikkatimi çekiyor ve bakıyorum derin maviye. Tanımıyordum. “Tekrar geçmiş olsun, ben Marika.” diyor. Soran gözlerle baktığımı anlayınca da “Vuruldun.” diyor. Gözlerimin fal taşı gibi açıldığından eminim. Elindeki ufacık mermi çekirdeğini gösteriyor. Elime bakıyorum. Sıcak, ıslak, yapışkan kanı gördüğümde onun ayaklarının dibine düşmüşüm. “Alnını yere bilinçsizce vurduğunda çıkan sesi asla unutmayacağım.” diyor. Elimi alnıma götürüp sargı bezlerinin altındaki kocaman şişliği hissedince; “Korkma!” diyor, “Bir şey yok.” Önden, arkadan, yandan çekilmiş kafatası filmlerini gösterince gülüyor; ”Ben bu kadar çirkin miyim?” diyorum. Gülerek; ”Şimdilik.” diyor, çantasından aynasını çıkartıp yüzüme doğru tutuyor.



“Aman Allahım!” diyorum. Sanki başımı kocaman bir portakalla sarmışlar. Gözlerimin altları şiş ve mosmor. Boynumda bir sargı bezi, üzerinde de küçük bir kan lekesi. O sırada hemşire içeri giriyor; “Delikanlı nasılsın?” diyerek halimi soruyor. “Çok ağrım var.” diyorum. Nabzımı ölçüp ateşime baktıktan sonra, serum hortumuna enjektörü batırıp ilacı damarlarıma gönderiyor. Hafif bir yanma hissinden sonrasını hatırlamıyorum. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum, dudaklarımda bir ıslaklıkla uyanmıştım. Etraf karanlıktı… Gözlerim karanlığa alışınca Marika’yı gördüm. Islak pamuğu kurumuş dudaklarımda gezdiriyor, hafifçe sıkarak dilimi birkaç damla suyla ıslatırken bir yandan da; “Su içmek yasak, sabaha kadar böyle idare edeceksin.” diyordu. Bilincim daha da yerindeydi, iyice uyanmıştım artık. İyi de kimdi bu Marika? Arada sırada sadece telefon etmeye çıktığında beni yalnız bırakmış ve neredeyse 36 saattir yanımdaymış. Aynı okuldaymışız. Hiçbir mecburiyeti yoktu aslında. İnsanlık işte… 7,65 mm. bir kurşun kaderimiz olmuş, bizi birleştirmişti bembeyaz bir hastane odasında.
Gün ışıdığında hala Marika’yı ikna etmeye çalışıyordum. Israrla evimin telefonunu, adresini istiyordu aileme haber vermek için. Onların duymasını istemedim, çünkü dedem öleli henüz birkaç ay olmuştu. Annem üzüntüden yataklara düşer, babaannemse kahrından ölürdü. Hele ki babam duyarsa… Direkt olarak; ”Okuduğun kitaplardan belliydi komünist olacağın.” der ve beni öldürürdü. Aslında artık beni dövemiyordu. Belki utanıyordu vurmaya belki de korkuyordu benim de ona vuracağımdan. En sonunda ikna etmiş, aramaktan vazgeçirmiştim Marika’yı. Beni tekerlekli sandalyeyle telefonun başına götürüp elime bir avuç jeton koymuş; “Hadi, araman gereken yerleri ara.” demişti. Sadece evi aradım. Telefona çıkan kardeşime annemi vermesini söyledim. Annem; “Nerdesin üç gündür, baban seni öldürecek” diye bağırdı. “Hassiktir” dedim içimden. Ama bir yandan da “Öldürmesi için önce yakalaması lazım.” diyordum. Annemin bağıran sesi geliyor; “Hınzır!” diyordu kardeşime. Yorulana kadar sayıp döktü. O konuştukça ben jeton atıyordum. Canavar telefon yutuyordu jetonları. En sonunda susmuştu. “Merak etme, arkadaşlarla Avşa Adası’na geldik. Aniden gelişti işte. Gidince haber verecektim, ama adada hatlar arızalıydı. O yüzden şimdi arayabildim. Herkes kuyrukta, şimdi kapatıyorum sonra tekrar arayacağım.” diyerek telefonu kapattım. Eminim ki annem telefonu kapattığımdan habersiz, hala; “Baban seni öldürecek!” diye car car konuşuyordu. Marika bir kaşı havada şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor, hınzırca gülüyordu. Sonra yavaş yavaş alkışlayarak; ”Beyimiz mimar değil tiyatrocu olmalıymış.” diye söylendi. O, tekerlekli sandalyeyi koğuşa doğru sürerken yine aklıma takılmıştı; “İyi de kardeşim kim bu Rum kızı?” Sürekli havadan sudan konuşuyorduk, arada bir yanımdan ayrılıp evi aramak için telefona gidiyordu. Bazen elinde bir çantayla üstünü değişmiş geliyordu. Makyajından da geri kalmıyordu. Neden burada olduğuna bir türlü anlam veremiyordum. Yedinci günün sabahı doktorlar vizite geldiğinde; “Taburcu edelim.” deyince aklım başımdan gitmiş; “Para?” demiştim. Öyle ya hastaneye para vermek lazımdı. Hastane duvarındaki hemşire gibi, Marika sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürerek; “Sus.” diyor. Kaşlarımı çatarak, içimden; “Sanki karım!” diyorum. Ama öyle bir bakıyor ki, o bakış karşısında yumuşuyor ve gülümsüyorum. Babası Apostol hastane masraflarını ödemiş, şoförleri de bizi bekliyormuş. Taburcu olacağımı dün doktorumdan öğrenmiş. Babası Perşembe Pazarı’ndaki dükkânına gitmeden önce hastaneye gelerek parayı ödemiş. Bunca şeyin üstüne bir de; “Şimdi Kurtuluş’taki kışlık eve gidiyoruz. Hava iyi olsaydı Büyük Ada’daki yazlığa giderdik, ama orası on beş gün önce kapatıldı. O yüzden orada zorluk çekeriz. Koca konağın üstesinden gelemeyiz.” demez mi?
Her yanımı ter basmıştı. Bu da ne demek oluyordu! Efelikte yapamıyordum bu iyi niyete karşılık. En sonunda kendimi bu rüzgâra bırakmaya karar verdim. Marika yeni alınmış çizgili pijamaları giydirdi, beyaz çorapları ayağıma geçirdi sonrada ayaklarımın ucuna rugan terlikleri bıraktı. Tam o sırada; “Boku yedin oğlum. Bu kız seni eve kapatır, dışarı salmaz artık.” diye geçirdim içimden. Hastane kapısında kısa bir süre bekledikten sonra simsiyah bir Cadillac geldi. Şoför çantaları bagaja koyarken bizde arka koltuğa kurulduk. İçimden “Kızı şimdi denemem lazım.” diyerek başımı omzuna koydum, yavaşça elini tuttum. Hafifçe dönüp başıma bir öpücük kondurdu. Başımın şişlikleri inmeye başlamış, morluklar yavaş yavaş rengini açmıştı; dikiz aynasından Yani abiyle göz göze geldiğimizde fark etmiştim bunu. O da göz kırpıp hafifçe gülümsüyordu. Bu gülüşün ne anlama geldiğini anlayamıyordum. Önümüzdeki troleybüsün boynuzları çıkmış, sürücüsü onları takmaya çalışıyordu. Bir yandan yağmur bir yandan trafik derken, öbür yandan da Marika durmadan bir şeyler söylüyordu. “Merak etme, okulda boykot başlamış. Sınavlar ileri tarihe alınmış.” Karşıt görüşlü öğrencilerin, az sayıdaki korkak hocaların ve polisin sayesinde zaten doğru dürüst ders göremiyorduk.  Bunları düşünürken sol kapı açıldı. Eve gelmişiz.  Marika hala konuşuyordu. Dayanamayarak kendimi dışarı attım. Hem telaştan hem de rugan terliğe alışık olmadığımdan ayağım kaymış, terliklerin her biri başka tarafa fırlamıştı. Sanki kasıklarım yırtılmıştı. O acıyla; “Ananın!” diye başlayan okkalı bir küfür savurdum. Marika gülmeye başladı. Islanmayayım diye şemsiyeyi tutarken öbür eliyle de beni kaldırmaya çalışıyordu. Çorap, pijama çamura içinde homurdanarak kalktım yerden ve zor bela apartmana attım kendimi. Eski asansörün kepenklerini açan Yani, bizi içeri aldıktan sonra elindeki çantalarla yürüyerek yukarı çıktı. Marika beşinci katın düğmesine bastı, omuzlarımdan tutup beni kendine çekti ve öpmeye başladı. Şaşkınlık içerisinde kızardığımı hissettim. O an erkekliğim aklıma geldi… Utanmıştım. Kıpkırmızı olduğumu ve yüzümdeki şaşkınlığı gören Sofia Hanım, olayın şokunu atamadığımı sanmış. Gece mutlaka Marika ile konuşmalıydım. İnsanın hiç tanımadığı birine bu kadar iyilik yapması fazlaydı doğrusu.
Birden aklıma evdekiler gelmişti. Bu defa kararlıydım; annemi fazla konuşturmadan derdimi anlatıp, telefonu kapatacaktım. Şansıma telefonu annem açıyor; “Sus ve dinle.” diyorum. “Tek jetonum var, Avşa’dayım, iyiyim. Zaten derslerde boş geçiyor, kimse kimseyi okula sokmuyormuş. Boykot varmış, haberlerde söyledi.” diyerek kapatıyorum. Üç beş gün daha rahattım artık, ama ilk andan itibaren de evdeki ilgiden bunalmıştım. O akşam yemekte Apostol Bey; “Neden sıkılıyorsun?” diye sorunca; “Bunu hak edecek hukukumuz yok.” diyorum. Bunun üzerine Apostol Bey; “6-7 Eylül olaylarında bir Türk aile beni ve ailemi birkaç ay evlerinde sakladılar. Samatya’da iki katlı ahşap bir evdi. Sofia, Marika’nın abisine hamileydi. Doğum çok yakındı. Nihayetinde Takis o evde doğdu. Dostluğumuz böyle başlamıştı onlarla. Üç yıl sonra Samatya’ya ziyaretlerine gittik. Kış kıyametti. Elektrikler kesildi. Gece geç vakitlere kadar oturmuş, mum ışığında sohbet etmiştik.  Elektrikler gelmeyince Sofia’ya; “Hadi gidelim artık, çok geç oldu.” dedim. Bizi geçirirken yaktıkları mumlardan birini alt katta yanık unutmuşlar. Hepsi üst katta uyuduğundan yangını fark etmemişler. Dumandan zehirlendikleri için acı hissetmeden o ahşap evde öldüler. Tarih 19 Şubat 1959’du. Bu tarihi hiç unutamadım.” Apostol Bey bu olaydan uzun bir süre kendini sorumlu tutmuş. 27 Mart 1959’da dünyaya gelen Marika, bu ailenin yaptığı iyilikleri dinleyerek büyümüş. Benim vurulduğumu görünce de babasından aldığı telkin ve terbiyenin etkisiyle beni hastaneye götürüp başımdan hiç ayrılmamış. Apostol Beyin anlattıklarından sonra, amcamın da Perşembe Pazarı’nda balıkçı malzemeleri satan Andon amcayı (benim çikolata sponsorum) bizim evde sakladıkları aklıma geldi. Konu tamamen Türkiye siyasetinin yakın tarihine odaklanmış, Türk kahvesi yanında likörlerimizi içmiştik. Biraz sonra Sofia Hanım içinde tatlı kaşığı olan su dolu bardaklarla sakız reçellerini getirerek; “Ağzınızda sohbetiniz gibi tatlansın. Sonrada herkes yatağına, Ömer Bey daha nekahet döneminde.” demişti.
Odama çekildikten sonra uzo ve likörün etkisiyle uyumuşum. Gecenin kaçıydı hatırlamıyorum, koynumda bir sıcaklıkla uyandım. Marika… Çırılçıplak yorganın altındaydı. Başımı o mis kokulu saçlarının arasına gömdüm. İpek teninde elimi gezdirirken ezan okunuyordu. Aniden yanımdan kalktı, sessizce odanın en uzak köşesine giderek kendini benden sakladı. Ta ki ezan bitene kadar. Marika’ya ve ailesine hayranlığım bir kez daha artmıştı. Sabah erkenden yanımdan ayrıldığında kendi kendime sordum; “Bekâretini neden bana verdi?” diye. Beraberliğimiz iki yıl sürdü. Ne yazık ki bu süre içerisinde iki kez kürtaj olmak zorunda kalmıştı. Bu ülkenin ötekiler üzerinde güttüğü siyaset, onları da vatanlarından ayrılma düşüncesine itti; 1979 yılının şubat ayında ailecek Atina’ya göçtüler.  O yıllardan sonra sık sık telefonda görüştük. Bir gün telefon açtı, ağlıyordu. “Evleneceğim. Bilmen gerekir diye düşündüm.” dedi. “Tabii aşkım, tabii bir tanem.” demiştim. Ne Dora ne de Beth kadar sevemediğim bu kadına hayranlık ve farklı bir tutkuyla bağlanmıştım. Aradan yıllar geçti. Hep soruyordum, “Çocukların?” diye. “Yok.” diyordu, ama bunu söylerken sesi hep titriyordu. “Neden?” dediğimde, “Boş ver.” diyordu. Kocası mı Marika’yı üzüyor acaba diye korkmuştum. O yıllarda yurt dışına çıkmak çok zordu. Sıkıyönetim vardı. Talihsiz bir şekilde gözaltına alınmıştım. Kırk dört gün boyunca yaşadığım işkence ve pislik hayatımı karartmıştı.
“Sen gel.” dedim. “Bir kez olsun, son kez olsun seni göreyim.” dedim. Geldi… Günlerce konuşup dertleştik, birbirimize özlemimizi giderdik. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Pasaport kuyruğuna girerken kulağıma eğildi; “İkinci kürtajda rahmim hasar gördüğü için çocuk doğuramadım. (O an beynimden vurulmuşa döndüm, sebep olmuştum…) Üç kez düşük yaptım. En sonunda rahmimi aldılar.” Kocası çok zengin bir armatör ailenin tek oğluymuş. Abisinin Down Sendromlu kızını nüfusuna almış. Çocuğun geleceği, bakımı garanti altında ama bu vebalin altında kalmak çok acı…

Şimdi bir gâvurun soyu bitti. Yerinde rahat uyu baba. Seni asla sevemedim baba! 

Anı ve Fotoğraflar: Ömer L.BAKAN